Trevanian gerçek adıyla Rodney William Whitaker. Trevanian adını ilk olarak kitapçı raflarında görmüştüm(doğal olarak). Uzun yıllar tek bir kitabını bile okumamış olmama rağmen hep ucuz polisiye-macera romanları yazan bir yazar olarak kaldı kafamda. Bunun nedenini çok iyi bilmiyorum. Belki hakkında bir yerlerde yarım yamalak bir şeyler okumuştum. Muhtemelen de olumsuz şeylerdi. Belki de adı bana bunu çağrıştırmıştı. Gerçek bir ad olmadığı bir takma isim olduğu o kadar belliydi ki böyle bir ada sahip olan kişi ancak ucuz polisiye-macera romanları yazabilirdi.
Trevanian kitaplarıyla ilk tanışmam. Sanıyorum en ünlü kitabı olan “Şibumi”yle gerçekleşti. Bu kitap Trevanian hakkındaki ön yargılarımı kırmaya yetmemişti. Kötü bir kitap değildi kesinlikle hatta bazı bölümleri gayet keyif vericiydi; ama tipik bestseller mantığında işleyen bir kurgusu ve anlatımı vardı. Hımm, demiştim; demek ki bu Trevanian denilen vatandaş bu tarz yazıyor haa… Aslında bu bir hayal kırıklığı da sayılmazdı zira böyle kitapları da ziyadesiyle severim. Polisiyeleri, heyecanı üst seviyede tutan macera kitaplarını(yeter ki okunabilecek düzeyde edebi yönü olsun) severim. Ama nedense Trevanian’ dan beklediğim daha başka bir şeydi ve “Şibumi” bunu karşılamamıştı.
Yine de keşfedilmeye değer bir mecrada olduğumu düşünerek Trevanian’ ın iki kitabını daha edindim. Sırasıyla “Yirminci Mil” ve “Katya’nın Yazı” kitaplarını okudum. İşte o zaman “Şibumi”de vaat edilen ama beni doyurmayan okuma hazzını bu iki kitapta yakaladım. Karakter oluşturmadaki ustalık ve diyalogların sahiciliği benim bu iki kitabı sevmemdeki en önemli unsurlardı sanırım ve tabi ki Trevanian’ ın o muzip anlatımı…
Bu kitaplar bende daha fazla Trevanian okuma isteği uyandırdı ama bunun için bir süre bekledim, mal bulmuş mağribi gibi atlamak(çok salakça bir deyim bence bu ama kullanıverdim işte) sonraki okuyacağım kitapların lezzetini azaltabilirdi ve ben de yaklaşık bir süre sonra Trevanian’ ın iki kitabını daha edindim. “İnci Sokağı” ve “Hesaplaşma”.
İnci Sokağı’ nı yenice bitirdim. Aslında uzun süredir elimdeydi bu kitap ve bu kitaba haksızlık edecek kadar uzun süre süründü elimde(Allah bu internet, facebook denilen şeytan icatlarının belasını versin). Uzunca bir sürede okumuş olsam da gayet keyif aldım kitaptan. “Yirminci Mil”de ve “Katya’nın Yazı”nda sevdiğim Trevanian edebiyatı beni bu kitapta da hayal kırıklığına uğratmadı. Diğerleri kadar sürükleyici olmasa da bu kitap farklı bir edebi lezzet veriyor insana. Bir John Steinbeck, bir Jack London kitabı okuyormuş gibi hissediyorsunuz kendinizi. Kitabın sürükleyici olmamasının sebebi bir hikâye anlatmıyor oluşu. Bir hikâye yok kitapta bir hayat var. Otobiyografik diyebileceğimiz bir roman “İnci Sokağı”. Yazarın çocukluk anılarının roman estetiğinde harmanlanmış hali gibi. Ne kadarı kurgu ne kadarı gerçek bilemiyorum ama yazarın ölmeden önce yazdığı son kitaplarından biri olduğu düşünülürse ilerleyen yaşında çocukluğuna dair bu kadar çok ayrıntıyı hatırlaması olanaksız gibi geliyor insana. Gerçi belki Trevanian’ı da çocukluğuna geri döndüren Proust’un madlenleri gibi bir uyarıcısı vardır, bilinmez.
Kitabın kahramanı bir çocuk: Jean-Luc Pointe. Jean-Luc’un hikâyesi ekonomik buhran yıllarını ve İkinci Dünya Savaşı manzaralarını fona yerleştirerek anlatılıyor ve zamanın Amerika’sıyla ilgili bir yığın ilginç ve zaman zaman gereksiz ayrıntıyla besleniyor. Zaten kitabı etkileyici kılan da yazarın tüm o ıvır zıvırı siyah beyaz bir film izliyormuş hissi vererek, nostaljik bir gerçeklikle ustaca anlatması.
Kitabı okurken ilgimi çekmiş ve bir şekilde not almışım aşağıdakileri:
“Bayan Cox, on dokuzuncu yüzyılın sonundan İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar olan dönemde hayatlarını kentsel gettoların, kasabaların, tek odalı kırsal okulların öğrencilerine bir şeyler öğretmeye adamış olan o harikulade, yalnız kadınlar kuşağındandı. Onların o kişisel fedakârlıkları, Amerikan kamu okullarındaki, eğitimi, tüm yapısal zaaflarına, organizasyon ve kaynak eksikliklerine rağmen etkili kılmış olan unsurdu. Bu eğitim fedailerinin çoğu hiçbir zaman evlenmemişti. Nice okulun bölgesinde, evlenmelerine izin bile yoktu. Başka kadınların evliliğe, anneliğe yönelttikleri, çağdaş kadınların ise ticarette, devlet hizmetlerinde ya da sanayide bir kariyer edinmeye harcadıkları, eskiden kadınlara açık olmayan ya da pek az açık olan alanlarda yer edinmeye hasrettikleri bütün enerji ve istidatlarını onlar peş peşe gelen öğrenci kuşaklarına yağdırırlardı. Bu laik azizlerin başarıları ne kadar büyük ve soylu olursa olsun, günümüzde aklı başında insanların hiçbiri, ihmale uğramış bir eğitim sistemini işerlikli kılabilme uğruna yeteneklerin böylesine sömürülmesine geri dönmeyi kabul edemez.”
“Tüketici Çağının şafağında ortaya çıkan televizyon, reality tutkunları için çok geçmeden sıradan bir uyuşturucu haline geldi. Mesajları beynin sansürünü aşıyor, doğrudan izleyicinin merkezi korteksine giriyordu. Çağdaş yaşamın çenesi hiç durmayan fon gürültüsüydü, her an ordaydı, hiçbir zaman önemli değildi, onu önemli bulanlar ancak, yalnızlık çekenler, aklı eksikler ve bir nedenle hasta-sakat dönemi geçirenlerdi.
Buna karşılık radyonun üstünlüğü, bizi kendine çekmesi, hayal gücümüzü meşgul etmesi, resimleri zihnimizin duvarlarına kendimiz yapalım diye biz zorlamsıydı. Radyoda yakışıklı bir adam sizin kendi yakışıklı adamınızdı. İyi yürekli kadın sizin kendi kafanızdaki iyi yürekli kadınınızdı. Güzel bir günbatımı sizin gün batımınız, sizin güzelliğinizdi. Haber yayınları dişli, hızlı ve güçlüydü, bilim önemli ve hayranlık uyandırıcı, mizah adamakıllı komik, tiyatrolar yürek burkan cinsten, macera programları ise, özellikle çocuklara yönelik olanlar, hayal gibi bir şeydi. Çocukları içine çekiyor, esir alıyor, meydan okuyor, korkutuyor, tümüyle tatmin ediyordu.”
“Tabii bu hediyeler, açlıkla arasında en az iki dolar be birkaç gün bulunan bir aile için hovardalık sayılırdı, ama çevrelerinde tüketim toplumu coşup taşarken yoksulluğa demir atmış insanların da durumla başa çıkma yöntemi buydu. Orta sınıftan insanların, bu fakirler yiyecek parası bile bulamazken çocuklarına lüks şeyler alıyor, diye yakındıklarını duyduğum zaman, hemen aklıma annemin bize hazırladığı zengin Noeller gelir, bunu sağlayabilmek için ailenin dağılması riskini bile göze aldığını hatırlarım. Ayağını yorganına göre uzatmak, bir burjuva değeridir, çünkü zenginlerin tasarruf etmeye değer bir şeyleri vardır. Fakirler alabildiğine harcar. Hayatlarının o renksiz dokusu üzerine biraz renk saçmak zorundadırlar. Aç olan, rüyasında kepekli pirinçle sebze görmez, görecekse pasta görür.”
“Oradan ayrılırken avucuma bir beş sent sıkıştırdı. Bunu hak edecek hiçbir şey yapmadığımı söyleyip itiraz ettim, ama o parmaklarımı paranın çevresine kapatıp bastırdı. Oradan ayrılırken içimden, iyi insanlar aslında kötü insanlardan daha fazla sorun yaratıyor, çünkü onlara karşı mücadele bile edemiyorsun, diye düşünüyordum.”
Sırada okunmayı bekleyen kitaplar var…
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder