Televizyonla pek aram yok. Uzunca bir süredir bu böyle. Günlerce televizyonu açmadığım bile olur. Televizyon karşısına programlı bir şekilde oturmuyorum hiç. Genelde yemek yerken şöyle bir bakınmak için açarım. Bu da kahvaltıda ve akşam yemeğinde olmak üzere genelde iki sefer gerçekleşir. Televizyonla bağımı aza indirmiş olmamın güzel bir şey olduğunu düşünüyorum nitekim televizyonlar birer zaman öğütücüden başka bir şey değil. Bununla birlikte televizyonun benden çalamadığı zamanın bilgisayar ve dolayısıyla internet tarafından heba edildiği özeleştirisini de yapmak zorundayım. Yine de televizyon “bağımsızı” olduğum için memnunum.
Televizyon karşısında geçirdiğim kısıtlı sürelerde de iki kanal açıktır hep. Biri “Ntvspor” diğeri de İZ Tv. Biri spor diğeri belgesel kanalı. Tematik kanalları oldum olası sevmişimdir. Türkiye’deki tematik kanal mevzuu aslında Trt2 ve Trt3 ile başlar. Trt2 kültür-sanat, Trt3 ise spor kanalı hüviyeti taşımıştır yıllarca ama yine de tam anlamıyla birer tematik kanal değildi ikisi de. İlk tematik kanalımız bir haber kanalı olan Ntv olsa gerek. Bu yüzden Ntv’yi her zaman sevmişimdir. Haber programlarını seven, haber takip eden bir insan olamadım hiçbir zaman kaldı ki Ntv de hiçbir zaman samimi anlamda suya sabuna dokunan bir haber kanalı olmamıştır-gerçi belki de doğrusu budur, muhalefet yapan haber kanalı olmaz di mi obkektif olmaları gerekir-ama yine de severim Ntv’yi. Sonradan sonraya haber dışı magazinel görünümlü talk-showlarla filan zenginleştirmeye çalışsalar da içeriği bence hala yeri ayrıdır. İşte sonrasında Cnnturk filan da geldi. Şimdilerde epey çoğaldı böyle kanallar. Lakin ben yıllarca bir spor kanalı bekledim. Ntvspor açılınca havalara uçtum desem yeridir. Bir spor sever için spor sevmeyen ve sözde spor programları içeren kanallardan spor takip etmeye çalışmak çok zordu gerçekten. Ntvspor iyi bir soluk aldırdı biz sporseverlere. Abuk insanların spor adına konuştuklarını sandıkları programları izlemek zorunda kalmıyoruz Ntvspor sayesinde. Benim diğeri favori kanalım olan İZ Tv ile bu sene tanıştım çünkü evvelki yıllar dijiturkam yoktu. Bir dijiturka kanalı olan İZ Tv’ye bitiyorum. Yıllarca, belgesel izleyebilmek için gecenin geç saatlerini bekleyen insanlar için belgesel kanalları bulunmaz bir nimet. Kahvaltıda bile belgesel izleyebiliyorum artık. Bu güzel bir şey. İZ Tv ekibinin başında Coşkun Aral var. O ki belgesel denince Türkiye’de akla ilk gelen isimdir. Oğuz Aral’ın dışında birçok seçkin belgeselci İZ Tv’de kâh karada kâh denizde insanın, doğanın, hayatın izlerini sürüyor. Gerçekten çok leziz belgeseller var. Trt de bir belgesel kanalı oluşturmuş ama henüz izleyemedim. Uydudan ayarlamam lazım ama o işlerden de pek anlamadığım için Trt’nin belgesel kanalına erişemedim daha.
Bu tarz tematik kanallar son yıllarda iyice arttı. Spor kanalları, belgesel kanalları, hobi kanalları(avcılık vs.)… Artsın da zaten diğer kanallar ne öyle.. Tıkış tıkış…!! Her bir b..k var, hiçbir b..k da yok. Kadın programlarını dizileri filan da tek bir yere doldursunlar. Gün boyu kadın programı, gün boyu dizi, gün boyu yarışma programı yayınlayan kanallar olsun. İsteyen istediği şeyin kanalını açıp izlesin. Çok zevkli be. Ne zaman istersen aç spor var, ne zaman istersen aç belgesel var. Böyle kanallar çoğalsın mümkünse seyircisi de çoğalsın ve diğer absürd ulusal kanallar(dizi kanalları) topu diksinler lütfen. Yerlerini de böyle kanallara bıraksınlar.
17 Aralık 2009 Perşembe
16 Aralık 2009 Çarşamba
Hep Bir Ağızdan
Bu ülkede konuşulan dillerin hepsini bilmek isterdim. Evet, dil iletişim için kullandığımız bir araçtır lakin aynı zamanda yüzyılların sesini ruhunu bize taşıyan yaşayan bir tanıktır. İnsanlarıyla var olan yaşayan büyüyen ve bazen de ölüme terk edilen bir tanık. Ne güzel olurdu şu güzel memleketin dört bir bucağında konuşulan başka başka dilleri de anlayabilseydim.
İçimde bu duygunun uyanmasına neden olan şey yenice bitirdiğim bir kitap: Dicle’nin Yakarışı. Dicle’nin Yakarışı; Dicle’nin Sesi adlı iki kitabın birincisi. Yaklaşık iki sene önce mide kanseri yüzünden aramızdan ayrılan Mehmed Uzun’un eseri. Orijinali Kürtçe yazılmış, Muhsin Kızılkaya tarafından Türkçe’ye kazandırılmış bir eser. Mehmed Uzun ömrünün büyük bir bölümünü siyasi sürgün olarak İsveç’te geçirmiş bir Kürt aydını. Ama sözde değil gerçek bir aydın, barışa tutkun bir aydın. Yıllarca yasaklı olan, hatta birçokları tarafından dil bile sayılmayan Kürtçe’yle birçok modern edebiyat örneği sunmuş bir yazar.
Dicle’nin Yakarışı’nda “dengbej bıro”nun Mezopotamya adı verilen bereketli topraklardaki hayatını, yolculuğunu, sesini ses yapacak özü arayışını okuyoruz. 19. yüzyılda geçen bu kitapta sadece Kürtlerin değil Mezopotamya’nın bütün kadim halklarının sesi var. Kürtlerin, Ermenilerin, Keldanilerin, Yahudilerin, Yakubilerin, Türkmenlerin sesleri; Yezidiliğin, Süryaniliğin, Nasturiliğin, Hristiyanlığın, Müslümanlığın izleri var.
Hayatı; anlatmaktan yani seslerden ve sözlerden mürekkep bir “dengbej”in can bulduğu kitap, gerçekten de bir “dengbej”in ağzından anlatılıyor adeta. Su gibi akıp giden, rüzgar gibi tatlı tatlı fısıldayan bir anlatımı var kitabın. İşte kitabın bu canlı diline kaptırınca insan kendini keşke o bu kitabı ana dilinden okuyabilseydim diyor tüm kalbiyle. En azından ben bunu hissettim. Ve işte o zaman düşündüm keşke ülkede konuşulan bütün dilleri anlayabilseydim, konuşabilseydim diye. Kürtçeyi, Ermeniceyi, Lazcayı, Arapçayı, Boşnakçayı ve diğer kalan hepsini. İşte o zaman daha bir kök salardım toprağa bütün dilleriyle benimdir diye. Hatta bence okullarda yabancı dil öğretiminden önce bu topraklarda konuşulmuş ve hala konuşulmaya devam eden diller öğretilmelidir çocuklarımıza. Çünkü bu toprakların tarihinde onlar da vardır ve tarihi geleceğe aktaran, onu tarih yapan unsurların başında da dil gelir.
Ne kadar anlamlı bir köprü olurdu bu insanlar arasında. Ne kadar güzel bir “biz” olurduk. Bir de şimdi geldiğimiz noktaya bak. Birlikte aynı dilde kardeşlik türküleri söylemek varken birbirimizin dilinden korkarak, daha da uzaklaşarak, ayrışarak yaşamaya başladık.
Konuşmaktan, anlaşmaktan, uzlaşmaktan, “dilden” korkanlar utansın.
İçimde bu duygunun uyanmasına neden olan şey yenice bitirdiğim bir kitap: Dicle’nin Yakarışı. Dicle’nin Yakarışı; Dicle’nin Sesi adlı iki kitabın birincisi. Yaklaşık iki sene önce mide kanseri yüzünden aramızdan ayrılan Mehmed Uzun’un eseri. Orijinali Kürtçe yazılmış, Muhsin Kızılkaya tarafından Türkçe’ye kazandırılmış bir eser. Mehmed Uzun ömrünün büyük bir bölümünü siyasi sürgün olarak İsveç’te geçirmiş bir Kürt aydını. Ama sözde değil gerçek bir aydın, barışa tutkun bir aydın. Yıllarca yasaklı olan, hatta birçokları tarafından dil bile sayılmayan Kürtçe’yle birçok modern edebiyat örneği sunmuş bir yazar.
Dicle’nin Yakarışı’nda “dengbej bıro”nun Mezopotamya adı verilen bereketli topraklardaki hayatını, yolculuğunu, sesini ses yapacak özü arayışını okuyoruz. 19. yüzyılda geçen bu kitapta sadece Kürtlerin değil Mezopotamya’nın bütün kadim halklarının sesi var. Kürtlerin, Ermenilerin, Keldanilerin, Yahudilerin, Yakubilerin, Türkmenlerin sesleri; Yezidiliğin, Süryaniliğin, Nasturiliğin, Hristiyanlığın, Müslümanlığın izleri var.
Hayatı; anlatmaktan yani seslerden ve sözlerden mürekkep bir “dengbej”in can bulduğu kitap, gerçekten de bir “dengbej”in ağzından anlatılıyor adeta. Su gibi akıp giden, rüzgar gibi tatlı tatlı fısıldayan bir anlatımı var kitabın. İşte kitabın bu canlı diline kaptırınca insan kendini keşke o bu kitabı ana dilinden okuyabilseydim diyor tüm kalbiyle. En azından ben bunu hissettim. Ve işte o zaman düşündüm keşke ülkede konuşulan bütün dilleri anlayabilseydim, konuşabilseydim diye. Kürtçeyi, Ermeniceyi, Lazcayı, Arapçayı, Boşnakçayı ve diğer kalan hepsini. İşte o zaman daha bir kök salardım toprağa bütün dilleriyle benimdir diye. Hatta bence okullarda yabancı dil öğretiminden önce bu topraklarda konuşulmuş ve hala konuşulmaya devam eden diller öğretilmelidir çocuklarımıza. Çünkü bu toprakların tarihinde onlar da vardır ve tarihi geleceğe aktaran, onu tarih yapan unsurların başında da dil gelir.
Ne kadar anlamlı bir köprü olurdu bu insanlar arasında. Ne kadar güzel bir “biz” olurduk. Bir de şimdi geldiğimiz noktaya bak. Birlikte aynı dilde kardeşlik türküleri söylemek varken birbirimizin dilinden korkarak, daha da uzaklaşarak, ayrışarak yaşamaya başladık.
Konuşmaktan, anlaşmaktan, uzlaşmaktan, “dilden” korkanlar utansın.
6 Aralık 2009 Pazar
Nazım'ın Treni
(Nazım Hikmet'in Memleketimden İnsan Manzaraları adlı eseri hakkında bir inceleme olan bu yazım üç ayda bir yayınlanan düşünce ve edebiyat dergisi "değirmen"de yayınlanmıştır.)
Memleketimden İnsan Manzaraları söz dizisini öyle ya da böyle herkes duymuştur. Günümüzde bu söz dizisi deyimleşmiş ve yaygın bir kullanım haline dönüşmüştür. Malumunuz her bir parçası birbirine kenetli amma velakin bir diğerinden o kadar farklı bir yapbozun parçaları gibidir bu memleketin insanları. Bu nev-i şahsına münhasır insanları anlatmak; adına memleket dediğimiz o güzel bütünlüğü oluşturan insanlarımızın garipliklerini, komikliklerini, hatalarını, gaflarını ifade etmek için kullanılan bir deyime dönüşmüştür bu söz dizisi. Özellikle de medyanın diline pelesenk ettiği ve ülkemizdeki her türlü ilginçliği tanımlamak için kullandığı bu söz memleketçi büyük şair Nâzım Hikmet’ in ölümsüz eserinin adıdır ve dilimize bu sözü kazandıran da odur nihayetinde.
Her büyük şairin ve yazarın diğerlerinden farklı bir yere koyabileceğimiz, diğerlerini aşan hatta zaman zaman mevzubahis isim ne kadar büyük olursa olsun kendisini bile aşan eserleri vardır. Kanaatimce Nâzım Hikmet’ in Memleketimden İnsan Manzaraları adlı eseri de onun külliyatındaki en nadide eserdir. Zira hem teknik hem de muhteva açısından baktığımızda Nâzım Hikmet’ i ve onun edebiyatını en iyi özetleyen, onun edebi şahsiyetini tüm verileriyle en iyi aksettiren eseridir. Bunu daha iyi kavramak için Nâzım Hikmet şiirinin muhteva ve şekil unsurlarının nasıl oluştuğuna ve geliştiğine şöyle bir bakmak gerekir.
Nâzım Hikmet şiire aynı zamanda Mevlevi bir şair olan dedesi Nazım Paşa’nın etkisinde başlar. İlk şiirleri kaçınılmaz olarak eski şiirin muhteva ve şekil özelliklerini taşır. Öyle ki ilk gençlik yıllarında kendisine örnek aldığı, sık sık şiirlerini gösterip akıl danıştığı kişi aile dostları da olan klasik şiirin en büyük üstatlarından biri olan Yahya Kemal’ dir. Dolayısıyla hem dedesinin hem de üstat dediği Yahya Kemal’ in etkisiyle ilk şiirlerinde eski şiirin muhteva ve şekil özellikleri ağır basar. Yirmili yaşlarına yaklaştıkça memleketin içinde bulunduğu bağımsızlık savaşının da etkisiyle toplumcu bir bakış açısı edinmiş, bu da şiirindeki ilk dönüşümleri başlatmıştır. Anadoludaki bağımsızlık mücadeledesiyle yeşermeye başlayan toplumcu-halkçı fikirleri yüksek öğrenim görmek için gittiği Moskova’ da sosyalist düşünceyle birleşip Nâzım Hikmet’ in düşünce dünyasını oluşturmuştur. Ve bu toplumcu fikirleri, Nâzım Hikmet’ in edebiyatına da yansımış; bütün şiirlerinde, yazılarında ve oyunlarında toplumcu-gerçekçi bir çizgi hakim olmuştur. Nâzım Hikmet’ in Moskova’ ya gitmesiyle birlikte şiirinin sadece muhtevası değil şekil unsurları da değişikliğe uğramıştır. Türk Edebiyatında daha önce örneğine pek rastlanmayan serbest nazımla burada tanışmış. Özellikle de Mayakovski’ nin şiirlerindeki merdivene benzeyen şiir stilini benimsemiş ve kullanmaya başlamıştır. Bu stille birlikte Türkçe’ nin sağladığı söyleyiş güzelliğini sözcükler üzerinden daha vurucu bir şekilde hissettirmeye başlamıştır. Şiirinin içerdiği muhteva zaten onu yeniliklere itmekte ve eski şiirin şekil unsurları ona yeterli gelmemektedir. Böylece serbest nazıma geçer; ölçüsüz, uyak kaygısı taşımayan şiirler kaleme alır. Bu dönemde edindiği yeni stille birlikte Rus Edebiyatının genç şairleriyle birlikte “Fütürist” akımı benimsemiş ve eski edebiyata dair eleştiriler getirmeye başlamıştır. Tabi ki bu eleştirilerdeki odak nokta eski şiirin şekil unsurları değildir sadece. Zira Nâzım Hikmet şiirde muhtevayı şekilden önde tutmaktadır.
Bu konuda şunları söyler: “Evvela, bir metodoloji meselesi olarak şunu kabul etmeli : şekilden öze, muhtevaya değil; muhtevadan, özden şekle. İlkönce muhteva [içerik], sonra şekil [biçim]. Şeklin nasıl olacağını tayin edecek muhtevadır. Tabii bu metodoloji bakımından böyledir, yoksa şekille muhteva bir birliktir. Lakin bu birlikte, karşılıklı tesirleri olmakla beraber eninde sonunda tayin edici unsur muhtevadır.”
Nâzım Hikmet Moskova’ dan dönüşünün ardından “Resimli Ay” ve “Tan” gibi gazetelerde yeni şiirin nasıl olması gerektiğiyle ilgili düşüncelerini sıralar ve çoğu zaman dönemin diğer büyük şair ve yazarlarıyla bu konularda polemiklere girer ama bu konuda tutucu değildir. Nazım Hikmet’ e göre sadece eski biçim şiiri savunmak da yeni biçim şiiri savunmak da yobazlık ve sekterliktir. Ama muhtevada ve şekilde yeniliklere açık olmak edebiyatın gelişimi için kaçınılmazdır. Bunu da şöyle ifade eder: “Kafiye ve vezin mutlak olarak kullanılmamalı diye bir kaide, her mutlak kaide, her mücerret iddia gibi insanı yobazlığa, softalığa götürür. Tıpkı bunun gibi, konuşma dilinin ahengini mutlak, mücerret [soyut] bir esas olarak kabul etmek de bir yobazlıktır; kafiyeyi, vezni mutlak surette, mücerret bir görüşle inkâr ve umumiyetle konuşma dili ahengi diye bir şey kabul etmek ve bundan başka ahenk ihtimallerini red ve inkâr yenilik değil, kafiyeyi, vezni mutlak olarak kabul ve başka türlü ahengi kabul etmeyenlerinki gibi geriliktir. (...) Öyle muhtevalar vardır ki, onlarda kafiye istemez, konuşma dili - bazen şehirlinin, bazen köylünün, bazen münevverin, bazen işçinin, bazen külhanbeyinin, bazen ev kadınının vs. konuşma dili - ahengi ve imkânları yeter ve en uygun olanıdır.”
Dediğimiz gibi onun asıl derdi muhtevadır. Şekil olarak şiirin yenilikçi olması gerektiğini savunur lakin asıl önem verdiği şey muhtevadır.
“Gerçek şair kendi aşkı, kendi mutluluğu ve acısıyla uğraşmaz. Onun şiirlerinde halkının nabzı atmalıdır... Şair başarılı olmak için, yapıtlarında maddi yaşamı aydınlatmak zorundadır. Gerçek yaşamdan kaçan ve onunla bağıntısız konuları işleyen kimse, saman gibi anlamsızca yanmaya yargılıdır.” demiştir bir yazısında.
İşte Memleketimden İnsan Manzaraları da bu anlamda Nazım Hikmet’in bütün karakteristiğini ortaya koymaktadır. Onun artık alamet-i farikası haline gelmiş olan serbest ölçülü şiir tekniği hikâyeyi bütünlüklü bir şekilde baştan sona kavramaktadır. Ayrıca Nazım Hikmet şiirine çepeçevre hâkim olan toplumculuk da eserin temelini oluşturmaktadır. Yaklaşık yirmi bin mısradan oluşan bu uzunca şiir Nâzım Hikmet’in akıcı dili, samimi ve gerçekçi üslubuyla kolay okunan bir esere dönüşmektedir.
Memleketimden İnsan Manzaraları-her ne kadar ilk başta beş cilt olarak tasarlanmış ve yazılmış da olsa-uzunca bir şiir kabul edilebilir. Nitekim aynı zamanda-aynı konu etrafında gelişen farklı zamanlarda yazılmış şiirlerden mürekkep olduğu için-bir antoloji de sayılabilir. Ama bu eseri edebiyatın en lirik ferdi olan şiir tanımıyla sınırlamak mümkün değildir. Çünkü anlatım tekniği ve içeriği de göz önünde bulundurulduğunda bu eser aynı zamanda manzum bir hikâyedir. Ve romandır içerdiği kurguyla. Ve sıkça kullanılan konuşturma tekniğiyle aslında biraz da senaryodur; belki de oyun. Ve tabi ki de destandır. Anadolu insanının düşmanla, yozlaşmayla, tarihle , doğayla, bilgiyle, cehaletle, modernleşmeyle , geri kalmışlıkla ve kendisiyle verdiği mücadeleyi anlattığı için. Bu yüzdendir ki içinde ve dışında her türlü “Nâzım” bulunan bu eser Nâzım Hikmet’ in en ayrıcalıklı eseridir hiç kuşkusuz. Nâzım Hikmet’ in Memleketimden İnsan Manzaraları’ nı ayrı bir yere koyduğuna dair bir sözü, yazısı yoktur lakin; bence onun için de ayrı bir yerdedir bu eser. Eserlerinin kendi dilinde kendi ülkesinde yasaklı olduğu yıllar boyu farklı farklı mekanlarda parça parça yazılmıştır Memleketimden İnsan Manzaraları ve Nâzım Hikmet’ in her şeyden özge tuttuğu her şeyden fazla sevdiği memleketine olan sevdasıdır, özlemidir bir yerde. Çok sevdiği ama bir o kadar da kızdığı, karanlıktan çıkarmak için uğraş verdiği halkına, ithaf ettiği bir destandır bu eseri. Ve en çok da halkının okumasını ister kitabını. Kendisi bu yapıtıyla ilgili tasarısını şöyle ifade eder: “ İstiyorum ki okuyucu eseri bitirdikten sonra vıcık vıcık insan kaynaşan bir mahşerden geçmiş olsun, İstiyorum ki bu insan mahşerinin konkre ifadesi okuyucuyla muayyen bir devirdeki, muhtelif sınıflara mensup Türkiye insanları vasıtasıyla Türkiye'nin muayyen bir tarihi devredeki sosyal durumunu anlatsın, İstiyorum ki ikinci planda, Türkiye cemiyetini çevreleyen dünyanın durumu muayyen bir devrede anlaşılsın, İstiyorum ki; “nereden gelip, nerede olunduğu, nereye gidildiği ?” sualine, azamî imkânlarla cevap verilsin.”
Afşar Timuçin Nazım Hikmet için şöyle der:
“O hem bir sanatçı, hem gerçek anlamda bir düşünür olarak bize her şeyden önce insanın büyüklüğünü, insan olmanın değerini öğretir. Şiiri tepeden tırnağa insandır. Ondan öğrendiğimiz bir başka şey, sanatçının bilgili olma zorunluluğudur. (...) Salt duyarlılık, salt sezgi, salt öngörü yetkin sanat yapıtlarını oluşturmaya yetmeyecektir. Duyarlılık da, sezgi de, öngörü de ancak bilgiyle gelişebilen şeylerdir. Nâzım Hikmet bize ayrıca şunu öğretmiştir : Gerçek bilgi toplumun ve tarihin bilgisidir, insan yaşamı zorunlu olarak toplumsaldır ve tarihseldir, buna göre gerçek insan kendisini toplumsal bir varlık olarak duyan insandır. İnsan ancak başkalarıyla insandır.”
Afşar Timuçin’in de altını çizdiği gibi Nâzım Hikmet’ in toplumculuğu kuru bir toplumculuk olmamıştır hiçbir zaman. Maneviyatla beslenen ama sadece romantik bir uğraş olmanın ötesinde bilgiyle akılla kıvılcımlanan bir toplumcu-gerçekçilik söz konusudur. Fildişinden kulede oturarak edebiyat paralamaz Nâzım Hikmet. Halktan biridir, onlar için mücadele eder ve hatta bu yüzden çok sevdiği memleketinden ayrı düşer. Hakkını savunduğu halkını da iyi tanır iyi bilir sıkıntısını da mutluluğunu da kinini de hayal kırıklığını da. Bu yüzden Memleketimden İnsan Manzaraların’ da kurulan hiçbir diyalog havada kalmaz, her söz gerçek sahibinin ağzından çıkmış kadar sıcaktır. O denli iyi konuşturur karakterlerini Nazım Hikmet. Bu karakterlerin çoğunu uzun yıllar yattığı mahpuslarda tanımıştır. O halkına yakın durmuş bir mahkumdur.
Makinist Alaeddin’ in ağzından çıkan her sözde Anadolu insanının bilgeliği vardır. Kömürcü İsmail’ de Anadolu insanının hurafelerle beslenen çarpık inanışı. Üniversiteli’de mütereddit bir umut görürüz yarına dair ve dünyaya. Mahkum Halil ve diğerleri emekçi Anadolu insanının sesidir. Hikmet Alpersoy, Burhan Özedar gibilerde yeni filizlenen Cumhuriyet’ in kaymağını yemeye çalışan çıkar çevrelerini görürüz. Halı heybenin sahibi Halim Ağa’da köylünün kanını emen feodal zihniyetle tanışırız. Nuri Cemil’de Hasan Şevket’ te kendini bile aydınlatamayan yarı münevverleri. Adviye Hanım’da Şahende’de Emine’de ve Mahkum Melahat’ta binbir çileyle beli bükülmüş Türk kadınını…
Tüm bu karakterlerini trenlere yükler Nâzım Hikmet. Bu 510 numaralı üçüncü mevki vagonu da olur Anadolu Sürat Katarı da. Ardı ardına sıralanmış vagonların içinde aynı yöne doğru giden insanlar topluluğu… ve tabi ki bu gidişi ve gidilecek yönü esasında belirleyen de trenin içindekilerdir. Medeniyete doğru mu gider bu tren yoksa yok oluşa doğru mu, Zirvelere doğru mu tırmanır yolu yoksa uçuruma doğru mu gider koşar adım ? Tabi ki alegorik bir trendir Nâzım’ ın treni. İçinde bin bir dert ve tasayla yüklü; yılgınlığın, yorgunluğun ve tembelliğin umuda çok az yer ayırdığı bir trendir bu. Ve bu tren aslında memlekettir. İçinde memleket sathında yaşayan her türlü insanı barındıran bir gariplikler ekspresi. Ve aslında Nâzım Hikmet, bize bizi anlatırken bir yandan da şu gerçeği fısıldar kulağımıza.-Bu tren bizimdir ve gideceği istikameti biz belirleriz ey güzel insanlar. Bugün hangi vagonda olduğunuz çok önemli değildir yarın hangi vagonda olacağınız da… Asıl önemli olan bu tren devrildiğinde içinde hep beraber olacağımız gerçeğidir. Yolumuzu aydınlığa çevirip gitmek de elimizde uçuruma çevirip cehennemi boylamak da.-
Nâzım Hikmet’in treninde memleketine dair her şey mevcuttur. Mahpuslarında yattığı, yolarında pabuç eskittiği, uğruna kavga verdiği, gözlerinde mavisini yüreğinde ateşini taşıdığı, çok sevdiği memleketine dair her şeyi taşır bu yorgun şimendifer.
Memleketinden ayrı düştüğünde yazmaya başlar Memleketinin insanlarına adadığı manzum hikâyesini. 1941 yılıdır, memleketindedir ama memleketinden uzaktır. Bursa Cezaevindedir. On iki yıl sürecek mahpusluğunda bile karartmaz enseyi, gürül gürül yaşar ve yazar Nâzım Usta. Memleketinin cezaevlerini bile memleket toprağı sayar. Fikri ve edebi mücadelesine orada da devam eder mütemadiyen yazarak. İşte içinden tren geçen Memleketimden İnsan Manzaraları, memleketinin mahpuslarında dökülür kağıtlara. II.Meşrutiyetten II.Dünya Savaşının sonrasına kadar olan geniş bir zaman diliminin panoramasını sunar bize. Hem kendi kişisel tarihi hem memleketinin tarihidir anlatılanlar. Sadece memleketi anlatmakla kalmaz Nâzım Usta dünyaya enternasyonal bakan gözleriyle memleketinin içinde yüzdüğü dünyayı da anlatır. Hem de öyle anlatır ki tarih kitaplarında bile bulunamayacak bir gerçekçilikle.
Nâzım Hikmet’ in kara treninde halkın karanlık kaderi yoktur sadece. Şanı şöhreti ve yiğitliği de vardır elbet. Kuvay-ı Milliye destanından parçalar, Simavne Kadısı Şeyh Bedrettin Destanı’nda olduğu gibi Türklüğün ve Anadoluluğun tarihinden mühim hadiseler, satırbaşları ve kahramanlık hikâyeleri de vardır. O memleketinden insan manzaraları sunarken bu toprağın bereketine sabrına ve boyuneğmez inatçılığına da atıflarda bulunup umudunu bu toprağın sesine bağlamıştır her şeye rağmen.
Nâzım’ın treninde bu toprakta filizlenmiş her türlü insan ve tabi ki memleketi vardır.
Kaynakça:
Memleketimden İnsan Manzaraları, Nazım Hikmet, Yky, 2002
(www.nazımhikmetran.com
Memet Fuat’ a Mektuplar, S. 52-53-61-62
Babayef, Nazım Hikmet, S,140-141
Nâzım Hikmet’ in Şiiri, Eylül 1990)
Memleketimden İnsan Manzaraları söz dizisini öyle ya da böyle herkes duymuştur. Günümüzde bu söz dizisi deyimleşmiş ve yaygın bir kullanım haline dönüşmüştür. Malumunuz her bir parçası birbirine kenetli amma velakin bir diğerinden o kadar farklı bir yapbozun parçaları gibidir bu memleketin insanları. Bu nev-i şahsına münhasır insanları anlatmak; adına memleket dediğimiz o güzel bütünlüğü oluşturan insanlarımızın garipliklerini, komikliklerini, hatalarını, gaflarını ifade etmek için kullanılan bir deyime dönüşmüştür bu söz dizisi. Özellikle de medyanın diline pelesenk ettiği ve ülkemizdeki her türlü ilginçliği tanımlamak için kullandığı bu söz memleketçi büyük şair Nâzım Hikmet’ in ölümsüz eserinin adıdır ve dilimize bu sözü kazandıran da odur nihayetinde.
Her büyük şairin ve yazarın diğerlerinden farklı bir yere koyabileceğimiz, diğerlerini aşan hatta zaman zaman mevzubahis isim ne kadar büyük olursa olsun kendisini bile aşan eserleri vardır. Kanaatimce Nâzım Hikmet’ in Memleketimden İnsan Manzaraları adlı eseri de onun külliyatındaki en nadide eserdir. Zira hem teknik hem de muhteva açısından baktığımızda Nâzım Hikmet’ i ve onun edebiyatını en iyi özetleyen, onun edebi şahsiyetini tüm verileriyle en iyi aksettiren eseridir. Bunu daha iyi kavramak için Nâzım Hikmet şiirinin muhteva ve şekil unsurlarının nasıl oluştuğuna ve geliştiğine şöyle bir bakmak gerekir.
Nâzım Hikmet şiire aynı zamanda Mevlevi bir şair olan dedesi Nazım Paşa’nın etkisinde başlar. İlk şiirleri kaçınılmaz olarak eski şiirin muhteva ve şekil özelliklerini taşır. Öyle ki ilk gençlik yıllarında kendisine örnek aldığı, sık sık şiirlerini gösterip akıl danıştığı kişi aile dostları da olan klasik şiirin en büyük üstatlarından biri olan Yahya Kemal’ dir. Dolayısıyla hem dedesinin hem de üstat dediği Yahya Kemal’ in etkisiyle ilk şiirlerinde eski şiirin muhteva ve şekil özellikleri ağır basar. Yirmili yaşlarına yaklaştıkça memleketin içinde bulunduğu bağımsızlık savaşının da etkisiyle toplumcu bir bakış açısı edinmiş, bu da şiirindeki ilk dönüşümleri başlatmıştır. Anadoludaki bağımsızlık mücadeledesiyle yeşermeye başlayan toplumcu-halkçı fikirleri yüksek öğrenim görmek için gittiği Moskova’ da sosyalist düşünceyle birleşip Nâzım Hikmet’ in düşünce dünyasını oluşturmuştur. Ve bu toplumcu fikirleri, Nâzım Hikmet’ in edebiyatına da yansımış; bütün şiirlerinde, yazılarında ve oyunlarında toplumcu-gerçekçi bir çizgi hakim olmuştur. Nâzım Hikmet’ in Moskova’ ya gitmesiyle birlikte şiirinin sadece muhtevası değil şekil unsurları da değişikliğe uğramıştır. Türk Edebiyatında daha önce örneğine pek rastlanmayan serbest nazımla burada tanışmış. Özellikle de Mayakovski’ nin şiirlerindeki merdivene benzeyen şiir stilini benimsemiş ve kullanmaya başlamıştır. Bu stille birlikte Türkçe’ nin sağladığı söyleyiş güzelliğini sözcükler üzerinden daha vurucu bir şekilde hissettirmeye başlamıştır. Şiirinin içerdiği muhteva zaten onu yeniliklere itmekte ve eski şiirin şekil unsurları ona yeterli gelmemektedir. Böylece serbest nazıma geçer; ölçüsüz, uyak kaygısı taşımayan şiirler kaleme alır. Bu dönemde edindiği yeni stille birlikte Rus Edebiyatının genç şairleriyle birlikte “Fütürist” akımı benimsemiş ve eski edebiyata dair eleştiriler getirmeye başlamıştır. Tabi ki bu eleştirilerdeki odak nokta eski şiirin şekil unsurları değildir sadece. Zira Nâzım Hikmet şiirde muhtevayı şekilden önde tutmaktadır.
Bu konuda şunları söyler: “Evvela, bir metodoloji meselesi olarak şunu kabul etmeli : şekilden öze, muhtevaya değil; muhtevadan, özden şekle. İlkönce muhteva [içerik], sonra şekil [biçim]. Şeklin nasıl olacağını tayin edecek muhtevadır. Tabii bu metodoloji bakımından böyledir, yoksa şekille muhteva bir birliktir. Lakin bu birlikte, karşılıklı tesirleri olmakla beraber eninde sonunda tayin edici unsur muhtevadır.”
Nâzım Hikmet Moskova’ dan dönüşünün ardından “Resimli Ay” ve “Tan” gibi gazetelerde yeni şiirin nasıl olması gerektiğiyle ilgili düşüncelerini sıralar ve çoğu zaman dönemin diğer büyük şair ve yazarlarıyla bu konularda polemiklere girer ama bu konuda tutucu değildir. Nazım Hikmet’ e göre sadece eski biçim şiiri savunmak da yeni biçim şiiri savunmak da yobazlık ve sekterliktir. Ama muhtevada ve şekilde yeniliklere açık olmak edebiyatın gelişimi için kaçınılmazdır. Bunu da şöyle ifade eder: “Kafiye ve vezin mutlak olarak kullanılmamalı diye bir kaide, her mutlak kaide, her mücerret iddia gibi insanı yobazlığa, softalığa götürür. Tıpkı bunun gibi, konuşma dilinin ahengini mutlak, mücerret [soyut] bir esas olarak kabul etmek de bir yobazlıktır; kafiyeyi, vezni mutlak surette, mücerret bir görüşle inkâr ve umumiyetle konuşma dili ahengi diye bir şey kabul etmek ve bundan başka ahenk ihtimallerini red ve inkâr yenilik değil, kafiyeyi, vezni mutlak olarak kabul ve başka türlü ahengi kabul etmeyenlerinki gibi geriliktir. (...) Öyle muhtevalar vardır ki, onlarda kafiye istemez, konuşma dili - bazen şehirlinin, bazen köylünün, bazen münevverin, bazen işçinin, bazen külhanbeyinin, bazen ev kadınının vs. konuşma dili - ahengi ve imkânları yeter ve en uygun olanıdır.”
Dediğimiz gibi onun asıl derdi muhtevadır. Şekil olarak şiirin yenilikçi olması gerektiğini savunur lakin asıl önem verdiği şey muhtevadır.
“Gerçek şair kendi aşkı, kendi mutluluğu ve acısıyla uğraşmaz. Onun şiirlerinde halkının nabzı atmalıdır... Şair başarılı olmak için, yapıtlarında maddi yaşamı aydınlatmak zorundadır. Gerçek yaşamdan kaçan ve onunla bağıntısız konuları işleyen kimse, saman gibi anlamsızca yanmaya yargılıdır.” demiştir bir yazısında.
İşte Memleketimden İnsan Manzaraları da bu anlamda Nazım Hikmet’in bütün karakteristiğini ortaya koymaktadır. Onun artık alamet-i farikası haline gelmiş olan serbest ölçülü şiir tekniği hikâyeyi bütünlüklü bir şekilde baştan sona kavramaktadır. Ayrıca Nazım Hikmet şiirine çepeçevre hâkim olan toplumculuk da eserin temelini oluşturmaktadır. Yaklaşık yirmi bin mısradan oluşan bu uzunca şiir Nâzım Hikmet’in akıcı dili, samimi ve gerçekçi üslubuyla kolay okunan bir esere dönüşmektedir.
Memleketimden İnsan Manzaraları-her ne kadar ilk başta beş cilt olarak tasarlanmış ve yazılmış da olsa-uzunca bir şiir kabul edilebilir. Nitekim aynı zamanda-aynı konu etrafında gelişen farklı zamanlarda yazılmış şiirlerden mürekkep olduğu için-bir antoloji de sayılabilir. Ama bu eseri edebiyatın en lirik ferdi olan şiir tanımıyla sınırlamak mümkün değildir. Çünkü anlatım tekniği ve içeriği de göz önünde bulundurulduğunda bu eser aynı zamanda manzum bir hikâyedir. Ve romandır içerdiği kurguyla. Ve sıkça kullanılan konuşturma tekniğiyle aslında biraz da senaryodur; belki de oyun. Ve tabi ki de destandır. Anadolu insanının düşmanla, yozlaşmayla, tarihle , doğayla, bilgiyle, cehaletle, modernleşmeyle , geri kalmışlıkla ve kendisiyle verdiği mücadeleyi anlattığı için. Bu yüzdendir ki içinde ve dışında her türlü “Nâzım” bulunan bu eser Nâzım Hikmet’ in en ayrıcalıklı eseridir hiç kuşkusuz. Nâzım Hikmet’ in Memleketimden İnsan Manzaraları’ nı ayrı bir yere koyduğuna dair bir sözü, yazısı yoktur lakin; bence onun için de ayrı bir yerdedir bu eser. Eserlerinin kendi dilinde kendi ülkesinde yasaklı olduğu yıllar boyu farklı farklı mekanlarda parça parça yazılmıştır Memleketimden İnsan Manzaraları ve Nâzım Hikmet’ in her şeyden özge tuttuğu her şeyden fazla sevdiği memleketine olan sevdasıdır, özlemidir bir yerde. Çok sevdiği ama bir o kadar da kızdığı, karanlıktan çıkarmak için uğraş verdiği halkına, ithaf ettiği bir destandır bu eseri. Ve en çok da halkının okumasını ister kitabını. Kendisi bu yapıtıyla ilgili tasarısını şöyle ifade eder: “ İstiyorum ki okuyucu eseri bitirdikten sonra vıcık vıcık insan kaynaşan bir mahşerden geçmiş olsun, İstiyorum ki bu insan mahşerinin konkre ifadesi okuyucuyla muayyen bir devirdeki, muhtelif sınıflara mensup Türkiye insanları vasıtasıyla Türkiye'nin muayyen bir tarihi devredeki sosyal durumunu anlatsın, İstiyorum ki ikinci planda, Türkiye cemiyetini çevreleyen dünyanın durumu muayyen bir devrede anlaşılsın, İstiyorum ki; “nereden gelip, nerede olunduğu, nereye gidildiği ?” sualine, azamî imkânlarla cevap verilsin.”
Afşar Timuçin Nazım Hikmet için şöyle der:
“O hem bir sanatçı, hem gerçek anlamda bir düşünür olarak bize her şeyden önce insanın büyüklüğünü, insan olmanın değerini öğretir. Şiiri tepeden tırnağa insandır. Ondan öğrendiğimiz bir başka şey, sanatçının bilgili olma zorunluluğudur. (...) Salt duyarlılık, salt sezgi, salt öngörü yetkin sanat yapıtlarını oluşturmaya yetmeyecektir. Duyarlılık da, sezgi de, öngörü de ancak bilgiyle gelişebilen şeylerdir. Nâzım Hikmet bize ayrıca şunu öğretmiştir : Gerçek bilgi toplumun ve tarihin bilgisidir, insan yaşamı zorunlu olarak toplumsaldır ve tarihseldir, buna göre gerçek insan kendisini toplumsal bir varlık olarak duyan insandır. İnsan ancak başkalarıyla insandır.”
Afşar Timuçin’in de altını çizdiği gibi Nâzım Hikmet’ in toplumculuğu kuru bir toplumculuk olmamıştır hiçbir zaman. Maneviyatla beslenen ama sadece romantik bir uğraş olmanın ötesinde bilgiyle akılla kıvılcımlanan bir toplumcu-gerçekçilik söz konusudur. Fildişinden kulede oturarak edebiyat paralamaz Nâzım Hikmet. Halktan biridir, onlar için mücadele eder ve hatta bu yüzden çok sevdiği memleketinden ayrı düşer. Hakkını savunduğu halkını da iyi tanır iyi bilir sıkıntısını da mutluluğunu da kinini de hayal kırıklığını da. Bu yüzden Memleketimden İnsan Manzaraların’ da kurulan hiçbir diyalog havada kalmaz, her söz gerçek sahibinin ağzından çıkmış kadar sıcaktır. O denli iyi konuşturur karakterlerini Nazım Hikmet. Bu karakterlerin çoğunu uzun yıllar yattığı mahpuslarda tanımıştır. O halkına yakın durmuş bir mahkumdur.
Makinist Alaeddin’ in ağzından çıkan her sözde Anadolu insanının bilgeliği vardır. Kömürcü İsmail’ de Anadolu insanının hurafelerle beslenen çarpık inanışı. Üniversiteli’de mütereddit bir umut görürüz yarına dair ve dünyaya. Mahkum Halil ve diğerleri emekçi Anadolu insanının sesidir. Hikmet Alpersoy, Burhan Özedar gibilerde yeni filizlenen Cumhuriyet’ in kaymağını yemeye çalışan çıkar çevrelerini görürüz. Halı heybenin sahibi Halim Ağa’da köylünün kanını emen feodal zihniyetle tanışırız. Nuri Cemil’de Hasan Şevket’ te kendini bile aydınlatamayan yarı münevverleri. Adviye Hanım’da Şahende’de Emine’de ve Mahkum Melahat’ta binbir çileyle beli bükülmüş Türk kadınını…
Tüm bu karakterlerini trenlere yükler Nâzım Hikmet. Bu 510 numaralı üçüncü mevki vagonu da olur Anadolu Sürat Katarı da. Ardı ardına sıralanmış vagonların içinde aynı yöne doğru giden insanlar topluluğu… ve tabi ki bu gidişi ve gidilecek yönü esasında belirleyen de trenin içindekilerdir. Medeniyete doğru mu gider bu tren yoksa yok oluşa doğru mu, Zirvelere doğru mu tırmanır yolu yoksa uçuruma doğru mu gider koşar adım ? Tabi ki alegorik bir trendir Nâzım’ ın treni. İçinde bin bir dert ve tasayla yüklü; yılgınlığın, yorgunluğun ve tembelliğin umuda çok az yer ayırdığı bir trendir bu. Ve bu tren aslında memlekettir. İçinde memleket sathında yaşayan her türlü insanı barındıran bir gariplikler ekspresi. Ve aslında Nâzım Hikmet, bize bizi anlatırken bir yandan da şu gerçeği fısıldar kulağımıza.-Bu tren bizimdir ve gideceği istikameti biz belirleriz ey güzel insanlar. Bugün hangi vagonda olduğunuz çok önemli değildir yarın hangi vagonda olacağınız da… Asıl önemli olan bu tren devrildiğinde içinde hep beraber olacağımız gerçeğidir. Yolumuzu aydınlığa çevirip gitmek de elimizde uçuruma çevirip cehennemi boylamak da.-
Nâzım Hikmet’in treninde memleketine dair her şey mevcuttur. Mahpuslarında yattığı, yolarında pabuç eskittiği, uğruna kavga verdiği, gözlerinde mavisini yüreğinde ateşini taşıdığı, çok sevdiği memleketine dair her şeyi taşır bu yorgun şimendifer.
Memleketinden ayrı düştüğünde yazmaya başlar Memleketinin insanlarına adadığı manzum hikâyesini. 1941 yılıdır, memleketindedir ama memleketinden uzaktır. Bursa Cezaevindedir. On iki yıl sürecek mahpusluğunda bile karartmaz enseyi, gürül gürül yaşar ve yazar Nâzım Usta. Memleketinin cezaevlerini bile memleket toprağı sayar. Fikri ve edebi mücadelesine orada da devam eder mütemadiyen yazarak. İşte içinden tren geçen Memleketimden İnsan Manzaraları, memleketinin mahpuslarında dökülür kağıtlara. II.Meşrutiyetten II.Dünya Savaşının sonrasına kadar olan geniş bir zaman diliminin panoramasını sunar bize. Hem kendi kişisel tarihi hem memleketinin tarihidir anlatılanlar. Sadece memleketi anlatmakla kalmaz Nâzım Usta dünyaya enternasyonal bakan gözleriyle memleketinin içinde yüzdüğü dünyayı da anlatır. Hem de öyle anlatır ki tarih kitaplarında bile bulunamayacak bir gerçekçilikle.
Nâzım Hikmet’ in kara treninde halkın karanlık kaderi yoktur sadece. Şanı şöhreti ve yiğitliği de vardır elbet. Kuvay-ı Milliye destanından parçalar, Simavne Kadısı Şeyh Bedrettin Destanı’nda olduğu gibi Türklüğün ve Anadoluluğun tarihinden mühim hadiseler, satırbaşları ve kahramanlık hikâyeleri de vardır. O memleketinden insan manzaraları sunarken bu toprağın bereketine sabrına ve boyuneğmez inatçılığına da atıflarda bulunup umudunu bu toprağın sesine bağlamıştır her şeye rağmen.
Nâzım’ın treninde bu toprakta filizlenmiş her türlü insan ve tabi ki memleketi vardır.
Kaynakça:
Memleketimden İnsan Manzaraları, Nazım Hikmet, Yky, 2002
(www.nazımhikmetran.com
Memet Fuat’ a Mektuplar, S. 52-53-61-62
Babayef, Nazım Hikmet, S,140-141
Nâzım Hikmet’ in Şiiri, Eylül 1990)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)