15 Mart 2019 Cuma

DEMOKRASİ MÜCADELESİYLE GEÇEN BİR HAYAT




Zekeriya Sertel, Cumhuriyet tarihinin en önemli gazetecilerinden biri. Kendisi tam bir efsane. Anılarını anlattığı “Hatırladıklarım” adlı kitabı elime tesadüfen geçti. Daha önce Sabahattin Ali’yi ve Nazım Hikmet’i anlatan kitaplarda adını sıkça duyduğum bir isim olan Sertel’in hayatını büyük merak içerisinde okudum. İşte kitaptan kalan notlar.


• Gazeteciliğin duayenlerinden biri. Amerika’da gazetecilik okumuş. Bu anlamda sanırım okullu ilk gazetecimiz.
• Cumhuriyet gazetesinin kurucularından. Dönemin önemli mecmuası Resimli Ay’ı, önemli gazeteleri Son Posta’yı ve Tan’ı çıkarıyor.
• Cumhuriyet’in ilk Basın-Yayın Genel müdürlerinden. Bu görevde çok uzun süre kalamıyor çünkü cesur ve sözünü sakınmayan biri olduğundan Ankara tutulmuyor.
• Bağımsız gazeteciliğin öncülerinden biri. Bağımsız kalabilmek için hayatı boyunca hep bir demokrasi mücadelesi vermiş. Tek parti döneminden çok çekmiş, pek çok kez hapse atılmış. Demokrasi mücadelesi vermenin bedelini ödemiş.
• Tan gazetesini çıkarırken matbaası faşistler tarafından basılıyor ve yerle bir ediliyor. Eşiyle beraber canlarını zor kurtarıyorlar. Saldırıya uğrayan kendileri olmasına rağmen yargılanan yine kendileri oluyor, sonrasında da yaşadıkları hukuksuzluklar ve yıldırmalardan ötürü ailesini ve kendi canını kurtarmak için yurt dışına gitmek zorunda kalıyor.
• Hayatının son 28 yılını gurbette geçiriyor. Yasalara ve insan haklarına aykırı bir uygulamayla ülkeye dönmesine izin verilmiyor. Ancak 1977 yılında 87 yaşında iken tekrar dönebiliyor Türkiye’ye.
• Gazeteci olduğu için dönemin tüm önemli şahsiyetleriyle tanışıyor. Sanat ve edebiyat camiasından pek çok ismin de yakın arkadaşı. Özellikle Nazım Hikmet’in çok yakın arkadaşı. Sabahattin Ali’yle de yakınlar. Aziz Nesin gazeteciliğe onun yanında başlıyor ve ondan büyük destekler görüyor.
• Nazım Hikmet’le hiçbir zaman kopmuyorlar. Yurt dışında da görüşüyorlar. Nazım’ın ölümünden sonra Nazım’la ilgili iki kitap yazıyor.
• Dürüst ve korkusuz biri. Atatürk’le bile çatıştığı dönemler olmuş, bu yüzden zaman zaman başı belaya da girmiş ama hatıralarında bu yaşadıkları çatışmalara rağmen Atatürk’le ilgili olumlu ve övücü sözler sarf ediyor.
• İnönü dönemiyle ve İnönü ilgili ise çok öfkeli, çünkü bu dönemde çok çekiyor. Bir sürü haksızlığa ve hukuksuzluğa maruz kalıyor.
• Osmanlı’nın yıkılışını, 2.Meşrutiyet’i, T.C.nin kuruluşunu, Balkan Savaşları’nı, 1. ve 2. Cihan Harplerini görüyor, yaşıyor. O dönemleri yaşayan pek çok insan gibi bin bir zorluk çekiyor. Hayal bile edemeyeceğimiz derecede zor yaşantılar bunlar.
• O zorlukları yaşadıkları için olsa gerek, bu kuşaklar felaket dayanıklı ve çılgın idealist. Defalarca kez yıkılıp tekrar kalkmışlar. Zor işler vesselam.
• Şaşırtıcıdır, Demokrat Parti’nin kurulmasına ön ayak olanlardan biri. Daha önce de söylediğimiz gibi tek partinin baskıcı yönetiminden çok çekiyor. Bu yüzden Türkiye’nin Avrupa-Amerika tarzı bir demokrasiye ulaşabilmesini çok önemsiyor ve her şeyi yapmaya hazır durumda.
• Demokrat Parti’nin kuruluş sürecine katılıyor olsa da Adnan Menderes ve diğerlerinin kendisi gibi birer demokrasi sevdalısı olmadıklarını hemen fark ediyor. Sağcı ve gerici basın da kendisini ve gazetesini komünizm propagandası yapmakla suçluyor. Bu yüzden Menderes ve diğerleri de bir solcuyla beraber görünmek istemedikleri için Sertel’in onlardan ayrılması işlerini geliyor.
• Öncesinde de Mareşal Fevzi Çakmak’a, insan hakları derneği kurdurmaya çalışan bir ekibin içinde yer alıyor. Amaçları İnönü’nün karşısına, halkın sevdiği güçlü bir isimle çıkmak ve ülkedeki baskıcı havayı dağıtmaktır. Mareşal’e gitmelerinin sebebi, onun da Atatürk gibi Sovyet dostluğuna önem vermesidir. Ama Mareşal siyasetten anlamayan, iyi niyetli ama eski bir tip olduğu için amaçlarına ulaşamıyorlar.
• Komünist olmakla, komünizm propagandası yapmakla suçlanıyor sürekli. Bu yüzden sürekli baskı da görüyor. Ama kendisi bunu kabul etmiyor. Ateşli bir Sovyet taraftarı ve Sovyet-Türk dostluğunu çok önemseyen biri olmasına rağmen komünist olmayı bir suçlama olarak kabul ediyor çünkü bu suçlamayla her türlü demokratik talebin üstünün örtüldüğünü ve halk gözünde itibarsızlaştırıldığını düşünüyor. Bunu 11 Ekim 1945 tarihli Tan Gazetesindeki yazısında şöyle ifade ediyor:
“Bir memlekette komünizmin yayılabilmesi için orada objektif ve subjektif koşulların bulunması gerekir. Objektif koşullar, bir memleketin sosyal ve ekonomik bünyesinin böyle bir geçişe elverecek olgunluğa ermesiyle mümkündür. Yani bir memlekette sanayileşme hareketi son haddini bulur, halklar kesin çizgilerle, farklarla sınıflara ayrılır, üretim araçları birkaç elde toplanarak işçi sınıfı, milletin çoğunluğunu teşkil edecek dereceye gelir, işte o vakit o memlekette komünizm için aranan objektif koşullar olgunlaşmış sayılır. Almanya’da, Amerika’da, İngiltere’de ve hatta Fransa’da bu koşullar vardır. Fakat Türkiye gibi sanayi kurulmamış, sınıflar belirmemiş, sermaye birikimi başlamamış, halkının dörtte üçü okuma yazma bilmeyen bir memlekette bu koşulların hiçbiri var sayılamaz.
Aynı zamanda subjektif koşulların da olgunlaşması gerekir. Yani işçi sınıfı tam anlamıyla örgütlenecektir. Güçlü işçi önderleri yetişecektir, sınıf bilinci kuvvetlenecektir ve sınıf çarpışmaları ilerlemiş bulunacaktır. Ancak bu koşullar olgunlaştığı zamandır ki komünizmden söz edilebilir. Bu durumda Türkiye’de komünizmden söz etmek ve komünist tehlikesinden korkmak burjuvaların vehminden başka bir şey değildir.”
• Sertel, yurt dışında geçirdiği uzun yılların ardından yurda dönmek istiyor ama olumlu yanıt alamıyor. Hatta bir keresinde pasaportu olmamasına rağmen, artık ne olacaksa olsun diyip uçakla İstanbul’a iniyor, ama ülkeye girmesine izin verilmiyor, bir gece polis nezaretinde tutulduktan sonra ertesi gün Fransa’ya geri gönderiliyor. (Bu olaylar olurken Süleyman Demirel başbakandır. 70 küsur yaşında ve de yasalarla sabit hiçbir cezası olmayan birinin yurda sokulmamasıyla ilgili sorular sorulduğunda kendisine, geçiştirir konuyu Demirel, çünkü Tan gazetesinin talan edildiği olaylar da kendisi de yer almıştır. Bu olay ülkemizin karanlık ve içler acısı tarihinin bir özeti gibidir.)
• Anılarda dikkatimi çeken bir unsur, eşi Sabiha Sertel’den çok az bahsetmiş olması. Yani şöyle ki bazı yerlerde onun ne kadar cefakâr olduğundan bahsediyor ve takdir ve teşekkürlerini sunuyor ama benim gözüme yetersiz geldi. Çünkü Sabiha Sertel öyle bir kadın ki kocasının hapishanede olduğu uzun zaman dilimleri içerisinde gazeteyi tek başına çekip çevirmeye ve çıkarmaya devam etmiştir. Onun bıraktığı yerden başyazılara devam etmiş, sürekli yazmış ve üretmiştir. Mevzubahis yıllarda bir kadının Türkiye gibi bir memlekette başarması çok büyük işlerdir bunlar. O yüzden bu efsane kadınla ilgili de bir bölüm beklerdim ben bu hatıratta. Buna biraz şaşırdım doğrusu.
• Kitabın sonuna doğru o zamanlar genç bir gazeteci olan Gündüz Vassaf’ın onunla yaptığı bir röportaja da yer verilmiş. Röportaj, Sertel’in yaşlılığında, henüz memlekete dönme izni alamadığı yıllarda yapılmış. Önemli bir tanıklık ve önemli röportaj. Gündüz Vassaf, Sertel’in yeğeniymiş aynı zamanda.


İşte böyle. Cumhuriyet döneminin duayen gazetecisi ve bir demokrasi savaşçısı olan Zekeriya Sertel’in böyle bir hayatı olmuş. İlerleyen süreçte eşi Sabiha Sertel’in ve kızı Yıldız Sertel’in hatıratlarını da okumayı düşünüyorum.


Hatıratlar geçmişi anlamak ve anlamlandırmak adına önemli metinler. Bu türe bundan sonra daha yakın durmaya karar verdim.
Son söz, yine Zekeriya Sertel kendisinden gelsin:
“İşte bir ömür böyle geçti. Gericiliğe karşı, istibdada, haksızlığa, adaletsizliğe karşı savaşarak. Demokrasi ve özgürlük için savaşarak. Davamız hür, mutlu ve bağımsız bir Türkiye’ydi. Bağımsızlığına kavuşmuş, gerilikten kurtulmuş, bolluğa ermiş bir Türkiye.
Benim için en büyük mutluluk, ileri, bağımsız ve refaha ermiş bir Türkiye görmektir. Bunu belki ben göremeyeceğim, ama torunlarım görecektir. Zafer ilerinin ve ilericilerindir.”



8 Mart 2019 Cuma

O BİR KLASİK – NOTRE DAME’IN KAMBURU



“Aşk bir ağaç gibidir: Kendiliğinden yetişir, kökleriyle tüm benliğimizin derinliklerini sarar ve yıkıntı halindeki bir yürekte yeşermeye devam eder. Bu tutkunun ne kadar körse, o kadar inatçı oluşunu açıklamak mümkün değildir. Kendi içinde tutarlı olmadığında daha güçlüdür.”


Böyle tanımlıyor aşkı Victor Hugo, Notre Dame’ın Kamburu’nda.
Ünü, bilinirliği yüksek kitaplar vardır. Bu kitaplar o kadar ünlüdür ki okumasanız da kitaba dair çok şey bilirsiniz. Karakterlerini tanırsınız, konusuna dair bir fikriniz vardır mesela.


NDK de bunlardan biri. Filmlere, müzikallere, animasyonlara, oyunlara konu olmuştur. Quasimodo ve Esmeralda isimleri kulağınıza çalınmıştır bir şekilde. Belki de bu yüzdendir ki bu romanı okumayı hiç düşünmemiştim.(Belki de zihnimin bir yanı zaten okuduğunu düşünüyordu; izlediklerinden, duyduklarından kaynaklı.) Ta ki arkadaşım Berduş, NDK’yi aynı anda okuyup, üzerine konuşalım mı teklifiyle gelene kadar.


Victor Hugo’nun Sefiller’ini 18 yaşında okumuştum(orijinal metin, yaklaşık 2000 sayfa) ve feleğim şaşmıştı. Edebiyatın kuru bir olay örgüsü anlatısının ötesinde olduğunu anlamıştım. NDK’yi ise iyi ki o yaşlarda değil de şimdi okumuşum. NDK hiç de öyle basit bir kitap değil. 600 sayfaya yaklaşan hacmiyle kallavi, anlatımı ve üslubuyla oturaklı, gerçekçiliğiyle oldukça sert bir kitap.


Kitabımız edebiyat tarihinin en görkemli aşıklarına sahip. Zangoç Quasimodo, Çingene Kızı Esmeralda, Rahip Frollo ve Yüzbaşı Phoebus dörtlüsünün içinde olduğu çok bilinmezli bir aşk sarmalı söz konusu. Başta yaptığım alıntıda dile getirildiği üzere “aşk” insanı körleştiren, manyaklaştıran bir duygu. Bence tam da bu yüzden, karşılığını bulan değil de bulamayan aşklar aşk dağının en zirvesine çıkabiliyorlar. Ve ben de bu kitaptaki gibi bir aşık ne duydum ne de gördüm. Merak mı ettiniz? Maçanız sıkıyorsa, gözünüz yiyorsa oturun, okuyun bakalım.


Kitabın kallavi ve zor bir kitap olduğunu söylemiştik yukarıda. Sabırsız okurlara göre değil hiç. Özellikle Paris’in ıncığıyla cıncığıyla anlatıldığı bölümleri okumak falan ciddi sabır işi. Hoş, Paris’i az buçuk tanıyan ya da ilgi duyanlar için okuması zevkli bölümler de olabilir bunlar, bilemeyiz.


Kitapta, bir mimari-matbaa karşılaştırması var ki tek kelimeyle muhteşem. Bu bölüm, kitabın genelinden bağımsız olarak başlı başına bir makale niteliğinde ve harika tespitlerle dolu.


Kitaptaki ironi ve mizahla yüklü kısımlar da cabası. Özellikle dönemin siyaseti ve din kurumu üzerine yapılan bu ironi ve mizahla yukarıda bahsettiğimiz o tek başına bir makale olan bölümleri düşündüğünüzde bu eserin neden “klasikler” arasında anıldığını daha iyi anlayabiliyorsunuz.
Yine de hiç kuşkusuz bu eserin odağında “aşk” var. Pek çok izledim, okudum, tecrübe ettim; ama ben bu kitaptaki gibi bir aşk görmedim. Sabırlı okurlara, klasikseverlere, Sefiller’i okumuşlara, Paris ve Fransa meraklılarına tavsiye ederim.

2 Mart 2019 Cumartesi

NE KASETTİ AMA 6


Saymakla bitiremeyeceğimiz kadar çok sayıda muhteşem besteleri vardır. Memleketin sayılı bestecilerinden. Yorumculuğu ve sesi için çok çok iyi yorumlar yapılmaz ama bestelerinden herkes övgüyle bahsedecektir.


Kendisi “Sevdalım Hayat” adlı otobiyografisinde, müziğe biraz tesadüflerle biraz da mecburiyetten başladığını anlatır. 80 darbesiyle memleketi terk edip siyasi mülteci olarak İsveç’e gittiği yıllarda aslında hayalinde yazar olmak vardır. Gelgelim gurbet elde hem para kazanmak için hem de gurbetin yalnızlığını hafiflettiği için bağlamasına sarılır ve sarılış o sarılış, muhteşem şiirlerden muhteşem besteler yaratır. Yazarlık hayalini ise gecikmeli olarak gerçekleştirir. O konuda da istikrarlıdır; gerçekleştiriş o gerçekleştiriş, şu aralar her sene bir hatta iki kitap yayınlamakta. Yaklaşık 10 yıldır müzik kariyerini askıya almış durumdayken, yazarlık kariyerinde ise yardırmaktadır.


Kendisi salt bir müzik adamı ya da yazar değildir. Kendisi tepeden tırnağa bir aydındır. Avrupai tarzda bir sosyal demokrasinin temsilcisidir ülkemizde. Daha önce de belirtmiştim, kendisinin çağdaşı olmaktan gurur duyuyorum.


Çok sayıda ölmez eser bıraktığından bahsettik. Peki kasetleri için de öne çıkan biri var mı? Benim gönlümde var. Bana göre “Gökyüzü Herkesindir” kaseti her şeyiyle dört dörtlüktür. Bu kasette “Böyledir Bizim Sevdamız, Kan Çiçekleri, Kuşların Vurulduğu Zaman, İçimizden Biri” gibi sırtını halk müziğine dayayan, güçlü şarkıların yanı sıra; “Asya-Afrika, Hitler’e, Omuz Omuza, Yıkıcı Bir Aşk” gibi protest, politik şarkılar yan yanadır. Bunların yanında “Sürgün” gibi hem politik hem de lirik olabilen muhteşem bir şarkı vardır. Bu şarkıda Sezen Aksu ile düet yapmışlardır. Tek kelimeyle şahanedir. Kasete adını veren “Gökyüzü Herkesindir” ise o kadar naif bir şarkıdır ki aslında Zülfü Livaneli ideolojisinin özeti gibidir.


Meraklısına Not: Kendisinin müzik ve yazarlık kariyerinin yanı sıra bir de siyaset kariyeri vardır. 2000’li yılların başında CHP’den milletvekili seçilmiş ve meclise girmiştir. Daha öncesinde de 94 yılında SHP’den İstanbul Büyükşehir Belediyesi adayı olmuştur yerel seçimlerde. Ve %25 oy alarak seçilen Recep Tayyip Erdoğan’dan sadece %5 daha az oy alarak %20 oy almıştır. Düşünsenize bir o seçimlerde Livaneli seçilmiş olsaydı, belki de farklı bir senaryoda yaşıyor olacaktık. Kim bilir?..


“bir gün çok bunalırsan
denizin dibinde yosunlara takılmış gibi
soluksuz
sakın unutma
gökyüzüne bakmayı
gökyüzü senindir
gökyüzü herkesindir”