18 Eylül 2010 Cumartesi

Referandum Savaşı

Büyük Zaferler

Başbakan o gün beyaz elbisesini giydi, iki rekat namaz kıldı, atının kuyruğunu kendi elleriyle bağladı. Seçmenlerine, "Şu anda ben de sizin gibi sıradan bir vatandaşım, eğer yenilirsek bu beyaz elbise kefenim olacak" dedi. Bunun üzerine seçmenler sandıklara hücum etti.

İki ordu referandum denilen yerde karşılaştı.

Hayırcıların ordusu Evetçilere oranla çok daha kalabalıktı. Ancak Hayırcı ordusundaki ülkücüler müslümanlarla savaştıklarını görünce karşı tarafa geçtiler.

O gün başbakan büyük bir zafer kazandı. Hayırcı ordusu bertaraf edilmiş, Kılıçdaroğlu Beyi esir alınmıştı.

Başbakan o akşam "Evetçiler de Hayırcılar da kazanmıştır" dedi. Kılıçdaroğlu'na çok iyi davrandı, bir süre misafir ettikten sonra serbest bıraktı.

Zafer günü bütün illerde bayram ilan edildi.

Referandum Zaferi hem Türk Alemi hem de Dünya tarihi bakımından çok büyük bir önem taşımaktadır.

Sonuçları:

* Demokrasinin kapıları Türklere açıldı.
* Demokrasinin bir Türk yurdu olduğu kesinleşti.
* Demokrasi bir Türk gölü oldu.
* Vesayet çağı kapandı, rönesans başladı.
* Skolastik düşünce değerini yitirdi.
* Düşünen, araştıran, evlenen 3 çocuk yapan insan tipi ortaya çıktı!
* İktidarla muhalefet arasında bir antlaşma imzalandı. Buna göre; Chp lideri Başbakan Yardımcısına denk sayılacak, Br başkan birbuçuk başbakan sayılacak, boykot edenler 242 milyon lira savaş tazminatı ödeyecek, kısmet olursa seçimden sonra yeni anayasa yapılacak.

(Cem Dinlenmiş, Penguen dergisi, her şey olur köşesi)

16 Eylül 2010 Perşembe

Halkın kararına saygılıyım ama bir o kadar da kaygılıyım

Evetti, hayırdı derken o rüzgârda esti geçti. Elimizde kalan bir avuç bayağı tartışmadan ibaret. Benim şahsi oyum hayırdan yanaydı; lakin evet verenler cahildir, şakşakçıdır, hayırcı 18 ilden gerisinde yaşanmaz kardeşim diyerek tartışmanın da doğru olmadığını düşünüyorum.

Neticede ezici çoğunlukla olmasa bile halk kararını vermiştir. Maalesef durum böyle.

Ama bu çarkı tersine döndürmenin yolu doğru bildiklerini bıkmadan usanmadan anlatmak ve tabi ki seviyeyi düşürmeden, ötekileştirmeden, kutuplaştırmadan tartışmaktır. O %58'in içinde kendi düşüncene kazanabileceğin milyonlarca insan olduğunu unutursan sürekli kaybetmeye mahkum olursun.

11 Eylül 2010 Cumartesi

"11'e 10 kala" ve Düşündürdükleri

Yaşadığımız çağ tüketim üzerine kurulmuş. Büyük bir hızla ve hiç durmadan tüketiyoruz. Aslında değişimin değişmezliğinden yola çıkarak sürekli bir tüketim içerisinde olmamız çok da yadırganacak bir durum değil. Sonuçta eskiyenin yerine yeninin gelmesi doğanın kanunu bir yerde. Ama günümüz insanının tüketim potansiyeli sıklıkla zikrettiğimiz üzere bir çılgınlığa dönmüş durumda. Tüketimimizi belirleyen temel unsur gereksinimlerimiz değil artık. Çoğunlukla ya modası geçtiği gerekçesiyle ya da reklamlarının albenisine kapılarak yeni şeyler alıyor, tüketiyoruz.



Bu durumun mevcut ekonomiyi canlandırdığını varsayarak avutabiliriz kendimizi ama iş aslında o kadar basit değil. Bu tüketme ve sürekli daha yenisine sahip olma hırsı, parasıyla bütün maddi hazları satın alabileceğini zanneden insanoğlunun manevi dünyasında da kara delikler oluşturuyor. Maddi dünyanın doğal bir davranış haline dönüştürdüğü kontrolden çıkmış tüketiciliğimiz, manevi dünyamıza da sıçrıyor bir zaman sonra ve insana-insanlığa dair var ettiğimiz bütün erdemleri de birer tüketim maddesi olarak görüp harcamaya başlıyoruz sonunda. İnsanı insan yapan sadakat, hoşgörü, yardımlaşma vs. gibi güzel değerlerin zamanla yok oluyor olmasının bir açıklaması olması gerekir değil mi. Bunların çağın insanı için nostaljik birer duygudan ibaret kalmasında bu tüketim sapkınlığının payı olduğu aşikar. Manevi değerler maalesef maddi değerler gibi tekrar üretilemediğinden tüketildikçe azalıyor ve yenilenemiyor da.



“11’e 10 Kala” adlı filmi izlerken aklıma hep bunlara benzer düşünceler üşüştü. Filmin ana kahramanı olan Mithat Esmer tutkulu bir koleksiyoncu. İnsana dair ne varsa toplayan ve topladıklarıyla zamanı donduran bir gönül adamı kendisi. Tüketmeyi değil; saklamayı, biriktirmeyi kutsayan bir eski zaman insanı Mithat Esmer. Filmde de bizzat kendisini oynuyor. Filmin yönetmeni Pelin Esmer amcasının hayatından esinlenerek kurmaca bir senaryo çıkarmış ortaya. Senaryo kurmaca olmasına kurmaca ama karakterler sahici senaryoya ilham veren hayat sahici bu yüzden amcası Mithat Esmer karakterini bizzat yine amcasına oynatmış ve çok da iyi yapmış. Çünkü 83 yaşındaki Mithat amca o kadar doğal ki filmi bir belgesel tadında izliyorsunuz zaman zaman. Mithat Esmer’e Kapıcı Ali rolünde Nejat İşler eşlik ediyor. Film de zaten bu iki karakterin arasındaki ilişki üzerinden yürüyor. İnsanların sadece daha fazla para, daha fazla konfor peşinde koştuğu, tüketimin inanılmaz boyutlara eriştiği bir zamanda nesli tükenmiş bir insan olarak yaşam savaşı veriyor Mithat Bey. Bu savaşı sırasında çevresindeki insanların ahmaklıklarına, insafsızlıklarına ve riyakarlıklarına karşı mücadele ediyor. Koca ömrü boyunca biriktirdiği onca materyalle birlikte tarihi koklayarak yaşıyor kendi dünyasında. Bir süre sonra o dünyaya Ali’yi de çekiyor. Bu iki zıt karakterin hikayesi beklenmedik bir sonla bitiyor(Orasını söylemeyelim, izlemek isteyenler olabilir.)



“11’e 10 Kala” mutlaka izlenmesi gereken bir film. Yönetimiyle, senaryosuyla, diyaloglarıyla ve en önemlisi düşündürdükleriyle muazzam bir sinema deneyimi. Lakin tüketim maddesi olarak çok rağbet görmeyeceğinden dolayı(!) festivaller ve birkaç sinema salonu dışında bu film gösterilmedi ve gösterimden de çoktan kalktı. Ben de sinemada izleme fırsatını bulamamıştım. CD’den izledim, DVD’si de çıkmış olsak gerek piyasaya. Türk televizyonlarında bu filmi izleme şansı bulur muyuz o da biraz şüpheli. Ama bu film aklınızın bir köşesinde bulunsun. Bir şekilde izleme fırsatı elinize geçerse sakın kaçırmayın.

filmle ilgili bilgilere göz atıp fragmanını da izleyebilmek için şuraya tıklayabilirsiniz

9 Eylül 2010 Perşembe

İyi Bayramlar Madem

Öbür bayram daha güzel.. Kavurma yiyoruz hiç olmazsa..:))
Yine de bayram bayramdır.. O zaman herkese iyi bayramlar...



(Bayram yapan karıncalar:)))

5 Eylül 2010 Pazar

Laik Nedir, Ne Değildir ?

Toplumun farklı kesimlerinin bu konuyla ilgili pek çok farklı yorumu vardır. Hem laik hem dindar olunabilir mi gibi pek çok tartışma yaşanmıştır. Bana sorarsanız olunabilir. Zira dindar olmak kendi inandığı değerler çerçevesinde başkalarına da saygı duyarak yaşamaktır. Dini, kendi emelleri uğruna kullanan siyasi iktidarların ise dindar olduğunu düşünmüyorum; dahası böyle bir yaklaşımın insanların kalbindeki uhrevi duyguları örselediğini, insanları dindarlıktan yobazlığa doğru ittiğini düşünüyorum. Hatta vakti zamanında şimdinin demokrasi şövalyeleri(!) “halk isterse tabi ki laiklik elden gidecektir” filan gibi müthiş tespitlerde bulunmuşlardır bununla ilgili ki onlar dindar değil kindardır olsa olsa. Dine bakış açıları gayet dar olduğu için belki sadece bu açıdan onlara dinDAR da diyebiliriz. Bu çok su götürür bir tartışmadır aslında. Biz burada şöyle bir durup Cevat Şakir KABAAĞAÇLI’ya nam-ı diğer Halikarnas Balıkçısı’na kulak verelim. Laiklik’in aslında ne olduğunu ve sonraları din anlayışıyla beraber neye evrildiğini bu büyük Anadolu filozofundan okuyalım.



“Kimileri laik sözünü dinsiz anlamına alırlar. Oysa “laik” sözü “papaz” sözünün tam karşıtıdır. Papazlık olmasaydı laiklik olmazdı. Laik sözü Latince “Laicus” ve Helencede de halk anlamına gelen “Laos” sözündendir. “Laik” papaz olmayan ve halktan olan demektir. Papazların mesleği dindir. Yani nasıl ki bir yargıcın mesleği yasaları bilmekse, bir doktorun mesleği de hastayı iyi etmekse papazın da mesleği , dindir. Ama İslamda din meslek değildir bir inançtır. Bir adam ya Müslümandır, ya da değildir, ama hiçbir zaman, “din adamı”, “kutsal adam” değildir, çünkü papaz değildir. Papazdan başka ne kadar Hristiyan varsa laiktir. İslamda kutsal adam yani papaz olmadığına göre Müslüman zaten laiktir.


Ad takma işlemini yani vaftizi ancak papaz yapar. Vaftizsiz insan hristiyan sayılmaz. Oysa bir çocuğa herhangi bir Müslüman ad takabilir. Nikahı mutlaka papaz kıyar ama İslamda herkes nikah kıyabilir. Hristiyanlıkta ayini ancak papaz yaptırır, İslamda herhangi biri namaz kıldırabilir. Bir papaz bir Hristiyanı aforoz ederek Hristiyanlıktan çıkarabilir. Müslümanım diyen bir imam ya da hocanın haddine mi düşmüş ki kendisine Tanrı payesi vererek Müslümanlıktan çıkarsın!


Din ve imanın ruhu olan şu ayet vardır: “Ene inde zanne abdi bih”, yani “ben kulumun zannı katındayım”, ya da “ kulum benim ne olduğumu zannediyorsa ben oyum”, diyor Tanrı. Bu ayet kesindir, şu ya da bu yolda tefsir edilemez. Buna göre Tanrı ile kul arasına girilemez. Birisi tanrıya değin fikrini başkasına bildirebilir, ama bu fikrini başkasına zorlayamaz. “Mutlaka böyle düşüneceksin, böyle inanacaksın” diyemez ve öyle düşünmediği içi suçlayamaz. Çünkü insana yaradanınca verilmiş bir hakkı inkâr etmiş olur. Softalar İslam düşüncesinin bu hürlüğünü hasır altı ederek ayinlere değin yüzeydeki mekanik hareketleri dinin temel doğmaları sayarlar. Böylece içtihat kapısının hep açık olduğuna ve Tanrıyla kul arasına girilmeyeceğine dair sözler hep boş laftan ibaret kalır.


Örneğin namaz aslında bir saygı duruşudur. Hayat bir mucizedir. İnsanın en değerli şeyi hayatıdır. Yaşadıkça insanın yüklendiği sorumluluğu anlamasıdır. Hayatın değerlenmesi, haksızlıkların ortadan kaldırmaya çabalanması, çirkinliklerin giderilmesi, güzelliklere güzellik katılması gerektir. İnsanın, varlığın ortasında, varlığın bir parçası olan kendisini ve varlığın haysiyetini bilmesi ve koruması içindir namaz. Bu saygı duruşunun düşündürdükleri ve duyurdukları bir yana atılır. Namazda nasıl durulacak; eller sallanacak mı, bir sallayıp iki mi yatılacak, bir yatıp iki mi bağlanacak eller, işte bunlar ve bunlar gibi şeyler imanın önemli konuları sayılarak dinin erkanı yerine geçer. Amaç saygı duruşu değil sevap istif etmek, cenneti sağlama bağlamaktır.


Bir de “ebaen ceddin” yani babadan atadan Müslüman olduklarıyla koltuk kabartanlar vardır. İman, yani inanç, mal masat, tarla takka, sığır sıpa değil ki babadan atadan kalsın. İnsanın babası da söylemiş olsa söylenen acaba gerçek mi diye düşünecektir. Bu “düşünce” şüphedir. Şüphe yarım bir dairedir. İkinci kavis gerçek olduğunu anlamadır. Eğer baba ve atanın söylediklerine inanmak gerekseydi Hazreti Muhammed ve ilk Müslümanlar putperest olarak kalırlardı.


İslamlık doğuşunda laik yani halkçı olduğundan pek doğal olarak, temelde sol eğilimlidir. Ebubekir, Ömer gibi ilk halifelerde bir imparatorluk, sultanlık taslanışı, bir kutsallık iddiası, bir papazlaşma görülmez hiç. Böyle yeltenişlere Emevilerde rastlanılır. Ömer’le kölesinin tek deveye sırayla binerek Kudüs’e varışı, devletin ilkel demokratik bir nitelikte olduğunu gösterir. Hazreti Muhammed zamanında, makine çağına ve onun sonucu yeni ekonomik ve sosyal düşüncelerin uygulanmasına daha 1400 yıl vardı. Ama o zaman bile kölelerin azat edilmesi başlıca sevaplardan sayılırdı. Faizle kumardan elde edilen kazançlar emek ürünü olmamasından yasaklanmıştı. Bu böyle olunca emekçinin yarattığı değerin hiç emek harcamamış olan para babaları tarafından yutulması –o gün kapitalizm olsaydı- pek doğal olarak lanetlenirdi. İlkel de olsa bu sosyal ve ekonomik düzenleme eğilimi Arap halifeleri zamanında durdu. Anadolu’da Sultan Osman’dan önce ve imparatorluğun gelişme devrinde-heteredoks Türk tarikatlarının etkisiyle- Ahiler adı altında bir Osmanlı sendikalizmi(daha ziyade bir guild sosyalizmi) gelişmişti. Ama sonraki sultanlar Ahi örgütleri sayesinde kuvvetlenince, o örgütü ortadan kaldırdılar. İşçi loncaları Ahi örgütünün gölgesi bile değildi. Ahilerin lağvıyla tutucu bağnaz Ortodoks softalar güçlenerek alabildiğine yobazlaşıp papazlaştılar.


İmam hatip okulları, din dersleri, hafız ve hatip kursları, mecelle, icazetler hep bir yana bırakılmalıdır-çünkü teferruata girmeden söylenebilir ki- bunların hemen hemen tümü de-dinle ilgisi olmayan-papazlığı dine sokmak ve bu araçla devlete el koymak çabasındandır. Böyle bir el koyuşun da ne sonuca vardığı yüzyıllardan beri denenmiştir. Sonuç şudur! Tüm İslam alemi-bu arada Osmanlı İmparatorluğu ve Arap alemi-geri kalmış ve batı imparatorluklarının sömürgesi hatta kölesi olmuştur. Her insaflı ve iyi niyetli insanın tüyleri korkuyla ürperir bu sonucu düşündükçe.


Yazının başında laikliğin papazlık karşıtı olduğu anlatıldı. İslamlık aslında laik idi. Çünkü dini tekeline alan bir papazlık örgütü yoktu. Ama yobazlığın papazlaşmasıyla din kafalarca yaşayıcı ve canlı bir inanç olacağına, yobaz kafalarının dar çerçevesinde betonlaştırılıp donduruldu. Bunun için laiklik gerekti. Din anlayışına yobazlığın çektiği ilk set Kuran ve hadislerin-kimsenin anlamadığı-Arapça okunmasında direnilmesidir. Sonra Kuran surelerin uzunluk sırasıyla okunması zorunluluğu ikinci bir settir. Oysa sureler ve hadisler söylenmiş oldukları tarih sırasıyla verilmelidir. Hangi surenin, hangi olaylardan sonra söylendiği belirtilmelidir. Bunların hepsi de Türkçeye çevrilerek halkın anlayışına serilmelidir. Her okuyanın bunları anlayışına göre tefsir etmesi serbest olmalıdır. Herkes anladığını baskı yapmadan başkasına anlatabilmelidir. Çünkü tanrı “Kulum beni ne sanıyorsa oyum” der. Bu tartışmayla din ölü bir görenek olmaktan çıkar, kafalarda canlı ve yaşayıcı bir inanç olur.”




* Halikarnas Balıkçısı’nın Düşün Yazıları adlı kitabındaki Papazlık ve Laiklik adlı kitabından yaptım alıntıları. Yazının orijinali daha uzundu ben okurken altını çizdiğim kısımları buraya aktardım, bu yüzden yazıdaki düşünce akışında çeşitli sorunlar gözlemlenebilir.