18 Ekim 2009 Pazar

Trevanian

Trevanian gerçek adıyla Rodney William Whitaker. Trevanian adını ilk olarak kitapçı raflarında görmüştüm(doğal olarak). Uzun yıllar tek bir kitabını bile okumamış olmama rağmen hep ucuz polisiye-macera romanları yazan bir yazar olarak kaldı kafamda. Bunun nedenini çok iyi bilmiyorum. Belki hakkında bir yerlerde yarım yamalak bir şeyler okumuştum. Muhtemelen de olumsuz şeylerdi. Belki de adı bana bunu çağrıştırmıştı. Gerçek bir ad olmadığı bir takma isim olduğu o kadar belliydi ki böyle bir ada sahip olan kişi ancak ucuz polisiye-macera romanları yazabilirdi.

Trevanian kitaplarıyla ilk tanışmam. Sanıyorum en ünlü kitabı olan “Şibumi”yle gerçekleşti. Bu kitap Trevanian hakkındaki ön yargılarımı kırmaya yetmemişti. Kötü bir kitap değildi kesinlikle hatta bazı bölümleri gayet keyif vericiydi; ama tipik bestseller mantığında işleyen bir kurgusu ve anlatımı vardı. Hımm, demiştim; demek ki bu Trevanian denilen vatandaş bu tarz yazıyor haa… Aslında bu bir hayal kırıklığı da sayılmazdı zira böyle kitapları da ziyadesiyle severim. Polisiyeleri, heyecanı üst seviyede tutan macera kitaplarını(yeter ki okunabilecek düzeyde edebi yönü olsun) severim. Ama nedense Trevanian’ dan beklediğim daha başka bir şeydi ve “Şibumi” bunu karşılamamıştı.



Yine de keşfedilmeye değer bir mecrada olduğumu düşünerek Trevanian’ ın iki kitabını daha edindim. Sırasıyla “Yirminci Mil” ve “Katya’nın Yazı” kitaplarını okudum. İşte o zaman “Şibumi”de vaat edilen ama beni doyurmayan okuma hazzını bu iki kitapta yakaladım. Karakter oluşturmadaki ustalık ve diyalogların sahiciliği benim bu iki kitabı sevmemdeki en önemli unsurlardı sanırım ve tabi ki Trevanian’ ın o muzip anlatımı…

Bu kitaplar bende daha fazla Trevanian okuma isteği uyandırdı ama bunun için bir süre bekledim, mal bulmuş mağribi gibi atlamak(çok salakça bir deyim bence bu ama kullanıverdim işte) sonraki okuyacağım kitapların lezzetini azaltabilirdi ve ben de yaklaşık bir süre sonra Trevanian’ ın iki kitabını daha edindim. “İnci Sokağı” ve “Hesaplaşma”.

İnci Sokağı’ nı yenice bitirdim. Aslında uzun süredir elimdeydi bu kitap ve bu kitaba haksızlık edecek kadar uzun süre süründü elimde(Allah bu internet, facebook denilen şeytan icatlarının belasını versin). Uzunca bir sürede okumuş olsam da gayet keyif aldım kitaptan. “Yirminci Mil”de ve “Katya’nın Yazı”nda sevdiğim Trevanian edebiyatı beni bu kitapta da hayal kırıklığına uğratmadı. Diğerleri kadar sürükleyici olmasa da bu kitap farklı bir edebi lezzet veriyor insana. Bir John Steinbeck, bir Jack London kitabı okuyormuş gibi hissediyorsunuz kendinizi. Kitabın sürükleyici olmamasının sebebi bir hikâye anlatmıyor oluşu. Bir hikâye yok kitapta bir hayat var. Otobiyografik diyebileceğimiz bir roman “İnci Sokağı”. Yazarın çocukluk anılarının roman estetiğinde harmanlanmış hali gibi. Ne kadarı kurgu ne kadarı gerçek bilemiyorum ama yazarın ölmeden önce yazdığı son kitaplarından biri olduğu düşünülürse ilerleyen yaşında çocukluğuna dair bu kadar çok ayrıntıyı hatırlaması olanaksız gibi geliyor insana. Gerçi belki Trevanian’ı da çocukluğuna geri döndüren Proust’un madlenleri gibi bir uyarıcısı vardır, bilinmez.

Kitabın kahramanı bir çocuk: Jean-Luc Pointe. Jean-Luc’un hikâyesi ekonomik buhran yıllarını ve İkinci Dünya Savaşı manzaralarını fona yerleştirerek anlatılıyor ve zamanın Amerika’sıyla ilgili bir yığın ilginç ve zaman zaman gereksiz ayrıntıyla besleniyor. Zaten kitabı etkileyici kılan da yazarın tüm o ıvır zıvırı siyah beyaz bir film izliyormuş hissi vererek, nostaljik bir gerçeklikle ustaca anlatması.




Kitabı okurken ilgimi çekmiş ve bir şekilde not almışım aşağıdakileri:

Bayan Cox, on dokuzuncu yüzyılın sonundan İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar olan dönemde hayatlarını kentsel gettoların, kasabaların, tek odalı kırsal okulların öğrencilerine bir şeyler öğretmeye adamış olan o harikulade, yalnız kadınlar kuşağındandı. Onların o kişisel fedakârlıkları, Amerikan kamu okullarındaki, eğitimi, tüm yapısal zaaflarına, organizasyon ve kaynak eksikliklerine rağmen etkili kılmış olan unsurdu. Bu eğitim fedailerinin çoğu hiçbir zaman evlenmemişti. Nice okulun bölgesinde, evlenmelerine izin bile yoktu. Başka kadınların evliliğe, anneliğe yönelttikleri, çağdaş kadınların ise ticarette, devlet hizmetlerinde ya da sanayide bir kariyer edinmeye harcadıkları, eskiden kadınlara açık olmayan ya da pek az açık olan alanlarda yer edinmeye hasrettikleri bütün enerji ve istidatlarını onlar peş peşe gelen öğrenci kuşaklarına yağdırırlardı. Bu laik azizlerin başarıları ne kadar büyük ve soylu olursa olsun, günümüzde aklı başında insanların hiçbiri, ihmale uğramış bir eğitim sistemini işerlikli kılabilme uğruna yeteneklerin böylesine sömürülmesine geri dönmeyi kabul edemez.”

“Tüketici Çağının şafağında ortaya çıkan televizyon, reality tutkunları için çok geçmeden sıradan bir uyuşturucu haline geldi. Mesajları beynin sansürünü aşıyor, doğrudan izleyicinin merkezi korteksine giriyordu. Çağdaş yaşamın çenesi hiç durmayan fon gürültüsüydü, her an ordaydı, hiçbir zaman önemli değildi, onu önemli bulanlar ancak, yalnızlık çekenler, aklı eksikler ve bir nedenle hasta-sakat dönemi geçirenlerdi.
Buna karşılık radyonun üstünlüğü, bizi kendine çekmesi, hayal gücümüzü meşgul etmesi, resimleri zihnimizin duvarlarına kendimiz yapalım diye biz zorlamsıydı. Radyoda yakışıklı bir adam sizin kendi yakışıklı adamınızdı. İyi yürekli kadın sizin kendi kafanızdaki iyi yürekli kadınınızdı. Güzel bir günbatımı sizin gün batımınız, sizin güzelliğinizdi. Haber yayınları dişli, hızlı ve güçlüydü, bilim önemli ve hayranlık uyandırıcı, mizah adamakıllı komik, tiyatrolar yürek burkan cinsten, macera programları ise, özellikle çocuklara yönelik olanlar, hayal gibi bir şeydi. Çocukları içine çekiyor, esir alıyor, meydan okuyor, korkutuyor, tümüyle tatmin ediyordu.


Tabii bu hediyeler, açlıkla arasında en az iki dolar be birkaç gün bulunan bir aile için hovardalık sayılırdı, ama çevrelerinde tüketim toplumu coşup taşarken yoksulluğa demir atmış insanların da durumla başa çıkma yöntemi buydu. Orta sınıftan insanların, bu fakirler yiyecek parası bile bulamazken çocuklarına lüks şeyler alıyor, diye yakındıklarını duyduğum zaman, hemen aklıma annemin bize hazırladığı zengin Noeller gelir, bunu sağlayabilmek için ailenin dağılması riskini bile göze aldığını hatırlarım. Ayağını yorganına göre uzatmak, bir burjuva değeridir, çünkü zenginlerin tasarruf etmeye değer bir şeyleri vardır. Fakirler alabildiğine harcar. Hayatlarının o renksiz dokusu üzerine biraz renk saçmak zorundadırlar. Aç olan, rüyasında kepekli pirinçle sebze görmez, görecekse pasta görür.”

“Oradan ayrılırken avucuma bir beş sent sıkıştırdı. Bunu hak edecek hiçbir şey yapmadığımı söyleyip itiraz ettim, ama o parmaklarımı paranın çevresine kapatıp bastırdı. Oradan ayrılırken içimden, iyi insanlar aslında kötü insanlardan daha fazla sorun yaratıyor, çünkü onlara karşı mücadele bile edemiyorsun, diye düşünüyordum.”

Sırada okunmayı bekleyen kitaplar var…

İnsanın Cehennemi İnsan

"İnsanın cehennemi insan..."

Tiyatrolar sezonu açtı. Biz de arkadaşlarla birlikte tiyatro sezonumuzu açmış olduk böylece. Bu sezon izlediğimiz ilk oyun Ergün Işıldar’ın yönetmenliğini yaptığı Sartre’ın “Gizli Oturum” adlı oyunuydu.

İşin açığı oyun saatine kadar oyunla ilgili tek bir fikrim yoktu. Sartre ve eserleri hakkında ya da varoluşçu felsefeye dair de pek bir şey bildiğimi iddia edemem. Bir sanat eserini iyi okumak, sindirebilmek ve ondan bir şeyler alabilmek için eserin yazarını tanımak onun düşünce yapısını bilmek de illa ki gerekli değil bence. Hele ki bu tiyatro gibi bire bir seyirciyle iletişim kuran bir sanat eseriyse bu gereklilik biraz daha azalıyor. Neticede oyunun sizde bıraktığı tesir sadece yazarın sözleriyle bitmiyor. Sahneye koyuluşuyla, oyuncularıyla hatta dekoru ve müziğiyle de seyirciyi uyarıp farklı yollardan ulaşabiliyor seyirciye.

Olaya buradan bakarsak “Gizli Oturum” bana ulaşan bir oyun oldu. Zevk aldım, öğrendim, sorguladım; ama yordu da beni. Çünkü oyunun içine girebilmek için uyanık olmamı da bekliyordu oyun benden, en azından sorgulayarak izlememi. Oyunun seyirciye ulaşmasını engelleyen temel eksiği ise bana göre anlatım tekniğindeki hantallıktı. Belki de bir felsefecinin elinden çıkma olduğu için zaman zaman seyirciye ağır gelen bir anlatım vardı ortada. Bunu şunun için önemsiyorum aslında. İnsanlığa dair evrensel şeyler söylemek ve dünyayı iyiye doğru evrimleştirmek sanatın görevlerinden biridir bence ve sanatın bu dönüştürücü gücünün kullanılabilmesi insanlara ulaşabilmesiyle sağlanacaktır ancak. O gün salonun yarısı boştu lakin dolu olsaydı da oyuna adapte olamayan çok fazla seyirci olacaktı sırf bu nedenden ötürü. Halk için yapılan sanat biraz daha halkın dilinden olmalı diye de düşünüyorum.

Cehennem çok ciddi bir imgelem. Hayatımızdaki varlığı tamamen din kavramıyla oluşan onunla birlikte anlam kazanan bir imgelem. Ve herkesin cennet ve cehennem imajı da farklıdır hiç kuşkusuz. Din kitaplarında çizilen bir tablo vardır cennet ve cehennem üzerine ama yine de bu ödül/ceza kavramları eninde sonunda bizim hayal gücümüz kudretinde vücut bulur dünyamızda. Cehennem tahayyülünde hep şuna benzer şeyler vardır: İnsanları cezalandırmak için kurulmuş türlü türlü düzenekler, alevler, kaynayan kazanlar, eli yabalı çirkin zebaniler vs.vs… Sartre’ın cehenneminde bunlar yok. İçinde üç adet koltuktan başka bir şey bulunmayan bir oda var. Üç kişi için-kendilerinin ve geçmişlerinin muhasebesini yapmak için buraya getirilmiş üç kişi-ayrılmış bir odacık. Hepsi bu. Sartre’ın cehennemi bundan ibaret. Ha tabi bir de oyunda “garson” diye geçen ve tek görevi gelenleri odalarına yerleştirmek olan sevimli zebani var.

Oyun bu üç kişiyi aynı mekana yerleştirdikten sonra başlıyor aslında. Oyun içinde bir oyun başlıyor. Garcin, Etselle ve Ines bir arenada dövüşen gladyatörler misali dövüşüyorlar bilinçaltlarıyla. Biri erkek ikisi kadın bu üç kişi niçin cehennemde olduklarının cevabını bulmaya aslında birbirlerine söyletmeye çalışıyorlar bu noktadan sonra. Kendilerine bile itiraf etmekte zorlandıkları günahları, zaafları ve ihtirasları gün yüzüne çıktıkça hepsinin maskesi düşüyor birer birer. Biz de seyirci olarak popüler kültürün bizi alıştırdığı “biri bizi gözetliyor” iştahıyla birbirlerine düşüşünü izliyoruz bu insancıkların.

Ve sonunda anlıyorlar ki cehennemi zaten hayattayken yaşadılar. Doymak bilmeyen ihtiraslarıyla, kendini kollama içgüdüsüyle söylenen yalanlarıyla, yapılan eziyet ve günahlarıyla sadece kendini “var etme” diğerlerini “alt etme” çabası içerisindeki insanoğlu hem kendisinin hem de diğerlerinin cehennemi oluyordu zaten yaşarken. Öldükten sonra yeni bir cehenneme ihtiyaç kalmıyordu böylece.

Künyesi
Gizli Oturum
Yazan: Jean Paul Sartre
Yöneten: Ergün Işıldar
Oyuncular: Ece Okay, Özge Önder, Emre Narcı, Osman Gidişoğlu
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları