8 Ocak 2020 Çarşamba

BİR POLİSİYEDEN NE BEKLERİZ



Roman türleri arasında hak ettiği değer verilmeyen bir tür olarak görüyorum polisiyeleri. Sosyal, toplumsal meselelere diğerleri kadar değinmemeleri, her türlü okura hitap edebilmeleri sanki basit bir yere indiriyor polisiyeleri ciddi okurların gözünde. Sanki bütün kitaplar bize hayatın ve evrenin sırlarını vermeliymiş, okuduğumuz her kitabı altını çize çize okumalıymışız, kitap bize bir bakış açısı ya da bilgi kazandırmıyorsa okuduğumuz şeyi boşuna okumuşuz gibi bir hissiyat yaratılıyor zaman zaman. Halbuki kitaplar iyi zaman geçirme aracı da olabilir/olmalıdır. Zira kitap okuma alışkanlığı okumayı sevmekle başlar, bu da iyi vakit geçirmekle mümkündür. Bu yüzden sırf kolay okunuyorlar, ortalama okuyucuya hitap ediyorlar diye sabun köpüğü görmem ben polisiyeleri.


Zira müthiş bir emek ve zeka vardır her birinin ardında. Okunmasının kolay olması yazılmasının da kolay olduğu gibi bir algı yaratıyor belki de. Ama bunun çok yanlış bir düşünce olduğunu düşünüyorum. Hem ilginç gelecek bir konu bulmak hem de bunu daha da zor bir iş yaparak çarpıcı bir kurguyla okuyucuya sunmak öyle her babayiğidin harcı değildir. Eli kalem tutan herhangi bir kişinin de harcı değildir diye düşünüyorum. Bu iş gerçekten incelikli bir zeka ve ciddi bir kafa patlatma süreci gerektiriyor olmalı.


Bu alanda ürün verenlerin bir başka handikabı da okuyucu kitlelerini sürekli şaşırtmak zorunda olmalarıdır sanırım. Biri diğerinin kopyası bir polisiye roman yazamazsınız örneğin. Bu kimseyi tatmin etmez. Yani insanların polisiyelerden beklenti eşiği de bir hayli yüksektir. “Ah, biz bunu gördük.” “Haydi canım, bu konu işlendi.” “Bu da Sherlock olmaya özenmiş besbelli.” gibi birçok yoruma maruz kalınabilir. İnsanları gerçekten şaşırtmak zor bir iştir ve polisiye romancılardan da tam olarak beklenen budur.


İşte Alper Canıgüz’ün Cehennem Çiçeği adlı romanını elime aldığımda ben de benzer bir beklenti içindeydim içten içe. Bir öğrencimin elinde görmüştüm kitabı ve bu popüler polisiye yazarın kitaplarını çokça duymuş ve aslında epeyce de merak ediyor olmama rağmen, biraz da burun kıvırarak “Ah, bunu okuyorsun demek, nasıl güzel mi bari?” diye sormuştum çok fazla ilgi göstermemeye çalışarak. Öğrencim kitabı beğendiğini söyledi hatta bana tavsiye edip okumam konusunda ısrarcı olunca kırmamak için kabul ettim. Ve popüler kitaplara duyduğum alerjiden ötürü isteksiz bir şekilde “E, şaşırt bakalım haydi beni.” diyerek başladım kitaba.


Yazarın okuyucuyu şaşırtma yöntemi “Yok artık, bu kadarı da fazla!” dedirtti bana en başta. Zira romanda olayları çözen hafiyemiz 5 yaşında adı Alper Kamu olan bir veletti. 5 yaşında bir velet mi? Şüpheli bir cinayeti mi aydınlatacak? Bak sen! Bir çocuk pekala bir cinayetin/soruşturmanın/gizemin çözülmesine katkıda bulunabilir. Hatta bir hayvan bile bu katkıyı sunabilir. Ama bu genellikle bir tesadüf yoluyla ya da basitçe, çocukça bir şekilde olacaktır. Bizim mevzubahis roman kahramanımız Alper Kamu ise tam tabiriyle büyümüş de küçülmüş bir tip. 5 yaşında ama değme yetişkine taş çıkartacak bilgi birikimine, hayat tecrübesine ve kelime dağarcığına sahip. İcabında babasının rakısından tırtıklayan, delikanlılığın raconlarını bilen, kendinden yaşça büyük kadınlara aşık olan, ağzı bozuk bir tip şu Alper Kamu. Yani yeryüzünde böyle bir 5 yaşında çocuk bulamazsınız. Hal böyle olunca yazarın oluşturduğu bu karakter sizde gerçeklik hissini zedeliyor ve olan biteni ciddiye alamamaya başlıyorsunuz. Ama benim gibi her şeyi okuyabilen sabırlı bir okuyucu iseniz kitap bir süre sonra kendine has mizahı ve üslubuyla sizi sarmaya başlıyor.


Oluşturduğu mizahi evren ve kendisiyle de dalga geçme üslubu bakımından biraz Murat Menteş’in tarzına benzettim ben Alper Canıgüz’ün tarzını. “Aman be kardeşim, edebiyat yapıyoruz diye her şeyi de mi ciddiye alıcaz yani?” diyen bir tavır gibi geliyor bu bana. Nanik Edebiyat diyorum ben buna. Aslında böyle bir şey demiyorum. Bunu şu an uydurdum yazarken. Ve hoşuma gitti. Bundan sonra böyle diyeceğim ben buna. İşte Alper Canıgüz’ün bu acayip romanı ve muzır karakteri Alper Kamu tam olarak Nanik Edebiyatın temsilcileri.


Alper Kamu’nun adını meşhur Fransız yazar Albert Camus’dan aldığı çok aşikar zaten. Bir de kitabın tam olarak neresindeydi bilemiyorum ama şeytanla pazarlık etmekten bahseden belli belirsiz bir cümle vardı. Olay kurgusundan bağımsız, öyle herhangi bir diyalogun içinde geçiyordu. Hem bu isim benzeştirmesi hem de bu ruhunu şeytana satma mevzusundan hareketle son kertede benim kafamda oluşan şey Alper Kamu’nun ruhunu şeytana satan ya da bir şekilde Türkiye’de reenkarne olan Albert Camus’un bizzat kendisi olduğu yönünde. Ekşide okuduğum yorumlarda falan bundan bahseden pek kimseyi görmedim ama yazarın bu bilinçli benzeştirmesinin bir tesadüf olmadığı yönünde benim kanaatim. Yani neden 5 yaşında ama 35 yaşında gibi davranan bir hafiyemiz var sorusuna da belki bu şekilde cevap bulabiliriz.


Alper Kamu’nun afili konuşmaları, Canıgüz’ün sözcüklerle dans eden eğlenceli anlatımı ve başarılı kurgusuyla beraber tıkır tıkır işliyor kitap ve çabucak okutuyor kendini. Açıkçası ben bu hınzır Alper Kamu’ya ısındım ve belki de ileride başka maceralarını da okuyabilirim.

6 Ocak 2020 Pazartesi

Yaşasın Anılar Yaşasın Dinozorlar




Mîna Urgan’ın yaşamını anlattığı “Bir Dinozorun Anıları” kayıtsız kalınamayacak bir kitap. Kitabı okumadan önce hiç tanımadığınız Mîna Urgan’ı neredeyse her yönüyle tanır hale geliyorsunuz kitabı okuduktan sonra ve tanıştığınıza da memnun oluyorsunuz üstelik. Zira Mîna Urgan’ın ilgi çekici bir kişiliği ve çok ilginç bir hayatı var. İlgi çekici bir kişiliği var çünkü kadın olmanın başlı başına bir zorluk olduğu memleketimizde kadın kimliğinden hiç ödün vermeden dimdik bir hayat sürmüş. Çalışkan, üretken ve mücadeleci bir kişiliği var. Zıpır da bir insan kendisi, anılarından anladığımız üzere ele avuca sığmayan bir insanmış. Herkesle dost olup kendisini sevdirdiği için şeytan tüyü taşıdığını da söyleyebiliriz sanırım. Toplumsal konulara hep ilgi duymuş, tarafını hep belli etmiş; öncesinde TİP üyesi sonrasında ÖDP üyesi, inançlı bir sosyalist olarak sürdürmüş hayatını. Tanrıtanımazlığını hiç saklamamış, bunun da mücadelesini vermiş biri. Herkes gibi zaafları, bolca arızaları da olan biri ama dediğim gibi herkes gibi; hepimizde ne kadar varsa onda da o kadar var. Uzunca bir sürmüş ve bir gün ömrünün sonuna doğru, kendi tabiriyle bir dinozor* olduğunda oturup bu güzel anılarını yazmış. İyi ki de yazmış.

Kişiliği kadar ilginç hatta kişiliğinden daha ilginç de bir hayatı var. Kendisinin mücadeleciliğinden bahsettik övgüyle lakin “şanslı” biri olduğunu da es geçmemek gerekir. Tüm o güzel şeyleri başarabilmesini sağlayan bir avantajla gelmiş dünyaya. İstanbul’da, varlıklı ve köklü bir ailede doğmak başlı başına bir şans. Yani maça 1-0 önde başlarsanız, yani bir tuzu kuruysanız bir şeyleri başarmanız daha kolaydır. Köklü bir aileden geliyor dedik mesela. Hem öz babası Tahsin Nahit hem de üvey babası Falih Rıfkı Atay, döneminin önemli yazarları. Anne tarafı keza, varlıklı ve köklü bir aile. Mîna Urgan’ın annesi Şefika Hanım ise başlı başına bir fenomen. Yaptığı, söylediği her sözü adeta bir filozofun ağzından çıkma. Döneminin ilerisinde aydın bir babanın kızı olduğu için şanslı bir insan sayabileceğimiz ve babası sayesinde Avrupa gören, pek çok insan tanıyan, dil öğrenen Şefika Hanım; kızı Mîna Urgan gibi, üniversiteler okuyup profesör olmamış ama kitapta anlatılanlardan anladığımız kadarıyla hayat üniversitesinde ordinaryüs yapılacak bir insan. Zaten yazar da annesi için “diplomasız filozof” tabirini kullanıyor. Köklü bir aileden gelmesinin en büyük nimetlerinden biri de sanırım dönemin önemli pek çok yazarını, sanatçısını tanıma fırsatı bulmuş olması. Dönemin büyük edebiyatçılarıyla (Yahya Kemal, Necip Fazıl, Ahmet Haşim, Halide Edip vs.) ilgili de gerçekten bomba anıları var. Anlatmıyorum ki merak edip okuyun.

Cumhuriyet tarihimizin canlı bir tanığı olan Urgan’ın çağdaşı olup da tanımadığı, arkadaş olmadığı kimse yok gibi (Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Sait Faik vs.). Hepsiyle de bir dolu anısı var. Atatürk’le bile dans etmiş. Ötesi var mı?

Kitap altı çizilecek bir sürü şahane cümle ve anekdot da barındırmakta. Urgan’ın hayata ve insanlığa dair çok yerinde tespitleri var. Mizahi ve renkli dili, kıvrak kalemi kitabı çok kolay okunur hale getirmiş. Sıkılmadan okuyorsunuz, su gibi akıyor. Anı okumayı sevenlerin mutlaka okuması gerekir. Bu arada anı demişken, konuyu “anı” türüne dokunarak bitirelim.

Anı yazıları, bir edebi tür olmanın yanı sıra önemli birer tarihi belgedir de aynı zamanda. Mesela, Urgan’ın kitabını okuduğunuzda Türk siyasal tarihini bilmeyen biriyseniz eğer pek çok şey öğrenirsiniz. Bahsedilen olaylarla ilgili araştırma isteği uyandırır bu durum sizde. (6-7 Eylül Olayları, Varlık Vergisi, 27 Mayıs Darbesi, 147’liler, Kanlı 1 Mayıs, vb.) O yüzden yaptığı meslek ne olursa olsun, yazma pratiği olan her insan, oturup anılarını yazmalıdır. Yazmayı beceremeyen ama önemli dönemleri görmüş, önemli olayları yaşamış insanlar da anılarını usta kalemlere yazdırmalıdır. Kitabın girişinde Mîna Urgan da çok güzel bir şekilde değiniyor buna: “Anılarımı yazmaya başlarken seksen iki yaşına bastım. Bu işi tamamlamaya ömrüm vefa eder mi bilemem. Ama bunu deneyeceğim mutlaka. Çünkü belleksiz bir toplum olmamızı önlemek için, herkesin anılarını yazmasını yararlı buluyorum. Köşedeki bakkal gördüklerini kaydetse, sokağındaki evlerin nasıl apartmanlaştığını, orada oturanların ne gibi değişimlere uğradığını, kendi bakkaliyesinin nasıl markete dönüştüğünü anlatsa, bunlar bile ilginç olur bana kalırsa.”
*Dinozor: Çok yaşlı kimseler için kullanılır. Mecazen çağın gerisinde kalmış, kendini yenileyememiş manasındadır.