22 Haziran 2011 Çarşamba

Acıların Tarihi

-"Serenad" üzerine-


Zülfü Livaneli’yi bir müzik adamı olarak bildik yıllarca. Sonrasında siyasete atıldı, köşe yazıları yazdı derken son yıllarda iyiden iyiye romancı kimliğine büründü. İyi de etti. Otobiyografik eseri “Sevdalım Hayat”ta yazmayla olan ilişkisini de anlatır. Aslında ta çocukluğundan itibaren yazar olmak istediğini ancak siyasi mülteci olarak yurt dışına gitmek zorunda kalışıyla birlikte yolunun müzikle mecburi kesişimini anlatır.

Deneme türündeki yazılarının toplandığı eserleri hakkında yorum yapamayacağım; lakin roman türündeki eserlerinin tamamını okuduğum için şu yorumu yapabilirim: Zülfü Livaneli’nin romancılığı ilgiyi hak ediyor.

Her romanseverin farklı beklentileri vardır. Bazıları sağlam bir kurgu bekler ilk olarak. Roman dediğinde okuyucuyu alıp götürecek sağlam bir kurgu olmalıdır. Sarıp sarmalamalı, yeri geldiğinde şaşırtmalı tam zamanında öldürücü darbeyi vurmalıdır. Bazıları sağlam karakter analizleri ve cümleler/paragraflar bekler. Derinlik ister kısaca. Romanın hacminden çok derinliği önemlidir. İnsana ne kattığı ne verdiği önemlidir. Bazıları için üslup önemlidir. Yazar öyle bir dil tutturmalıdır ki en sıradan hikâyeyi bile okunur kılabilsin. Samimiyet ararlar bir yerde. Bazı okuyucular ise bunların tümünü arar ki onlar zor beğenenlerdir.

Herkes gibi benim de beklentilerim var ve bu beklentiler kitaptan kitaba yazardan yazara hatta türden türe değişiyor. Bir Livaneli romanında da alışılagelmiş samimi dilden başka bir şey beklemiyordum. Nitekim kitabın beklentilerimi karşıladığını söyleyebilirim.



“Serenad” bir “Mutluluk” ya da bir “Engereğin Gözündeki Kamaşma” kalibresinde değil; ama ben yine de sevdim. Kitapta iki yerde kurguyla ilgili ciddi mantık hataları buldum. Bazı bölümleri içime hiç sinmedi, keşke şöyle olsaymış dediğim, edebi yönden zayıf bulduğum oldu. Buna rağmen kitapla ilgili yorumum olumlu; çünkü Livaneli’nin tek bir derdi var o da insana dair sıcak hikâyeler anlatmak. Sıcak dediğime bakmayın o samimiyeti vurgulayan bir sözcük. Yoksa kitapta hikâyesi anlatılan insanların yaşadıkları insanın canını acıtıyor. Nasıl bir dünyada yaşadığımızı; insanların, devletlerin, iktidarların zalimliğini hatırlatıyor. Maximilian’in, Nadia’nın Maya’nın çektikleri; okuyucuyu hem üzüyor hem de düşündürüyor. Livaneli’nin kahramanları çok idealize edilmiş tipler olsalar da asıl önemli olan kahramanların ağzından dünyamızla ve insanlıkla ilgili yapılan tespitler. Bu tespitlerin doğruluğu kitabı güçlü kılan unsurlardan biri ve okuyucuyu düşünmeye itiyor. Böylece Livaneli okuyucuyla arasında doğrudan bir bağ kuruyor ve romanı misyonunu yerine getiriyor.

Kitabın kapağını kapattığımda insanlık tarihinin ne çok acıyla dolu olduğunu ve bu acıların-kitapta sık sık tekrar edildiği üzere- hep üzerlerinin kapatıldığını gördüm bir kez daha. İnsan doğası işte. Yaşamak için unutmayı yeğleyen ve bunu bir savunma mekanizmasına dönüştürerek yaşayan zavallı insanlık…

Livaneli her şeyden önce toplumda örneklerine çok rastlayamadığımız bir entelektüel. Engin bir bilgi birikimini, derin bir hoşgörü ve insan sevgisiyle yoğurup önümüze sunuyor eserlerinde. Daha önce de kendisinden bahsetmiş ve böyle bir sanatçının çağdaşı olmaktan onu takip edebilmekten gurur duyduğumu dile getirmiştim.
Umarım nice yıllar yazmaya devam eder.

3 Haziran 2011 Cuma

Biz de vatan hainiyiz, biz de eşkiyayız, biz de şarlatanız


İçi boşaltılan, muhaliflerle hesaplaşmaya dönüştürülen Ergenekon-Balyoz süreçleri… İçeriye tıkılan gazeteciler… Bitmek bilmeyen baskı ve inkar politikaları… Yalanla ve korkuyla oluşturulmaya çalışılan bir imparatorluk… Bu imparatorluğun mecazıyla yetinmeyip bizzat imparator olmaya öykünmeler… Sarsılmaz bir tiranlık kurabilmek için her gün biraz daha faşistleşenler…
İnsanca yaşamak için sokağa dökülenleri, üniversitelileri, işçileri, çevrecileri, tüm muhalifleri hem sindirmeye çalışmalar hem de onları öldürüp bir de hicap etmeden “eşkıya” ilan etmeler… Aynı mücadelenin neferi olan insanlar için başlatılan cadı avı… Usulsüz baskınlar, gözaltılar, işkenceler…
Bilim insanlarından korkmalar, halkı kandırmakla suçlamalar, “şarlatan”(*) ilan etmeler…

Pak ve namuslu insanlara duydukları öfke kendi kirlerinden geliyor. Öyle kirlenmişler ki yüzleri görünmüyor artık. Kapkaranlıklar… Bu saydıklarımız hep vardı. Sadece onlara özgü de değil. Menfaatçi ve güç sevdalısı muktedirlerin genetiğinde var bunlar. Ancak hep olan bir şey daha vardı… O da dünyanın onurlu halkları… Halkların nasırlı yumruğu balyoz gibi patlayacak kafalarında bir gün…

Konuyu buradan Nazım Hikmet’e ulayalım. Çünkü zamanında bu cadı avlarına en çok maruz kalanlardandı o.
Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ…
Biz de vatan hainiyiz, biz de eşkiyayız, biz de şarlatanız… Çünkü çok şükür hâlâ namusluyuz, hâlâ temiziz.




(*)http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1051320&Date=01.06.2011&CategoryID=85

2 Haziran 2011 Perşembe

Çölleşen Kültürel İklimimiz


Ahmed Arif gideli 20, Orhan Kemal gideli 31, Nazım Hikmet gideli 48 yıl olmuş. İlk ikisinin ölüm yıldönümü bugündü, diğerininki yarın… Türk Edebiyatından üç koca çınar. Hayatı edebiyat olanların dışında kim anıyor bu ustaları? Niçin gündemimizden bu kadar uzak edebiyatımız, sanatımız?

Niye etrafımızı “püskevit” muhabbetleri, sürekli birbirinin tekrarı bayat diziler, anlamsız yarışma(!) programları sardı. Niye ülkeyi yönetenler hoşgörünün bu kadar uzağında, niye insanlar derin bir uykuda.
Çünkü o koca çınarları anlamaktan, onlara kulak vermekten çok uzağız. Edebiyatın, sanatın, estetiğin, güzelliklerin konuşulmadığı yer kuraklaşıyor, çölleşiyor. Kültürel devrimini tamamlayamayan bir ülke nasıl olur da ileri demokrasiyle yönetilir ki!

>