Bu ülkede konuşulan dillerin hepsini bilmek isterdim. Evet, dil iletişim için kullandığımız bir araçtır lakin aynı zamanda yüzyılların sesini ruhunu bize taşıyan yaşayan bir tanıktır. İnsanlarıyla var olan yaşayan büyüyen ve bazen de ölüme terk edilen bir tanık. Ne güzel olurdu şu güzel memleketin dört bir bucağında konuşulan başka başka dilleri de anlayabilseydim.
İçimde bu duygunun uyanmasına neden olan şey yenice bitirdiğim bir kitap: Dicle’nin Yakarışı. Dicle’nin Yakarışı; Dicle’nin Sesi adlı iki kitabın birincisi. Yaklaşık iki sene önce mide kanseri yüzünden aramızdan ayrılan Mehmed Uzun’un eseri. Orijinali Kürtçe yazılmış, Muhsin Kızılkaya tarafından Türkçe’ye kazandırılmış bir eser. Mehmed Uzun ömrünün büyük bir bölümünü siyasi sürgün olarak İsveç’te geçirmiş bir Kürt aydını. Ama sözde değil gerçek bir aydın, barışa tutkun bir aydın. Yıllarca yasaklı olan, hatta birçokları tarafından dil bile sayılmayan Kürtçe’yle birçok modern edebiyat örneği sunmuş bir yazar.
Dicle’nin Yakarışı’nda “dengbej bıro”nun Mezopotamya adı verilen bereketli topraklardaki hayatını, yolculuğunu, sesini ses yapacak özü arayışını okuyoruz. 19. yüzyılda geçen bu kitapta sadece Kürtlerin değil Mezopotamya’nın bütün kadim halklarının sesi var. Kürtlerin, Ermenilerin, Keldanilerin, Yahudilerin, Yakubilerin, Türkmenlerin sesleri; Yezidiliğin, Süryaniliğin, Nasturiliğin, Hristiyanlığın, Müslümanlığın izleri var.
Hayatı; anlatmaktan yani seslerden ve sözlerden mürekkep bir “dengbej”in can bulduğu kitap, gerçekten de bir “dengbej”in ağzından anlatılıyor adeta. Su gibi akıp giden, rüzgar gibi tatlı tatlı fısıldayan bir anlatımı var kitabın. İşte kitabın bu canlı diline kaptırınca insan kendini keşke o bu kitabı ana dilinden okuyabilseydim diyor tüm kalbiyle. En azından ben bunu hissettim. Ve işte o zaman düşündüm keşke ülkede konuşulan bütün dilleri anlayabilseydim, konuşabilseydim diye. Kürtçeyi, Ermeniceyi, Lazcayı, Arapçayı, Boşnakçayı ve diğer kalan hepsini. İşte o zaman daha bir kök salardım toprağa bütün dilleriyle benimdir diye. Hatta bence okullarda yabancı dil öğretiminden önce bu topraklarda konuşulmuş ve hala konuşulmaya devam eden diller öğretilmelidir çocuklarımıza. Çünkü bu toprakların tarihinde onlar da vardır ve tarihi geleceğe aktaran, onu tarih yapan unsurların başında da dil gelir.
Ne kadar anlamlı bir köprü olurdu bu insanlar arasında. Ne kadar güzel bir “biz” olurduk. Bir de şimdi geldiğimiz noktaya bak. Birlikte aynı dilde kardeşlik türküleri söylemek varken birbirimizin dilinden korkarak, daha da uzaklaşarak, ayrışarak yaşamaya başladık.
Konuşmaktan, anlaşmaktan, uzlaşmaktan, “dilden” korkanlar utansın.
16 Aralık 2009 Çarşamba
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder