30 Kasım 2010 Salı

Şahlar ve Sultanlar ya da Filler ve Çimenler


İskender Pala’yı oldum olası sevmişimdir. Kendisi “divan edebiyatı”nı sevdiren adam olarak tanınır. Edebiyat bölümü öğrencileri için de bir efsanedir. Biz Türkçeçiler; edebiyat bölümündekiler kadar yoğun olmasa da eski dilden, eski edebiyattan nasibimizi aldık tabi ki bir dönem. İskender Pala, divan edebiyatını ne kadar sevdiriyorsa bizim hocalar da -birkaçını tenzih ederim- bir o kadar tiksindiriyordu maalesef. Daha okulun ilk haftasında, klasik edebiyat derslerine giren bölüm başkanımız tarafından top sakallı olmam sebebiyle bölüme yakışmamakla itham edilmiştim. Nasıl bir yere geldim ben yahu diye düşünmüştüm. Onun ardından, gözü Fuzuli’den başka bir şey görmeyen hocamız gelmiş ve illallah dedirtmişti divan edebiyatından. Muhterem hocalarımızın edebiyata sığ bakış açıları, yeniliğe, değişime kapalı tavırları divan edebiyatını sevdirmekten ziyade insanı uzaklaştırıyordu. Peki, tüm suç hocalarda mıydı, tabi ki değildi! Ben de suç ortağıydım. Zira o dönemde gayet cahildim. Yarım yamalak solculuğumla divan edebiyatını seçkinci bir edebiyat olarak tanımlayıp küçük görüyor; solcu olmayı, köhnemiş Osmanlının-edebiyatı da dahil- mirasını saymamak, reddetmek sanıyordum. Cahildim adı üstünde, o yaşlarda oluyor insanlar öyle. Bu yüzden ne hocalarla ne de divan edebiyatıyla barışmıyordu yıldızım. Bu sebeple İskender Pala bana can simidi olmuştu. Eski edebiyatla kavgalı olduğum zamanlarda tanımıştım kendisini. Ve o dönemde İskender Pala boğazın karşı yakasında ders veriyordu. Heyhat, biz ise bu taraftaydık. Pala’yı televizyondan izler, Pala’nın yazılarını takip eder ve kitaplarını okurdum. Kendi hocalarımda bulamadığım entelektüel bakış açısı Pala’da vardı ve benim klasik edebiyatla minimal düzeyde de olsa barışmamı sağladı.

Benim divan edebiyatıyla barışmamı sağlayan; divan edebiyatını daha iyi özümsemiş, onda sevecek taraflar bulmuş olmam filan değildi aslında. Pala’nın samimi üslubu ve entelektüel tavrı-kendi hocalarımda bulamadığım özellikler-beni etkilemişti hep. Hocalarım statikti, değişme ihtimalleri yoktu ve zaten değişime kapalıydılar. Ama Pala öyle değildi. Değişime ve gelişime açıktı. Tanımadıkları bir dille yazılmış bir edebiyat nasıl sevdirilirdi ki başka türlü gençlere. (Romancılığa soyunduğu dönemde katıldığı bir programda, sunucu onun bir divan edebiyatı profesörü oluşundan ötürü biraz da çekinerek, modern edebiyatı takip edip etmediğini sormuştu. Hoca, modern edebiyatı çok yakından takip ettiğini neredeyse eline geçen her şeyi okuduğunu, roman tekniğini geliştirebilmek için buna ihtiyacı olduğunu söylemişti. İşte bu onun değişime olan açıklığına güzel bir örnekti doğrusu ve çok takdir etmiştim hocayı.)

Bu sebeple İskender Pala’nın , roman mecraına akışına şaşırmadım. Romanlarını çıkış sırasına göre hevesle aldım ve okudum. İlk iki romanı da gayet başarılı romanlardı. Modern roman tekniğiyle divan edebiyatının zarif dilini kaynaştırmış ve kendine has bir üslup yaratmıştı İskender Hoca. Özellikle ilk romanı olan “Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk” dünya edebiyatı ölçeğinde bile muadillerine taş çıkartacak bir sürükleyiciliğe sahipti. Üçüncü ve son romanının çıktığını onu televizyonda bir söyleşide görünce öğrendim, kısa sürede son kitabını da edindim ve okudum. Şah ve Sultan, roman okuyucusunu yine memnun edecektir. Ben de beğenmediğimi söyleyemem. Lakin beni tatmin etmedi dahası bazı bazı rahatsız bile etti. Kitabın kapağını kapattıktan sonra bu kitapla ilgili iyi şeyler söyleyesim, okuması için birilerine tavsiye edesim gelmedi. Halbuki İskender Pala’nın bildik estetiğiyle anlatılan sevgiye dair meseller gayet ilgi çekici. Ama hepi topu o işte.



Bir kere mevzubahis olan şey roman bile olsa -ki roman kurgudur, kurgudan hesap sormaksa ne kadar adilse- dünyaya toz pembe gözlüklerle bakıyorsa rahatsız olurum ben. Bu romanda o naiflik fazlasıyla hatta rahatsız edici ölçüde mevcut. Romanın iki ana kahramanı tarihten seçilmiş iki büyük şahsiyet. Hoş benim nazarımda büyük oluşları tarih kitaplarında adlarının geçiyor olmasından ibaret. Çünkü romanın iki kahramanı Yavuz Sultan Selim de Şah İsmail de pek öyle insan sever tipler değiller. İcraatlarına bakmak yeterli. Romanın insanı kıllandıran noktası tam da burası. Zalimlikleriyle maruf bu iki padişah kitapta -benim görüşüme göre- fazlasıyla masumane işleniyor. İkisinin de şair olması-şair adam hassastır, şair adam cinayeti anlatır ama katil değildir- ikisinin de aynı kadına karşı duydukları zaafiyet fazlasıyla okuyucunun gözüne sokuluyor ve bu insani yönleri daha bir sivriltiliyor. Öldürdüğü düşmanlarının kafatasından şarap içen ve iktidarını sağlamlaştırmak için babasını bile öldürebilecek derecede ihtiras sahibi iki kişiden bahsediyoruz halbuki. Özellikle yazar Yavuz konusunda fazla duygusal davranmış gibi geldi bana. Lirik tarih anlatımıza uygun bir portre çizilmiş Yavuz için. Hırslı ama hırslı olduğu kadar da adaletli ve bağışlayıcı bir insanmış gibi anlatılıyor. Bunu dengeleyebilmek için karşıt taraf olan Şah İsmail hakkında da olumlu bir izlenim oluşturulmaya çalışılmış gibi. Özellikle Şah’ın aralarında geçen meşhur savaşı kaybettikten sonra düştüğü perişan durum ve kendini tasavvufa verişi filan derken neredeyse ona acıyacak, üzülecek hale geliyoruz okuyucu olarak. Bir de ikisi de aslında aynıydı metaforu var kitapta. İkisi de hırslıydı, civanmetti, deli doluydular ama adaletliydiler, yeri geldiğinde zalimdiler ama aynı zamanda sevgi nedir bilen şair yürekli adamlardı benzerinden bir benzerlik ilgisi kuruluyor. Dahası yanlarına sağ kolları misalinden iki karakter yerleştiriliyor ki kendileri bizzat ikizdir:Hasan ve Hüseyin. İkisi arasındaki özdeşlik Hasan ve Hüseyin üzerinden de sürdürülüyor kitapta ve aslında kendi hırslarına yenik düşmüş iki bedbaht karakter olarak aklanıyorlar hikayenin içinde.

Tümden haksızlık etmeyeyim İskender Hoca’ya kitapta öyle bir bölüm var ki değme antimilitarist metinlere taş çıkartır. Aşağıda metinden alıntıladığım o bölüm yer alıyor. Bu bölümde, o büyük savaşta-Çaldıran’da-bilmeden kendi kardeşi Hasan’ı öldüren Hüseyin’in trajedisi anlatılıyor. Kardeşini öldürdüğünün farkına varan Hüseyin, canından bir parça olan kardeşini ne uğruna, kimin uğruna öldürdüğünü sorguluyor ve neticesinde onları birbirlerine düşürenlere de savaşlara da lanet okuyor.

Yazar ben olsaydım bu bölümde bir “aydınlanma” yaşayan Hüseyin karakterini -hiç olmazsa onu- o savaşın ve iktidar mücadelesinin dışına atar, savaştan sonra inzivaya çekilmiş bir derviş yapardım hikayede. Aydınlanmış bir insan Osmanlı coğrafyasında başka ne yapabilir ki. Zira Osmanlı’nın en muhalif isimleridir aslında dervişler, her neviden dünyevi mücadeleyi bir kalemde kapı dışı ederek pasif tarafından da olsa dışarısında kalmışlardır o kirli oyunların. En basit tabiriyle bile savaş karşıtıdırlar.

Neyse yazar ben olmadığıma göre devam edelim mevzuya. Hüseyin karakteri kardeşini öldürdüğü için lanet eder her şeye ama kardeşini yaşatmak adına ikizinin yerine geçer yani artık Yavuz’un değil Şah’ın fedaisidir. Şah’ın fedaisi olmasıyla beraber, kendince ikilemler yaşar; Yavuz mu Şah mı diye. Ama neticede o iktidar mücadelesinin hala ortasındadır. Savaş meydanındaki iktidar mücadelesi bitmiş bu defada sevdikleri kadın üzerindeki iktidar mücadeleleri başlamıştır ve Hüseyin yeni adıyla Hasan , Şah’ın tarafında bu mücadelenin piyonu olmaya devam eder. Dolayısıyla yazarın da karakterin de tutarlılığı uçar gider.

Savaş karşıtlığı görüldüğü üzere geçicidir kitapta. Kaldı ki o karşıtlık da aslında savaşa karşı değildir. Kitabın birkaç yerinde zikredildiği üzere karşıt olunan şey sünni ya da kızılbaş olsun, müslümanın müslümana kılıç çekmesidir. Yoksa küffara çekilen kılıç her zaman haktır ve helaldir.

Sonuçta Türk-İslam tarihiyle ilgili bir tarihi romandan savaş karşıtı olmasını beklemek safdillilik örneğidir ama ne bileyim İskender Hoca’nın ben de bıraktığı imaj hep oydu: Entelektüel, tutarlı ve objektif. Böyle lirik bir tarih anlayışıyla yoğrulmuş bir coğrafya içinde çok şey bekliyorum aslında farkındayım.

“...
Eskiden Sultan Selim vardı, şimdi Şah İsmail var. Her ikisine de kul olduğuma yürekten inanıyorum... Peki ama, onlara kullluk yapabilmek için kardeşimi öldürmek zorunda mıydım ben? Şimdi tercih durumunda kalırsam hangisinden yana çıkmalıyım; kardeşimi öldürmemi söyleyen Selim’den mi, kardeşimi karşıma çıkaran İsmail’den mi? Tekrar hangisinin kulu olmalıyım; Şah’ı daha önce bir kez gördüğüm ve tanıdığım için beni on kişilik hassa muhafızlarının başına vererek sahrada Şah’ı bulmak ve öldürmekle görevlendiren Selim’in mi, kardeşime savaşa meydanında ölmeyi emreden İsmail’in mi? Anadolu’da Kızılbaşlara aman vermeyen Selim için, acaba Kızılbaş kardeşime itibar edip canını emanet eden Kızılbaş İsmail’i öldürmeli miyim? Hakikatte bu ikisinin iktidar kavgasında ne işim vardı benim? Neden kıymıştım kardeşime?!.. Şu dünyda kavga etmeden yaşanılamaz mıydı? Sultanlar ve şahlar birbirleriyle savaşırken harcayacakları kuvvet ve mesaiyi üretmeye harcasalardı eğer, elbette tabiat onlara her nimeti sunar, Allah da geçimlerini bereketlendirirdi. İnsanları, geçinmek için ganimete muhtaç edenlere lanet olsun!.. Ekip biçseler, güdüp kesseler elbette doyarlar, gül gibi geçinirlerdi. Bu sahiplenme hırsı neydi? Toprağı, insanı, varlığı bunca sahiplenmek için savaş neydi? Toprak herkese yeterdi ama sahiplenmek isteyenler işi bozuyordu. Şu dünyada her millet, her insan bu yüzden hayatını savaşarak kazanmak zorunda kalıyordu. Hatta bazen bunun adı gaza da oluyordu. Müslüman ile müslüman savaşıyor, Anadolu Türkleri iki ordu çıkarıyor, adı “gaza” oluyor, kardeşimle beni karşı karşıya getiriyorlardı. Elbette kurşun attığım Kızılbal askerinin can parem Hasan olduğunu bilsem tetiğe dokunmazdım. Elbette Hasan ile karşı karşıya gelip yüzlerimizi görsek savaşı oracıkta bırakıp kucaklaşırdık; ama bilemedim, parmaklarım kopsaydı, bilemedim!...
...”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder