29 Mayıs 2011 Pazar

Oku-malı

Bir şeyler yazmak için okumak lazım evvela. Yazmanın azmettiricisidir okumak. Blogu boşlayışımın altında yatan sebeplerden biri de bu olsa gerek: Okumamak.. Bloga yanaşamadığım süre içerisinde az okuduğumu, okumakla ilgili motivasyonum düşük olduğunu kabul etmeliyim. Tabi ki bunun da belli başlı sebepleri. İçinde bulunduğun depresif ruh hali ve getirileri/götürüleri bu motivasyonsuzluğun başat aktörleri.
Hal böyleyken blog yazmadığım süre içinde okuduğum kitaplardan bahsederek başlayayım istedim blogun yeni sezonuna. Bir günah çıkarma bir yerde.

Ağrı’nın Derinliği (Araştırma-Siyaset)– Ece Temelkuran

Ece Temelkuran; bir gazeteci, araştırmacı olmanın ötesinde günümüzün önemli aydın figürlerinden. Öyle sözün gelişi aydın değil. Kendini kitaplarla yoğuran, her türlü düşünce sistemini yalamış yutmuş; lakin problemlere hep belli bir mesafeden bakan, çözümler için elini taşın altına koymayanlardan değil yani. O hep olayların içinde. İnsanların yanı başında. Her problemi cesurca tartışan biri o. Onda kibir yok. Müthiş bir anlama ve öğrenme çabası içerisinde bu dünyayı. Benimsediği dünya görüşünün sınırları içerisinde kalmayan, dünyayı bütün renkleriyle seven, bu sevgiden aldığı güçle her zaman dik duran yiğit ve aydın bir kadın.
Bu kitapta da sindirilmesi çok zor bir konuya-Ermeni Meselesine-temas etmiş korkusuzca. Gazetesi için hazırladığı Ermenistan ve Ermenilerle ilgili yazı dizisinin ardından, bu konunun sadece bir yazı dizisine sığmayacağını anlamış ve kitap yapmaya karar vermiş tüm o tanıklıkları, gözlemleri ve röportajları. O dönemde aldığı tepkileri şu şekilde anlatıyor kitabında:

“Sen nasıl olur da Ermenistan’ı sevimli gösterirsin!”
“Nasıl oraya gidip, üstelik bu yetmiyormuş gibi, bir de yazmaya cüret edersin?”
“Sen nasıl bizim en yüksek dağımız Ağrı’ya Ararat dersin?”
İnsanlıkla ilgili birçok şeyi anlamam.
Tanrı’yı, hepimizi seven, sevimli bir dede olarak tasavvur etmek varken, niye asabı bozuk, ürkütücü, sürekli bizi izleyen bir halka bekçisi olarak hayal ederler? Bu onları sadece mutsuz ederken.
İnsanlar arası hiyerarşiyi içlerine bir güzel sindirip sonra da bütün hayatları boyunca en üsttekilere yaranmak için nasıl çırpınırlar? Bu onları yorgun düşürüp aşağılarken.
Nasıl kutsal ilan ederler bazı şeyleri ve sen bu konuda sorular sorunca bu kadar sinirlenirler? Bu çok yalnızlaştırıcı olmasına rağmen.
İnsanlar güzel güzel yaşamak varken neden faşist olurlar? Son derece can sıkıcı bir şey olmasına rağmen.
Kendisine benzemeyenleri merak etmek yerine neden yok olmasını isterler farklı olnaın? Bun yaparken şımarık çocuklara benzemelerine rağmen.
Bütün bu soruların cevaplarıyla ilgili onlarca salonda onlarca konuşma yapmış, kitaplar yazmış olmama rağmen aslına bakarsanız anlamıyorum. Hissettiklerini hissedemiyorum esasında.
Ermenistan yazı dizisinin yayımlandığı günlerde de anlamadıklarıma bir yenisi eklendi. E-mailler çoğunlukla aynıydı:
“Niye onlar hakkında iyi şeyler yazıyorsun?”
Niye o insanları iyilermiş gibi gösteriyorsun?”
Öfkeden çıldırıyorlardı. Erivanlıları dövmeden geri gelmiş olmama anlam veremiyorlar, bu yüzden mümkünse bir köşede kıstırıp beni dövmek istiyorlardı sanki.


Ece Temelkuran gibi ben de anlayamıyorum pek çok şeyi. İnsanların neden bu kadar nefretle dolu olduğunu, neden bu denli hoşgörüsüz, neden bu denli zalim olduklarını anlayamıyorum.

Temelkuran’ın kitabı Ermeni Meselesiyle ilgili taraf tutmuyor. Her iki tarafa da eşit mesafede duruyor. Ortada var olan bir problemi anlamaya yönelik iyi niyetli bir çalışma olarak değerlendirebiliriz bu kitabı. Ancak kitabı okuduktan sonra bu meselenin çözülebileceği ya da tarafların bu konuda anlaşabileceğine dair umut yeşermiyor içinizde. İki tarafta bu konuda gayet katı ve ödünsüz. İster istemez üzülüyorsunuz, birbirine bu kadar çok benzeyen insanların düşman edilmiş olmasına.
Ve lanet ediyorsunuz, bu meselenin çözümsüzlüğü için uğraşanlar dimdik ayaktayken, çözüm için en tutarlı ve en barışçıl sözleri eden kişilerin başında gelen Hrant Dink’in artık olmayışına.

Yalancı Tanıklar Kahvesi (Roman) - Vedat Türkali

Daha önce, Bir Gün Tek Başına adlı romanını okumuştum Vedat Türkali’nin. İki kitap arasında çok benzerlikler var. Türkiye’nin 60’lı 70’li yıllarında yaşanan siyasal olaylar ekseninde gelişiyor iki roman da. Vedat Türkali’nin acayip bir gözlem yeteneği ve inanılmaz bir belleği olduğunu düşünüyorum. Romanlar her ne kadar kurgusal metinler olsalar da o dönemleri bizzat yaşamış birisi olan Türkali’nin kendi deneyimlerini ve gözlemlerini de anlattığını düşünüyorum bu kitaplarda. Ve o ayrıntı zenginliğiyle karakterlerdeki sahiciliği bu güçlü belleğe bağlıyorum. Seksen küsür yaşında hala yazıyor/yazdırıyor maşallah.
Bu kitabı benim gözümde daha değerli kılan bir şey de o döneme tuttuğu aynadır. O yılların siyasal iklimi içerisinde her şey biraz fazla idealize edilmiş ve masallaştırılmıştır. Türkali bunu biraz daha gerçekçi bir zemine oturtuyor. Kitabın kahramanı olan devrimci Muhsin üzerinden o dönem devrimci profiline dair çizilen bir portre var. Ve tabi ki eleştiri… O dönem devrimcilerinin kadına, Kürtlere, geleneklere bakış açısındaki bir takım aksaklıkları hissedilir hissedilmez ince bir eleştiriyle kaleme almış Vedat Türkali. Kitabın en başarılı yönü bence bu.

Dağın Ardına Bakmak (Araştırma-Siyaset) – Bejan Matur

Bejan Matur, Ece Temelkuran’ınkinden de zor bir konuya temas etmiş. Kimine göre terörist kimine göre gerilla; adına ne dersek diyelim dağda yaşayan ve savaşın taraflarından olan bir insan topluluğu var. Onların hikayelerini anlatıyor Matur. Böylesine bıçak sırtı bir konuya değinmek zor iş. İşin asıl zorluğu bu konudaki tavrınız ne olursa olsun kimseye yaranamayacak olmanız. BirGün gazetesinde Ali Özgür Özkarcı Bejan Matur’u fazla naif davranıp, yaşananları ve süreci romantize ederek anlatmakla suçlarken, ülkenin büyük bir kesiminde böyle bir şeyin konuşulmasına, tartışılmasına bile tahammül edilemediği de başka bir gerçeklik. Ama tıpkı Temelkuran’ın incelemesi gibi bu da ilgiye değer ve okunması, üzerinde düşünülmesi, empati kurulmaya çalışılması gerekli bir konu olarak duruyor ortada.

Sonsuz Meltem(Roman) –Mehmet Coral

Mehmet Coral’ın daha önce “Paslı Güneş” ve “Tımarhane Adası” adlı romanlarını okumuştum. Kendine has bir üslubu olduğunu söyleyebiliriz. Kahramanları biraz fazlaca idealize edilmiş olsa da okuması zevkli kitaplar yazıyor Coral. Sonsuz Meltem “Anı Roman” olarak ifade edilmiş. Lakin kitap öykü olarak birbiriyle direkt bağı olmayan beş uzun hikayeden oluşuyor. E, o zaman niçin roman olarak adlandırılmış ki diye düşünülebilir. Onun cevabı da Coral’ın önsözündeki şu cümlede gizli aslında: “Anadolu’yu geçmiş yaşamlarından soyutlayamayız. O bizim hayat ağacımız, temel gerçeğimizdir.”
Kitaptaki hikayelerin tümü eski Anadolu uygarlıklarıyla ilgili. Bu hikayelerde Kral Mausolos’tan, ünlü yontu sanatçısı Praksiteles’e, büyük düşünür Platon’a kadar bir sürü Anadolulu kahraman boy gösteriyor. Yazar şunu demek istiyor okuyucuya; ben Anadoluluyum ve bu topraklarda yaşanan her şey benim anılarımdır ve Anadolu bir romandır, birbirinden farklı hikayeleri bünyesinde barındıran, sonsuzluğa seslendiren, yazılmaya devam eden bir roman.
Eski Anadolu uygarlıklarıyla ilgili bilgiler, olaylar ilginizi çekiyorsa bu kitap da hoşunuza gidecektir.

27 Mayıs 2011 Cuma

Gorki Dönüyor



Son postun üzerinden üç aydan fazla zaman geçmiş. İyice boşlamışız burayı. Örümcek ağı bağlamış blogu. Ama temizlik zamanı geldi. Kendime yeni bir ben lazımsa, bu yeni bene ulaşmanın yolu yazmak olacaktır hiç kuşkusuz.
Gorki demeye devam edecek.
İlgilenenlere...
Saygılar, sevgiler...