9 Aralık 2012 Pazar

Gerçekler Su Yüzüne Çıkıyor





“Sharkwater” 22 Uluslararası ödül sahibi, 2006 yapımı bir belgesel film. Dünya denizlerinin en büyük yırtıcıları olan “köpekbalıklarına” dair... Ama sanılanın aksine köpekbalıkları*nın müthiş avcılık yetenekleri, avlarını nasıl saniyesinde mideye indirdikleri gibi konular üzerine çekilmemiş. Malum, pek çok belgeselin yırtıcı hayvanlarla ilgili bakış açısı bu yöndedir. Hayvan belgeselleri doğadaki ekosistemi avcılar ve avlananlar bakış açısıyla verir genelde. Bunun eksik bir bakış olduğunu “Sharkwater”ı izledikten sonra fark ettiğimi itiraf etmeliyim.

Hayvanlar âleminin insanlara ilgi çekici geldiği bir gerçek; lakin hayvanları da insanları da ekosistemin, evrimin ve dünyanın bir parçası olarak bütünlüklü bir bakış açısıyla anlatmayan belgeseller yetersizdir diye düşünüyorum artık. Belgesellerden çıkardığımız sonuçlar “Ahaha la bu maymunlar da pek bi haylaz!” “Yahu şu timsahlara bayılıyorum, nasıl bir sabırla bekliyorlar avlarını, pes doğrusu!” gibi geyik muhabbetini aşmayacak kıvamda olunca; hayvanların dünyasını daha yakından tanımanın genel kültür hanesine birkaç değersiz bilgi daha eklemiş olmaktan öteye anlamı yoktur. Bizden özge âlemlerin varlığının farkında olmak, bizi dünyamızla ilgili sorumluluklarımızı hatırlatmaya itmeli. Dahası doğayı ve evreni “vahşi kapitalizm”den nasıl kurtaracağız sorusunu sordurtmalı.

Gelelim belgeselimize. Belgeseli birkaç bölümde incelemek mümkün… Belgeselin ilk bölümü insanların gözündeki “köpekbalığı” algısıyla ilgili… Köpekbalıklarının kötü şöhretinden ve aslında gerçeğin böyle olmadığından bahsediliyor. Köpekbalığı saldırısıyla öldürülen insan sayısının azlığı istatistikler ve karşılaştırmalarla kanıtlanıyor. Köpekbalıklarının bu şekilde fişlenmelerinin asıl sebebinin “düşman” ve “canavar” kültüne bayılan medya yönlendirmesinden başka bir şey olmadığının ve bu yönlendirmede meşhur “Jaws” filminin etkilerinden bahsediliyor.

Köpekbalığı uzmanlarının anlattıkları ve Sharkwater’ın yapımcısı/yönetmeni olan belgeselci ve sualtı fotoğrafçısı Rob Stewart’ın bu “vahşi” hayvanlara çok yaklaştığı, onlara dokunduğu, onları okşadığı sahneler köpekbalıklarının insan öldürmeyi seven bir canavar olduğu düşüncesini yerle bir ediyor.


Ardından köpekbalıklarının ekosistemdeki yerinden bahsediliyor belgeselde. Ki belgeselin bu kısmında verilen bilgiler çok önemli. Özellikle köpekbalıklarının 400 milyon yıldır var olduğunu(dinozorlardan bile eski) ve bu zaman zarfında hiç değişmeden günümüze gelen nadir canlılardan olduklarını. Denizlerdeki hayatı düzenleyen temel tür olduklarını ve karalardaki hayatı da büyük ölçüde şekillendirdiklerini öğrenmek gerçekten sürpriz oluyor.

Köpekbalıklarının hem denizlerdeki hem de karalardaki yaşam için ne mühim bir tür olduğunu öğrenmemizin ardından belgeselin yönü birden değişiyor ve belgeselin ikinci bölümü diyebileceğimiz kısım, bizi bilmediğimiz bir başka acı gerçekle yüzleştiriyor: “Köpekbalığı Avcılığı” Aslında buna avcılık demek çok hafif kalıyor; çünkü bunu asıl adı “katliam”.

Tüm dünyada pek çok hayvan türünün korunmasıyla ilgili çeşitli koruma kanunları var; ama köpekbalıklarıyla ilgili bir kanun yok. Bazı ülkeler kendi karasularında köpekbalığı avcılığını yasaklamış ya da sınırlandırmışlar; ama okyanuslarda bunu sınırlayan ya da engelleyen herhangi bir yaptırım yok.

Belgeselin kalan yarısında köpekbalıklarının nasıl katledildiğini izliyoruz çaresizce. Belgeselin geri kalanında Rob Stewart’a, hayatını doğayı katledenlerle mücadeleye adamış bir başka çevreci olan Paul Watson eşlik ediyor. Paul Watson gemisiyle kaçak avlananların peşini sürüp ekibiyle birlikte denizleri kaçak avcılara dar eden radikal bir çevreci aktivist.

Rob ve Paul bir araya geldikten sonra, Paul’ün gemisiyle okyanusa açılıyorlar ve kaçak köpekbalığı avcılarının izini sürmeye başlıyorlar. Rob ve Paul’ün ekibi Kosta Rika açıklarında kaçak avlanan bir tekneyi sıkıştırıyorlar ve Kosta Rika hükümetiyle bağlantıya geçerek kaçak avcıların tutuklanması talebinde bulunuyorlar. Peki sonrasında ne oluyor dersiniz? Kaçak avcılar mı tutuklanıyor? Maalesef, hayır. Tam tersi bizim çevreciler tutuklanıyorlar Kosta Rika polisi tarafından!! Şaka gibi geliyor kulağa; ama değil… !

Ve bu noktadan sonra işin altındaki pislik daha bir gün yüzüne çıkıyor. Köpekbalığı avının çok büyük bir pazarı var dünya üzerinde. Ve tabi ki bu büyük pazar kirli insanların elinde… Tam bir hem suçlu hem güçlü hadisesi… Herifler öyle güçlüler ki kaçak avlanan kendi tekneleri olmasına rağmen onları ihbar eden çevrecileri tutuklattırabiliyorlar. Bu kahrolası dünyanın düzeni her yerde aynı işliyor. Her yerde güçlünün kanunu işliyor. Normal aslında, kanunları yapanlar namussuz olunca buna şaşmamak lazım…

Peki, köpekbalığı avının neden bu kadar önemli bir pazarı var? Köpekbalığı avı diyip durduğuma da bakmayın. Köpekbalıklarının tamamı değil av malzemesi yapılan, sadece yüzgeçleri. Ve o köpekbalıklarının yüzgeçlerini alabilmek için onları “trollerle” devasa kancalarla yakalıyorlar. Köpekbalıklarının bir kısmı tekneye çekildiğine ölmüş oluyor zaten. Ölmeyenlerin de sonrasında yaşama ihtimali çok düşük. Çünkü bu orospu çocukları tekneye çektikleri köpekbalıklarının yüzgecini canlı canlı kesiyorlar ve köpekbalıklarını tekrar denize atıyorlar. Zavallı köpekbalıkları kan kaybından, ve artık yüzemedikleri için ölüyorlar. Köpekbalıklarının yüzgeçlerinin canlı canlı kesilmesi öyle bir görüntü ki insanın seyrederken içi almıyor gerçekten. Bildiğiniz bütün küfürleri ediyorsunuz insanoğlunun vahşiliği karşısında.


Dönelim köpekbalığı yüzgeci pazarının neden bu kadar önemli olduğuna… Köpek balığı yüzgeçleri kurutulduktan sonra Uzakdoğu ülkeleri başta olmak üzere pek çok ülkeye fahiş fiyatlarla satılıyor. Ve bu yüzgeçlerden ne yapılıyor biliyor musunuz? Hadi insanlık için, bilim için çok mühim, hayati bir iş için kullanılsalar anlayacağız belki; lakin bu yüzgeçlerden yapıla yapıla bir çorba yapılıyor. Üstelik tadı tuzu olmayan bir şey bu köpekbalığı yüzgeci denen şey, çorbaya bir kıvam vermekten öteye bir işlevi yok. Ne hikmetse dünya zenginleri arasında bir itibar(!) göstergesiymiş köpekbalığı yüzgeci çorbası içmek. Bu haysiyetsiz çorbayı içenlerin sağlıklı olacağına (köpek balığının dünya üzerinde kansere yakalanmayan tek canlı olduğu bilgisinden kaynaklanıyor) inanılıyormuş. Bir başka görüş de afrodizyak etkisi olduğu yönünde. Yani meselenin özeti; haysiyetsiz zenginlerin ağız ve uçkur zevki için heba ediliyor denizlerin en önemli canlısı.

Gelelim sonuca; bu iyice çığırından çıkmış katliam sonucunda köpekbalığı popülasyonu büyük bir tehlike altında. Pek çok köpekbalığı türünün nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıya. Peki, köpekbalıkları tükenirse ne olacak. Köpekbalıklarının tükenmesi demek, “ebemizinkini göreceğiz” demek. Çünkü köpekbalıkları sulardaki ekosistemin en tepesindeki canlı ve dolayısıyla sulardaki hayatın yönlendiricisi ve yöneticisi… Bu şu anlama geliyor. Köpekbalıkları olmazsa sulardaki hayat bitecek. Sulardaki hayat biterse de karalardaki hayat bitecek. Bu basit bir matematik hesabı… Daha fazla kâr, daha fazla para, daha fazla itibar hırsı içerisindeki insanlık kendi sonunu kendisi getirecek. Başka bir deyişle torunlarımızın katili olacağız.

Hep söyledik, söylemeye de devam edeceğiz kapitalizm sağlığa zararlıdır, kapitalizm öldürür.


-------------------------------------------------------------------------------------


*: Köpekbalığı birleşik sözcüğü aslında "köpek balığı" şeklinde yazılıyor. Çünkü birleşik sözcüğü oluşturan sözcüklerden birisinin "gerçek" anlamını devam ettiriyor olması ayrı yazılmasını gerektiriyor. Nitekim "balık" sözcüğü gerçek anlamını devam ettirmekte. Kural böyle diyor; ama ben "köpekbalığı" yazmayı tercih ettim. Ayrı yazmanın bu muazzam canlıya ayıp olduğunu düşündüm. "Köpek" ve "Balık". Cık! Olmuyor öyle. Bitişik yazınca tek bir kelime gibi algılıyor zihnim onu. Daha şık duruyor.

1 Aralık 2012 Cumartesi

Sigarasız Hayat

Sigarayı bıraktım. Üstelik iradeli bir insan da değilimdir ha. Dahası tembel ve disiplinsizim. Sigarayı terk edebildiğim için kendimle gurur duyuyorum bu yüzden. Gerçi uzunca bir süre sigara kullanmış herkes gibi benim de bu konuda temkinli konuşmam lazım. Daha önce de sigara bırakma deneyimi yaşamış ve maalesef tekrar başlamıştım. Bu yüzden hemencecik havaya girmemem lazım. İki ayı geçti sigarayı terk edeli; ama değil iki ay iki sene de olsa temkinli olmam da fayda var.



Sigarayı bırakmayı çok istediğim ve bu konuda kendimi-yaklaşık bir sene-hazırladığım için zor olmadı aslında bırakmak. Öyle bir anda kafasına esip bırakıveren insanlar var. Benim sigarayı bırakmam öyle olmadı. Uzun bir süre bırakma işini psikolojik olarak kafama yerleştirmekle uğraştım. Kendime sürekli “sigarayı bırak” telkininde bulundum. Ve bir hedef koydum kendime. Pek iradeli ve disiplinli bir insan olmadığım için bir şeyleri gerçekleştirebilmek adına çeşitli hedefler koyarım ara sıra. Genelde işe yarıyor.

Lakin bir hedef belirlemek de o kadar kolay bir iş değil. Gerçekten önemli bir tarih bulmak lazım ki kararın arkasında durabilsin insan. Düşündüm, taşındım; hayatımdaki en güzel ve anlamlı değişimle birlikte hayatıma bir artı daha katayım istedim ve sigarayı bırakma konusundaki hedefimi belirledim: “Evlenince bırakacağım.” Ve düğünümüzün ertesi günü bırakma kararımı uygulamaya geçtim. Fakat sevgili eşim bu kararımı biraz daha geciktirmemi söyledi. Balayımızı “sigarayı bıraktığım zaman” olarak hatırlamamı istemiyordu. Hem sigarayı bırakma psikolojisiyle uğraşırken balayını berbat etme ihtimalim de vardı pek tabi. Hanım haklıydı her zamanki gibi.:) Neticede bir hafta sonra-balayının bitiminde-aldığım karara uydum ve sigarayı bıraktım. Tahmin ettiğimden daha çabuk alıştım sigarasız hayata. Daha çok zorlanacağımı düşünmüştüm oysa ki. Önceden planlamamın ve bir tarihi kendime hedef olarak seçmemin bu süreci kolaylaştırdığını düşünüyorum.


Şimdi ki hedefim bir daha asla sigaraya bulaşmamak. Bir tane bile içersem sonrası için büyük bir tehdit oluşturur. Bu yüzden sevgili dostlarım olur a keyifli ya da efkârlı bir anımda-hele de içki masasında -unutursunuz da bir sigara uzatırsınız filan… Yapmayın öyle şeyler! Emeğimi zayi etmeyin. Çalışın “emek edin” sizin de olsun. Nazar etmeyin aslanım. Halla Halla!.. Herkesi sigarasız hayata davet ederim. Bek iyi bek güzel…


Gelelim bu postun(gönderinin) hikâyesine. Blogtaki son posttan bu yana uzun zaman geçmiş. Bu geçen zaman içerisinde pek çok şey yazmak istedim bloga. Ama bir türlü yazamadım. Çok yoğun olduğum zamanlar da oldu tabi; ama blogu iyice boşlayışımın asıl sebebi tembelliğimden başka bir şey değildir. Hep üşendim, hep üşendim. Kafamda tasarladığım, yazdığım yazılar hep orada kaldı. Klavyenin tuşlarına ulaşamadı bir türlü. Blogculuğu çok seven, bundan kopmak istemeyen birisi olarak bu yazı, “dönüş”ün şerefine yazılmıştır. Sigarayı bırakışımın ikinci ayı şerefine tekrar blog yazmaya başlayacağım diye “hedef” koymuştum kendime. Üç gün gecikmeyle de olsa -ki bir tembel için üç gün gecikme hiçbir şey sayılmaz- “sigarasız hayat”la bloga da geri dönmüş oluyorum.

Yeni başlangıç, yeni hayat, yeniden blog…:)