Çöplüğün Generali Oya Baydar’ ın son kitabı, 2009 yılında yayınlanmış. Bu roman Oya Baydar’ la tanışmamı sağlamış oldu, bu kadar geç tanıştığım için de bir hayli hayıflandım doğrusu.
Baydar’ ın kıvrak ve zeki bir üslubu var. Sözcüklere ve dile iyi hükmediyor. Dilin yaşayan bir organizma olduğunu görmezlikten gelmemiş, günümüz konuşma dilinin örneklerini de gayet yaraşır şekilde kullanabilmiş.
Kitabın konusu kısaca şöyle: Hayali bir ülkede, bilinmeyen bir zamanda, adına büyük deprem ya da büyük patlama denilen bir olay gerçekleşir. O patlamadan sonra o ülkede daha sistemli ve güvenli yeni bir toplum yaratılır. İnsanların etliye sütlüye karışmadığı, sadece kendi işleriyle uğraştığı, bir şeyi irdelememenin ve kurcalamamanın erdem sayıldığı bir toplumdur bu. Bir gün, beynin hatırlama ve unutma üzerindeki etkilerini araştıran bir doktorun bir sempozyuma giderken yolunu şaşırması ve insanlardan gizlenmiş, tecrit edilmiş bir bölgeyi tesadüfen keşfetmesiyle birlikte olaylar gelişir. Birkaç arkadaşıyla birlikte niçin hiç kimsenin geçmişteki büyük patlama/depremle ilgili hiçbir şey hatırlamadığını ve tarihin o dilimiyle ilgili niçin çok az kaynak bulunduğunu sorgulamaya başlarlar ve giriştikleri maceralı araştırmalar sonucunda geçmişteki bazı olayların, bilgilerin bilerek insanlardan saklandığına ve unutturulduğuna ulaşırlar. Yoksulluktan, yoksunluktan, mağduriyetten kaynaklanan bir kurtuluş bulurlar*. Bundan sonraki hedefleri gerçekleri insanlara açıklamak ve onları aydınlatmaktır.
Olayların bilinmeyen bir ülkede geçmesi bir alegori ama biz oranın neresi olduğunu gayet iyi biliyoruz zaten. Oya Baydar’ ın romanı birçok farklı türün güzel bir karışımı. Heyecanı zaman zaman yükselen atmosferiyle bir macera romanını, gelecekteki toplum kurgusuyla bir bilim-kurgu romanını anımsatıyor okuyucuya. Ama bunların ötesinde toplumcu-gerçekçi bir roman Çöplüğün Generali. Kitap, roman içinde roman tekniğiyle yazılmış. Bu sayede kitabı iki bölüme ayırabiliriz. Büyük Patlama’dan sonraki bölüm doktorun ağzından aktarılıyor. Kitabın ilk bölümü ise Büyük Patlama’dan önce bir yazarın yarım bıraktığı roman taslağından oluşuyor. Yazarın roman taslağından küçük küçük hikayeler okuyoruz. Hepsindeki ortak figür çöplüklere atılmış, boş arazilere gömülmüş/saklanmış bombalar, silahlar, mermiler vs. ve onların yol açtığı patlamalar… Pek de yabancı gelmiyor bize bu boş arazilere gömülmüş mühimmat meselesi. O bilinmeyen ülkenin neresi olduğu malum demiştik. Hafızamızı şöyle bir kurcalarsak çok uzağa gitmeden daha geçtiğimiz birkaç sene içinde, Ergenekon davası sürecinde gömülmüş/saklanmış birçok mühimmat ortaya çıkarıldığını hatırlarsınız.
Oya Baydar da kendine bu olayları çıkış noktası olarak almış ve hâlâ sıcak olduğu ve henüz sonuçlanmadığı için çoğu kişinin üzerinde konuşmaktan çekindiği, yazın malzemesi olarak kullanmaktan kaçındığı bir konuyu deşmiş. Baydar, devlet içindeki bu derin yapılanmaların insan haklarını ihlal ettiğinin, hak ve özgürlükleri türlü dalaverelerle kısıtladığının altını çizmiş bir yandan da tüm bunları yaparken insanları toplumsal bir bellek yitimine uğrattıklarını, her şeyin unutturulduğunu, belleksiz ve belleksiz olduğu için de sorgulayamayan bir insanlık yaratılmak istendiğine dikkat çekmiş. Devlet içindeki derin yapılanmaların dışında güncel bir başka mevzuu olan büyük ölçekli salgın hastalıkları da gayet ustalıkla yedirmiş romanın içine yazar. İnsanların belleğini yok etmek ve unutturmak için bulaşıcı mutant virüsler üretilmesi fikri filan gayet ilgi çekiciydi.
Toplumsal konularla bu kadar haşır neşir olan yazarımızın ilginç de bir yaşam öyküsü var.
1960’ların ikinci yarısında hızlanan öğrenci hareketleri içinde doğrudan olmasa da önemli bir payı var Oya Baydar’ın. O zamanlar İstanbul Üniversitesi Sosyoloji bölümünde asistan olarak görev yapan Baydar “Türkiye’de İşçi Sınıfının Doğuşu “ adlı doktora tezini sunuyor ama tezi Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddediliyor. Bunun üzerine Deniz Gezmiş’in de önderlik ettiği öğrenci grupları protesto için rektörlüğü işgal ediyorlar ve bu Türk siyasi tarihinde ilk üniversite işgali oluyor ki sonrasında da öğrenci hareketini ateşleyen hareketlerden biri oluyor. İşte bu olayla birlikte henüz genç bir akademisyenken siyasetle yolu kesişen Baydar yıllarca sol gelenek içinde aktif olarak siyaset yapıyor, hatta bu siyasi faaliyetlerden ötürü 12 Eylül darbesi sonrası 12 yıl yurtdışında yaşamak zorunda kalıyor. Tekrar ülkeye döndükten sonra ise ilk göz ağrısı olan edebiyat alanında ürünler vermeye başlıyor.
Eylemci bir siyasi geleneğin içinden geliyor olmasının getirdiği bir hassasiyet var romanında. Diğer romanlarını henüz okumadığım için yorum yapma olanağım yok lakin bu kitap için bu yorumu kesinlikle yapabilirim.
Günceli yakalayabilen ve sıkı eleştirilerle dolu bu fantastik kitabı kitapseverlere tavsiye ederim.
(Bunlara da bakılabilir:http://hertaraf.net/oya-baydarcoplugun-generali
http://www.oyabaydar.com/)
*:Yıldızlı cümleler romandan alıntıdır.
26 Temmuz 2010 Pazartesi
19 Temmuz 2010 Pazartesi
Benim Felsefem...
Paylaşım sitelerinin henüz var olmadığı, mp3’ün saltanatını ilan etmediği dönemlerde kasetler doldururduk radyo programlarından. İstediğin şarkıyı istediğin an dinleme şansın azdı. Elinde kaseti mevcutsa ne âlâ. Yoksa sabırla beklemeliydin radyo başında. İşte o dönemlerde sevgili dostum McMurphy’nin Radyo Eksen'den kayıt yaparak oluşturduğu kasetler vardı elimizde. Her biri ayrı bir bomba olan bu kasetleri döner döner dinlerdik. Sonra sonra kaset devri iyice kapandı mp3’ün ve cd’lerin kaprissiz dünyasında gezinirken kasetleri de kaybettik. Eski ve işe yaramaz olanı(!) ortadan kaldırma ustası olan annelerimizin elleriyle ya kömürlüklere indirildiler ya tavanaralarına çıkartıldılar korkarım çöplüğü boylayanlar bile oldu.
O kırık dökük kasetlerden yayılan melodilerle bizi rehabilite eden şarkıları arama derdine düştük kasetlerimiz elimizden alınınca. Çoğuna da ulaştık, bilgisayar çağı sağolsun; ama elde edemediklerimiz de oldu. "myphilosophy" bunlardan biriydi. O eski kasetten yüzlerce kez dinlediğimiz şarkının adını ve söyleyenini bile bilmiyorduk ki şarkıyı bulalım. Aklımızda kalan yarım yamalak şarkı sözlerinden yola çıkarak yıllarca aradık o buğulu sesin sahibini.
Uzun bir arayışın sonunda şarkıyı bulan da yine o şahane kasetleri dolduran dostum McMurphy oldu. O zaman fark ettik ki bizim gibi bu şarkıyı arayıp da bulamayan çok kişi varmış. Az tanınan bir şaheser olduğu arayışımızın uzunluğundan belliydi zaten.
“myphilosophy” kayıtsız kalınabilecek bir eser değil kesinlikle. Sözler dışında her şey minimal şarkıda. Enstrümanlar ve vokal minimal ölçüde ve fakat can alıcı şekilde kullanılmış. Şarkıyı söyleyen abla için söyleyecek söz bulamıyorum. Adeta yaşıyor söylerken, her bir sözcüğe derin anlamlar yüklermişçesine çıkıyor ağzından sesler. Şarkının sözleri ziyadesiyle içten ve dokunaklı.
Artık myphilosophy’nin zaman zaman dingin zaman zaman dellenen atmosferinde kaybolma zamanı.
(Ne kadar uğraşırsam uğraşayım şarkının videosunu lanet bloga yükleme muvaffakiyetini gösteremedim. Şu alttaki linkten ulaşılabilir. Ha bu arada şarkının birden fazla versiyonu var ama en dinlenesi aşağıdaki versiyonu.)
http://www.dailymotion.com/video/x6y25m_inner-my-philosophy_music
Inner - myphilosophy
love, prepare yourself to shine
i have no other way
you should know by now
no, there’s no reason to hide
we all know you’ve got pain
we all know you’ve got pride
i really love your pride
as i see my reflection
shining from the corners of your eyes
yes, it’s my philosophy
that when i believe in you,
i believe in me, i believe in me
love, i’m tired of nostalgia,
it’s just trapped imagination
i’m happy with right now
no, it’s not that i’m afraid
of something i may find
it’s just all those designs
we put on everything
once we’ve had the experience
romanticized until it’s worth a while
my love, i want to know the truth
i want an empty room that i can scream in
don’t have to believe in
my love, i want to be myself
but not all by myself, not all by myself
yes, it’s my philosophy
that when i believe in you,
i believe in me, i believe in me
love, i don’t know how to say
it felt good to walk away
take back some of what is mine
‘cause it’s hard to see you shine
‘cause it’ hard to see you shining
when i’m here slowly dying
you know i don’t feel proud to be so selfish
i don’t really mean to bring you down
yes, it’s my philosophy
that when i believe in you,
i believe in me, i believe in
yes, it’s my philosophy
that when i believe in you,
i believe in me, i believe in
yes, it’s my philosophy
that when i believe in you,
i believe in me, i believe in me..
O kırık dökük kasetlerden yayılan melodilerle bizi rehabilite eden şarkıları arama derdine düştük kasetlerimiz elimizden alınınca. Çoğuna da ulaştık, bilgisayar çağı sağolsun; ama elde edemediklerimiz de oldu. "myphilosophy" bunlardan biriydi. O eski kasetten yüzlerce kez dinlediğimiz şarkının adını ve söyleyenini bile bilmiyorduk ki şarkıyı bulalım. Aklımızda kalan yarım yamalak şarkı sözlerinden yola çıkarak yıllarca aradık o buğulu sesin sahibini.
Uzun bir arayışın sonunda şarkıyı bulan da yine o şahane kasetleri dolduran dostum McMurphy oldu. O zaman fark ettik ki bizim gibi bu şarkıyı arayıp da bulamayan çok kişi varmış. Az tanınan bir şaheser olduğu arayışımızın uzunluğundan belliydi zaten.
“myphilosophy” kayıtsız kalınabilecek bir eser değil kesinlikle. Sözler dışında her şey minimal şarkıda. Enstrümanlar ve vokal minimal ölçüde ve fakat can alıcı şekilde kullanılmış. Şarkıyı söyleyen abla için söyleyecek söz bulamıyorum. Adeta yaşıyor söylerken, her bir sözcüğe derin anlamlar yüklermişçesine çıkıyor ağzından sesler. Şarkının sözleri ziyadesiyle içten ve dokunaklı.
Artık myphilosophy’nin zaman zaman dingin zaman zaman dellenen atmosferinde kaybolma zamanı.
(Ne kadar uğraşırsam uğraşayım şarkının videosunu lanet bloga yükleme muvaffakiyetini gösteremedim. Şu alttaki linkten ulaşılabilir. Ha bu arada şarkının birden fazla versiyonu var ama en dinlenesi aşağıdaki versiyonu.)
http://www.dailymotion.com/video/x6y25m_inner-my-philosophy_music
Inner - myphilosophy
love, prepare yourself to shine
i have no other way
you should know by now
no, there’s no reason to hide
we all know you’ve got pain
we all know you’ve got pride
i really love your pride
as i see my reflection
shining from the corners of your eyes
yes, it’s my philosophy
that when i believe in you,
i believe in me, i believe in me
love, i’m tired of nostalgia,
it’s just trapped imagination
i’m happy with right now
no, it’s not that i’m afraid
of something i may find
it’s just all those designs
we put on everything
once we’ve had the experience
romanticized until it’s worth a while
my love, i want to know the truth
i want an empty room that i can scream in
don’t have to believe in
my love, i want to be myself
but not all by myself, not all by myself
yes, it’s my philosophy
that when i believe in you,
i believe in me, i believe in me
love, i don’t know how to say
it felt good to walk away
take back some of what is mine
‘cause it’s hard to see you shine
‘cause it’ hard to see you shining
when i’m here slowly dying
you know i don’t feel proud to be so selfish
i don’t really mean to bring you down
yes, it’s my philosophy
that when i believe in you,
i believe in me, i believe in
yes, it’s my philosophy
that when i believe in you,
i believe in me, i believe in
yes, it’s my philosophy
that when i believe in you,
i believe in me, i believe in me..
18 Temmuz 2010 Pazar
İstanbul İçin Cinayet Vakti
-İstanbul Hatırası Üzerine-
İstanbul Hatırası, Ahmet Ümit’in klasikleşmiş tarzını sevenler için biçilmiş kaftan. Polisiyeyi seviyorsanız hele ki Ahmet Ümit tarzına aşinaysanız hiç sıkılmadan hatta zaman zaman heyecanlanarak bile okuyorsunuz bu kitabı. Ahmet Ümit’in şöhreti kitaplardan taşıp dizilere kadar uzanan kahramanı Baş komiser Nevzat, bu kitapta da yardımcıları Zeynep ve Ali’yle beraber iş başında. Onlara müze yöneticilerinden holding patronlarına, İstanbul sevdalılarından gözü kara cemaatçilere kadar birçok karakter eşlik ediyor tabi ki.
Ülkemizde Türkçe kaleme alınan polisiyeler tabiri caizse hor görülüyor. Zaten çok fazla temsilcisi olmayan bu alanda verilen eserleri bir kısım okuyucu/eleştirmen, bırakın hor görmeyi yerine dibine bile geçiriyor. Ahmet Ümit de bu tarzın en popüler ismi olduğu için bu eleştirilerden en çok payı alan isimlerden biri. Eserleri; orijinal olmadığı, klişelerle ve tekrarla dolu olduğu, edebi değer taşımadığı şeklinde eleştiriler alıyor. Bunların bir kısmında haklılık payı tabi ki var. Ama bence atlanan bazı noktalar da var.
Romanlarındaki edebi değer, kurgu, tutarlılık, orijinallik gibi unsurlardan ziyade beni etkileyen Ahmet Ümit’in yaşadığımız coğrafyayla ilgili hikayeler anlatıyor olması. Edebiyat da diğer tüm sanat dalları gibi evrenseldir ve milliyetçiliğin dar kalıplarına dökülemez; lakin kendi ana dilinde kendi insanına dair bir şeyler okumanın hazzı da inkar edilemez.
İşte bu noktada Ahmet Ümit romanları giriyor devreye. Bir sürü klişeyle dolu ya da önceden tahmin edilebilir kurgularla inşa edilmiş kitaplar yazıyor belki de Ahmet Ümit. Ama bir şeyi daha yapıyor. Tüm bu heyecanlı atmosferi yaşadığımız ülkeyi/şehri mekan eyleyerek anlatıyor.
İstanbul Hatırası adlı romanı ele alalım örneğin. Bir polisiye eser olarak kurgu ve mantık tutarlılığı açısından ciddi arızalar içeriyor bazı bölümlerde. Ama bir polisiye romansever olarak ben bunları umursamıyorum bile. Çünkü kitap bana dahiyane bir kurgudan daha fazlasını vaat ediyor; yaşadığım şehrin sokaklarında dolaştırıyor beni, İstanbul’un tarihini öğretiyor bana. Ve ben kafamda sahne sahne filme alıyorum kitabı.
Ahmet Ümit kitaplarında benim çok önemsediğim bir diğer unsur ise yaşadığımız coğrafyayla ilgili tavrı. Bütün kitaplarında görebildiğimiz ortak bir tavır var: Anadolu bir kültürler beşiğidir, burada farklılıklarımızla güzeliz ve farklılıklarımızla zenginiz. Ahmet Ümit’in tüm kitaplarına sinmiş bu ruh halini seviyorum. Her kitabında bu kültürel zenginliği bize hissettiren cümleler kurdu, bunlarla ilgili hikayeler anlattı bize. Patasana’da, Kavim’de, Beyoğlu Rapsodisi ve diğerlerinde de bu hisleri uyandırmıştı okuyucusunda.
Ahmet Ümit politik geçmişi sayesinde memleket ve memleket insanının meseleleriyle de yakından ilgili. İstanbul üzerindeki rant ilişkilerinden, cemaatçilerle milliyetçi-laik cephe arasındaki gerginliklere kadar birçok güncel konuya değinmekten de geri durmamış romanında, dahası bunu bir romancı olarak kendine borç da biliyor Ahmet Ümit; zira memleket meseleleri konusundaki hassasiyet yine diğer romanlarında da görebileceğimiz belirleyici unsurlardan birisi. Kukla'da Susurluk'tan Patasana'da Ermeni Meselesinden bahsediyordu örneğin. Yazarın bu hassas tavrı romanlarındaki didaktik havayı görmezlikten gelmemiz için yetiyor da artıyor bile.
Ben İstanbul Hatırası adlı romanı beğendim. Özellikle de yukarıda saydığım nedenlerden ötürü. Kurgu ve mantık açısından bazı sıkıntılar var demiştim onları daha fazla açmayayım kitabı okumak isteyen birileri olabilir ve kitabın tüm heyecanını alt üst edebiliriz verdiğimiz bilgilerle. Zaten dediğim gibi beni çok da rahatsız etmiyor o tarz ufak tefek arızalar.
Sis ve Gece, Kukla, Beyoğlu Rapsodisi adlı romanları da yine İstanbul’da geçen hikayeler anlatıyordu bize ama İstanbul Hatırası daha farklı. İstanbul Hatırası’ nda bizzat İstanbul’ un kendisi özne konumunda. İstanbul’da yaşayanların özellikle okumalarını tavsiye ederim bu yüzden. İstanbul Hatırası basit bir cinayet romanından fazlasını vaat ediyor.
İstanbul Hatırası, Ahmet Ümit’in klasikleşmiş tarzını sevenler için biçilmiş kaftan. Polisiyeyi seviyorsanız hele ki Ahmet Ümit tarzına aşinaysanız hiç sıkılmadan hatta zaman zaman heyecanlanarak bile okuyorsunuz bu kitabı. Ahmet Ümit’in şöhreti kitaplardan taşıp dizilere kadar uzanan kahramanı Baş komiser Nevzat, bu kitapta da yardımcıları Zeynep ve Ali’yle beraber iş başında. Onlara müze yöneticilerinden holding patronlarına, İstanbul sevdalılarından gözü kara cemaatçilere kadar birçok karakter eşlik ediyor tabi ki.
Ülkemizde Türkçe kaleme alınan polisiyeler tabiri caizse hor görülüyor. Zaten çok fazla temsilcisi olmayan bu alanda verilen eserleri bir kısım okuyucu/eleştirmen, bırakın hor görmeyi yerine dibine bile geçiriyor. Ahmet Ümit de bu tarzın en popüler ismi olduğu için bu eleştirilerden en çok payı alan isimlerden biri. Eserleri; orijinal olmadığı, klişelerle ve tekrarla dolu olduğu, edebi değer taşımadığı şeklinde eleştiriler alıyor. Bunların bir kısmında haklılık payı tabi ki var. Ama bence atlanan bazı noktalar da var.
Romanlarındaki edebi değer, kurgu, tutarlılık, orijinallik gibi unsurlardan ziyade beni etkileyen Ahmet Ümit’in yaşadığımız coğrafyayla ilgili hikayeler anlatıyor olması. Edebiyat da diğer tüm sanat dalları gibi evrenseldir ve milliyetçiliğin dar kalıplarına dökülemez; lakin kendi ana dilinde kendi insanına dair bir şeyler okumanın hazzı da inkar edilemez.
İşte bu noktada Ahmet Ümit romanları giriyor devreye. Bir sürü klişeyle dolu ya da önceden tahmin edilebilir kurgularla inşa edilmiş kitaplar yazıyor belki de Ahmet Ümit. Ama bir şeyi daha yapıyor. Tüm bu heyecanlı atmosferi yaşadığımız ülkeyi/şehri mekan eyleyerek anlatıyor.
İstanbul Hatırası adlı romanı ele alalım örneğin. Bir polisiye eser olarak kurgu ve mantık tutarlılığı açısından ciddi arızalar içeriyor bazı bölümlerde. Ama bir polisiye romansever olarak ben bunları umursamıyorum bile. Çünkü kitap bana dahiyane bir kurgudan daha fazlasını vaat ediyor; yaşadığım şehrin sokaklarında dolaştırıyor beni, İstanbul’un tarihini öğretiyor bana. Ve ben kafamda sahne sahne filme alıyorum kitabı.
Ahmet Ümit kitaplarında benim çok önemsediğim bir diğer unsur ise yaşadığımız coğrafyayla ilgili tavrı. Bütün kitaplarında görebildiğimiz ortak bir tavır var: Anadolu bir kültürler beşiğidir, burada farklılıklarımızla güzeliz ve farklılıklarımızla zenginiz. Ahmet Ümit’in tüm kitaplarına sinmiş bu ruh halini seviyorum. Her kitabında bu kültürel zenginliği bize hissettiren cümleler kurdu, bunlarla ilgili hikayeler anlattı bize. Patasana’da, Kavim’de, Beyoğlu Rapsodisi ve diğerlerinde de bu hisleri uyandırmıştı okuyucusunda.
Ahmet Ümit politik geçmişi sayesinde memleket ve memleket insanının meseleleriyle de yakından ilgili. İstanbul üzerindeki rant ilişkilerinden, cemaatçilerle milliyetçi-laik cephe arasındaki gerginliklere kadar birçok güncel konuya değinmekten de geri durmamış romanında, dahası bunu bir romancı olarak kendine borç da biliyor Ahmet Ümit; zira memleket meseleleri konusundaki hassasiyet yine diğer romanlarında da görebileceğimiz belirleyici unsurlardan birisi. Kukla'da Susurluk'tan Patasana'da Ermeni Meselesinden bahsediyordu örneğin. Yazarın bu hassas tavrı romanlarındaki didaktik havayı görmezlikten gelmemiz için yetiyor da artıyor bile.
Ben İstanbul Hatırası adlı romanı beğendim. Özellikle de yukarıda saydığım nedenlerden ötürü. Kurgu ve mantık açısından bazı sıkıntılar var demiştim onları daha fazla açmayayım kitabı okumak isteyen birileri olabilir ve kitabın tüm heyecanını alt üst edebiliriz verdiğimiz bilgilerle. Zaten dediğim gibi beni çok da rahatsız etmiyor o tarz ufak tefek arızalar.
Sis ve Gece, Kukla, Beyoğlu Rapsodisi adlı romanları da yine İstanbul’da geçen hikayeler anlatıyordu bize ama İstanbul Hatırası daha farklı. İstanbul Hatırası’ nda bizzat İstanbul’ un kendisi özne konumunda. İstanbul’da yaşayanların özellikle okumalarını tavsiye ederim bu yüzden. İstanbul Hatırası basit bir cinayet romanından fazlasını vaat ediyor.
16 Temmuz 2010 Cuma
Şölen Bitti
Bilgisayarsız dolayısıyla internetsiz geçen bir on günün sonunda dükkanı açıyorum tekrar. Bu on günlük süreçte oynanan müsabakalarla ilgili bir şey yazmayacağım zira sıcağı sıcağına olmadıktan sonra futbol yazısı yazmanın pek de bir esprisi yok. Bu kupa hakkında son bir kapanış yazısı yazmazsam da içim rahat etmeyecek. Şöyle bir bakalım o zaman bu büyük şölende neler oldu neler bitti.
* Başlarda kaygılandık. Sıkıcı ve garantici futbol bize zevk vermemişti ama assolistler sonra sonra çıktılar piyasaya ve unutulmaz anlarla dolu müthiş bir kupaya şahit olduk anbean.
* Birçok ilke şahit olduk. İspanya ilk defa şampiyon oldu. Kupa tarihinde ilk defa bir takım yenilgiyle başladığı turnuvayı kazanma başarısı gösterdi. İlk defa Avrupa dışında düzenlenen bir kupayı bir Avrupa takımı kazandı. Ev sahibi takım ilk defa gruptan çıkamadı ve daha niceleri.
* İlk defa bir Afrika ekibi yarı final görecekti ama olmadı. Futbol tarihine geçecek dramatik bir veda yaşadı Gana.
* Birçok isim piyasa yaptı. Örneğin bir Thomas Müller patlamasına şahit olduk. Kaliteli bir oyuncu olduğu konusunda herkes hemfikirdi ama hiç kimse kupaya damgasını vuracağını tahmin etmemişti herhalde. Turnuvanın güzel sürprizlerinden biri oldu kendisi.
* Uruguay. 2010 Güney Afrika dendiğinde onlar da akla ilk gelenlerden olacaklar. Forlan önderliğinde rüya gibi bir turnuva geçirdiler.
* İspanya ya da Hollanda hangisi kazanırsa kazansın mutluluk verici olacaktı. Ama İspanya kazandı daha mutlu olduk. Hollanda o kadar kötü oynadı ki finalde, kendi miraslarına o denli hıyanetle doluydu ki futbolları o gün o kupayı kaldırmayı hak etmediler zaten.
* Yetmişli yılların total futbol ekollü Hollandasını izleyemedik ama 2000’li yılların İspanya’sını izleyebilmiş olmak da bambaşka bir lezzet doğrusu.
* Kaleciler güme gitti sanki. Jabulani kurbanı oldular biraz.
* Vuvuzela denen aygıt kupaya damga vuran bir diğer enstantane oldu. Ben maçları acayip bir konsantrasyonla izlediğim için pek rahatsızlık duymadım lakin tribün de izleyenlerin nasıl bir işkenceye maruz kaldıklarını tahmin edebiliyorum.
* Ömer Üründül de en az vuvuzela kadar rahatsızlık verdi sanırım. Ben ondan da çok rahatsızlık duymadım ama yine de bir müddet dinlendirilse iyi olacak gibi.
* Hakemlik standardı da bir hayli düşüktü kupada. Onlar da jabulani kurbanı oldu diyeceğim ama o bahane bile kurtarmaz onları. Kupadaki hakemlik standardı bana ister istemez bu işlerde feci lobi faaliyeti olduğunu düşündürttü. Hoş, futbolu seviyorsak insan hatasını mazur görmeliyiz. O kadarcık da hata payı bırakmazsak tadı kaçar gibi bu işin.
* Maradona’yı kenarda Yılmaz Vuralvari hareketleriyle görmek güzeldi ama mümkünse Arjantin’in başında değil de daha bir iddiasız bir yerde görelim. Hem o eğlensin hem de biz. Zehir etmesin bize futbolu.
* 2006’nın büyük hayal kırıklığı Ronaldinho idi. Bu sefer hayal kırıklığı listemiz biraz daha kabarık sanki. C. Ronaldo’ya bu konuda altın madalya verebiliriz. Onun dışında Rooney ve tüm İngiliz takımını bu listeye dahil edebiliriz. Her ne kadar şampiyonluk kupasını kaldıran ekibin bir parçası olsa da maalesef Torres de kendine burada yer bulacaktır. Takım bazında da İtalya, Fransa, Fildişi, Kamerun başı çeker bence.
* Gana bu genç jenerasyonla 2014’e de renk katacaktır. 2014 için en büyük adayım ise bu ekolle devam ederlerse Almanya olacaktır.
* Birçok güzel gole şahit olduk. Forlan’ın tüm golleri, Suarez’in Meksika’ya, Quagliarella’nın Slovakya’ya, Mesut’un Gana’ya, Gyan’ın Amerika’ya attığı goller ilk aklıma gelenlerden ama bence en güzeli kupanın açılış golüydü yani Güney Afrikalı Tshabalala’nın ceza sahasının köşesinden doksanı bulduğu nefis golü.
* Teknik Direktörlük gitgide zorlaşmaya başladı sanki. Gazcı teknik direktörlerden çok taktisyenlerin damga vurduğunu gördük kupaya. Alibeyköy kasabı tüm soğukkanlılığıyla devraldığı göz kamaştırıcı mirası doğru kullanıp tarih yazdı.
* Adettendir diye en iyi onbir seçeyim dedim ama zor işmiş vesselam, yapamadım. Ama övgüyü hak eden oyuncuların isimlerini de zikredelim. İspanya'dan isim isim bahsetmek pek mantıklı olmaz. Herkesin emeği çok büyük ama İniesta, Villa,Ramos ve Puyol'u biraz daha öne çıkarabiliriz. Müller'den zaten bahsetmiştik. Onun yanı sıra Mesut, Schweinsteiger, Khedira, Klose, Lahm Alman takımında diğer övgüyü hak edenlerdi. Uruguay'da bitmek tükenmek bilmeyen enerjileriyle ortasahanın yükünü çeken Perez ve Arevalo ikilisi, Gana'dan Gyan ve Ayew, Amerika'dan Donovan, Hollanda'dan Sneijder, Slovakya'dan Vittek, Slovenya'dan Brecko, Şili'den Mark Gonzalez, Nijerya'dan Enyeama, Japonya'dan Keisuke Honda'ya selamlar gönderelim.
* Ve tabi ki Forlan. Hak ettiği değeri görememiş futbolculardan biriydi kupa öncesinde. Öyle bir kupa geçirdi ki resmen efsaneleşti. Hagi gibi Zidane gibi bir efsaneyi izliyormuş hazzı yaşattı bizlere topu her ayağına alışında. Turnuvanın en değerli oyuncusu ödülünü de sonuna kadar hak etti.
Ve şu anda aklıma gelmeyen bir sürü güzel detay… Futbol detaylarıyla güzel malum. 2012 Avrupa şampiyonasında hafif bir hasret gidereceğiz ama Dünya Kupasının yerini tutmaz. 2014’ü izleyebilmek umuduyla kapatıyoruz Dünya Kupası bahsini.
3 Temmuz 2010 Cumartesi
Dünya Kupası Günlüğü 17
HOLLANDA:2 (SNEİJDER 53'-68')
BREZİLYA:1 (ROBINHO 10')
(İşte maçın adamı... Önce kendi kalesine attı golünü, sonra da gördü kırmızı kartını.)
* Brezilya iyi başladı ama iyi bitiremedi.
* Brezilya'ya ettiğim lanet 2.turda tutmamıştı ama çok şükür çeyrek finalde tuttu.
* Brezilya demek samba demektir, hücum futboludur, seyir zevki yüksek futboldur. Kimsenin Brezilya'yı böyle oynatmaya hakkı yoktur. İyi oldu hak yerini buldu.
* Dunga'ya büyük bir zevkle el sallıyorum.
* 2014'te evsahibi olacakları şampiyonada umarım sambayı tekrar izleriz.
(Sevinmeyi hak ettiler.)
* Hollanda iddiasız ama savaşan futboluyla yoluna devam ediyor. Onlar için en zorlu dönemeç Brezilya'ydı. Yarı finalde karşılarında Almanya-İspanya vs. olmayacak. Gana maçıyla epeyce yorulmuş ve de önemli fireler vermiş olan bir Uruguay olacak. Final için şansları çok yüksek.
(Savaşçı)
* Robben önceki maça nazaran etkisizdi umarım finalde iyi işler yapar çünkü şampiyon olmak istiyorlarsa olası rakipleri Almanya ya da İspanya olacak ve şanstan daha fazlasına ihtiyaçları var.
URUGUAY:1 (FORLAN 55')
GANA: 1 (MUNTARİ 45+2')
* Gana için üzülmemek elde değil. Özellikle maçın son yarım saati ve uzatmalar düşünüldüğünde maçı kazanmayı hak eden taraf kendileriydi. Bu şans son dakikada ayaklarına kadar geldi de ama olmadı.
(Maçın kader anı. Kupada daha önce iki penaltı golü atan Gyan topu direğe nişanlıyor ve gelecek tekrar yazılıyor.)
* Olmayınca olmuyor işte. Futbol böyle bir oyun ve böyle güzel.
(Ganayla üzüldüm Uruguayla sevindim.)
* Gündüzki maçın ilk yarısını izleyen biri de Brezilya'nın maçı rahat alacağını düşünürdü muhtemelen. Ama kazın ayağı öyle değil. Futbolda hiçbir zaman garanti diye bir şey yok. Ne ilk düdük çalmadan önce bir şey tahmin edilebiliyor ne de son düdük çalmadan bir şeyler belli oluyor.
(Noluyordu acaba orda.)
(Maçta kardeş kardeş oynadılar hep böyle. Centilmence bir maç oldu.)
* Gönül isterdi ki Gana yarı finale kalsın lakin olmadı. Ben bir Uruguay taraftarı olarak buna üzüldüm şahsen. Yarı finalde Uruguay'ı çok da şanslı görmüyorum zaten Hollanda karşısında. Takımın tüm yükü Forlan'ın üzerindeyken bir de Suarez'in Lugano'nun ve Fucile'nin eksiklikleri onları bir hayli zorlayacaktır.
ARJANTİN: 0
ALMANYA: 4 (MULLER 3', KLOSE 68-89', FRIEDRICH 74')
* Çeyrek final tahminlerinde bulunurken sinirbozucu futbol oynayan takımların yoluna devam ettiğini bu yüzden iyi futbol oynayan Almanya'nın maalesef Arjantin'e eleneceğini söylemiştim ama yanıldım.
*İyi ki de yanıldım, şahane oldu doğrusu.
(Perşembenin gelişi çarşambadan belliydi arkadaşlar.)
* Sinir bozucu futbol oynayan ve böyle bir hakkı bulunmayan Arjantin elendi. Tıpkı Brezilya gibi... Brezilya da Brezilya gibi oynamıyordu ve elenmeyi hak ediyordu Arjantin de öyleydi.
* Bir tek Messi'nin eline bakıyorlardı. O gariban da bu gün etkisiz kaldı-ne yapabilir ki zaten tek başına- böyle olunca Arjantin'in yenilmesi kaçınılmaz oldu.
(Allahım ben nerde yanlış yaptım!)
* Arjantin önceki maçlarında da çok pozisyon veriyor ve kötü bir takım savunması yapıyordu. Diğer rakipler Arjantin'i cezalandıracak kadar iyi değillerdi. Bu kör topal gidiş bir yerde son bulacaktı zaten belliydi ve Almanya da faturayı ağır kesti baya.
(Ömer Üründül'ün de dediği gibi efsane futbolcu olmak iyi teknik adam olmak için yeterli değil. Fotoğraf çok manidar aslında. Takımı çatır çatır oynayan Löw ve hocalığı silik bir efsane.)
* Almanya'yı ne kadar övsek azdır. Kupaya inanılmaz talihsizliklerle geldiler. Bir sürü oyuncu sakatlık belasından evine dönmek zorunda kaldı hatta hiç gelemeyenler oldu. Buna rağmen eldeki kadroyu mükemmel bir şekilde kullandı Löw ve şu ana kadar turnuvanın en zevk veren takımı olmayı başardılar.
(Sonuna kadar hak ediyorlar şampiyonluğu. Bakalım ne olacak..??)
* İki büyük favoriye 4'er gol salladılar birbirini takip eden turlarda. Örneği çok yoktur heralde kupa tarihinde.
* İspanya'yla finalde karşılaşsalar daha bir güzel olurdu. İspanya, İspanya'dır neticede. Almanya'yı elemelerinden korkarım. İngiltere'ye ve Arjantin'e dörder atıp bu kadar güzel futbol oynarken final göremezlerse yazık olur doğrusu.
PARAGUAY:0
İSPANYA:1 (VİLLA 83')
* Beklenen oldu ve İspanya turu geçti. Ancak beklediğimiz kadar kolay olmadı tabi ki.
* Paraguay iyi direndi hatta bölüm bölüm iyi de oynadılar ama güçleri bu kadarına yetti.
* Maç içindeki kısa periyotları saymazsak vasat bir maç izledik aslında. Yüksek bir tempo yoktu. Gayet kontrollü bir orta alan mücadelesi izledik.
* Yine de özellikle üst üste gelen iki penaltı pozisyonuyla uzun süre belleklerden silinmeyecek bir maç izledik.
* Birer dakika arayla iki takımın da penaltı kazandığı maçlar daha önce de olmuştur herhalde ama iki penaltının da kaçtığı pek vaki değildir sanırım.
* Öyle ya da böyle; iyi oynadılar ya da kötü oynadılar İspanya zaten turu geçmesi gereken takımdı ve öyle de oldu.
* Villa gol sayısını beşledi. Gol krallığı için büyük avantaj yakaladı.
* Torres hayal kırıklığı yaratmaya devam ediyor. Şu anda merak ettiğim acaba Del Bosque acaba yarı final maçına da Torres ile başlayacak mı..?
* Her maç da bir kırılma anı var. Bu maçın kırılma anı tabi ki Cardozo'nun kaçırdığı penaltıydı ama son dakikalarda Santa Cruz'un harcadığı pozisyon da bir o kadar önemliydi.
Hemen yarı final tahminlerimi de yazayım buraya.
URUGUAY-HOLLANDA
* Hollanda yüzdü yüzdü kuyruğuna geldi. Çok uzun zamandır bu kadar yaklaşmadılar başarıya. Onların kaybetmelerine sebep olabilecek tek şey bu stresi yaşamaları olabilir diye düşünüyorum.
* Takımım Uruguay finale çıkabilir mi? Futbolda olmaz olmaz diye bir şey yok. Ama bolca eksikle ve sadece Forlan'ın yapabileceklerine endeksli futbollarıyla finale çıkmaları gerçekten sürpriz olur.
İSPANYA-ALMANYA
* Turnuvanın en iyi top oyanayan takımları genelde şampiyon olamazlar.
* Bu yüzden içimdeki kötü bir his Almanya'nın şampiyon olamayacağını söylüyor. Bunu İspanya mı yapar yoksa finalde Hollanda ya da Uruguay'dan biri mi yapar bilmem.
* Almanya daha iyi oynayacak ama İspanya finale çıkacak.
2 Temmuz 2010 Cuma
Kitaplara Dönüş
Blogum son üç haftadır ziyadesiyle bir futbol bloguna dönüştü. Dört senede bir gelen Dünya Kupası karnavalına karşı kayıtsız kalamadım zira. Daha önce izlediğim dünya kupalarında da kendimce notlar alır ama o zaman blog mlog bulunmadığ için paylaşma fırsatı bulamazdım. Ama bu durum 11 temmuzda kupanın bitimiyle birlikte son bulacak. Gönderilerimi paylaştığım sevgili dostlarım da bir oh diyecekler sanırım.:D
Kupadan sonraki süreçte sporla ilgili yazılar olmayacak mı bu blogda, olacak tabi ki ama blogu işgal eder boyutta olmayacak.
Gorkidiyorki'yi oluşturalı yaklaşık iki sene oldu. Önce wordpress üzerindeydim şimdiyse blogspot üzerinden devam ediyorum blog serüvenime. Blogumu oluşturduğum ilk günden bu yana beni takip eden güzide okuyucularım(dostlarım) bilirler ki bu blog yoğunluklu olarak; okuduğum kitapları, izlediğim filmleri ve tiyatroları tanıttığım dahası haddim olmayarak eleştirdiğim yazılardan oluşur. Bu durum kupa sonrasında da kaldığı yerden devam edecek.
İnsan zaman zaman kilitleniyor amiyane bir tabirle mala bağlıyor. Ne doğru dürüst kitap okuyor ne doğru dürüst film izliyor ne de gündemi takip ediyor. Uzunca bir süreyi bu şekilde mala bağlamış bir şekilde geçirdim. Bu mala bağlama döneminde az kitap okudum ve okuduklarımı yazmaya da üşendim.
Ama bu dönemi atlattığımı düşünüyorum ve tekrar okuyup paylaşma sürecine gireceğim tatille beraber. Genelde uzun bir okumama/okuyamama döneminin ardından sevdiğim bir şeyler okuyarak dönerim geriye. Yine öyle yaptım ve Ahmet Ümit okuyarak başladım işe. Ahmet Ümit'in son kitabı İstanbul Hatırası'na başladım yenice. Yakında İstanbul Hatırası kitabıyla ilgili yazım burada olacak.
Sevgilerle...
Kupadan sonraki süreçte sporla ilgili yazılar olmayacak mı bu blogda, olacak tabi ki ama blogu işgal eder boyutta olmayacak.
Gorkidiyorki'yi oluşturalı yaklaşık iki sene oldu. Önce wordpress üzerindeydim şimdiyse blogspot üzerinden devam ediyorum blog serüvenime. Blogumu oluşturduğum ilk günden bu yana beni takip eden güzide okuyucularım(dostlarım) bilirler ki bu blog yoğunluklu olarak; okuduğum kitapları, izlediğim filmleri ve tiyatroları tanıttığım dahası haddim olmayarak eleştirdiğim yazılardan oluşur. Bu durum kupa sonrasında da kaldığı yerden devam edecek.
İnsan zaman zaman kilitleniyor amiyane bir tabirle mala bağlıyor. Ne doğru dürüst kitap okuyor ne doğru dürüst film izliyor ne de gündemi takip ediyor. Uzunca bir süreyi bu şekilde mala bağlamış bir şekilde geçirdim. Bu mala bağlama döneminde az kitap okudum ve okuduklarımı yazmaya da üşendim.
Ama bu dönemi atlattığımı düşünüyorum ve tekrar okuyup paylaşma sürecine gireceğim tatille beraber. Genelde uzun bir okumama/okuyamama döneminin ardından sevdiğim bir şeyler okuyarak dönerim geriye. Yine öyle yaptım ve Ahmet Ümit okuyarak başladım işe. Ahmet Ümit'in son kitabı İstanbul Hatırası'na başladım yenice. Yakında İstanbul Hatırası kitabıyla ilgili yazım burada olacak.
Sevgilerle...
Çeyrek...
Kaldı geriye topu topu sekiz maç
Gözümü ayırmadan izleyeceğim hepsini. Eee dört sene sonraki dünya kupasına kim öle kim kala.
Bugün ve yarın oynanacak çeyrek finallerle son dörde kalacak takımlar belli olacak. İkinci tur tahminlerimde çok başarılı olduğumu söyleyemem. Sekizde beşlik bir oran tutturdum. Amerika ve İngiltere benim turu geçeceğini tahmin ettiğim takımlar içindeydi. Bir de Şili vardı ki ona aklım inanmasa da gönlümden öyle geçtiği için şans vermiştim.
Gelelim çeyrek tahmnilerimize.
Ahanda tahminlerim
HOLLANDA-BREZİLYA
Samba futbolunu terk eden Brezilya'ya karşı kızgınlığım hâlâ geçmiş değil. Öyleyse Hollanda'ya da kızmam lazım değil mi. O güzelim total futbol esintilerini bir kenara bırakıp total defans anlayışını benimsedikleri için. Onlara o kadar kızmıyorum çünkü onlar artık başarıya aç. Kupa hasreti beyinlerine vurmuş kupaya giden yolda onlar için her yol mübah. Ama ey Brezilya sen onca kupayı müzene defansif-garantici futbol anlayışınla mı götürdün ki şimdi bizi mahrum edersin sambadan. İstiyorum ki Brezilya elensin, çok bile geldiler bu tura kadar. Elensinler ki anlasınlar yanlışlarını ve özlerine dönsünler. Maazallah bu turu geçerlerse onu da geçtim şampiyon filan olurlarsa istikrar ayağına sittin sene böyle oynarlar artık. Sambayla vedalaşmamız gerekebilir ki bu hiç adil değil.
Maçı Hollanda kazanır/kazansın diyorum.
URUGUAY-GANA
Bu tura kadar Uruguay'ı destekledim turnuvada. Karşılarına Gana çıkmasaydı son maça kadar da Uruguaylı olarak kalacaktım ama iş değişti. Kara yazılı Afrika kıtasının son temsilcisi Gana'yı yarı finalde de görmek istiyorum. Zaten olmayacak bir şey de değil bu. Uruguay'ın Güney Kore maçındaki halini gördükten sonra bunun gerçekleşmesi gayet de mümkün.
Maçı Gana kazanır/kazansın diyorum.
Haa, yalnız eğer ki öbür maçta turu ola ki Hollanda değil de Brezilya geçerse o zaman Uruguay kazansın isterim. Çünkü tahminimce Gana, Brezilya karşısında Şili'nin ve Fildişi'nin düştüğü duruma düşmeye çok yatkın bir takım. Ancak Uruguay, Brezilya'nın sinir bozucu oyununa aynı şekilde karşılık verebilecek kapasiteye sahip ve Brezilya'yı eleyebilirler. Böyle karışık duygular içindeyim işte.
ARJANTİN-ALMANYA
Tahmin etmesi çok zor bir maç gibi duruyor değil mi. Bence hiç de zor değil. Sinir bozucu futbol oynayan takımlar yoluna devam ettiğine göre bize şu ana kadar güzel maçlar izlettiren Almanya elenecek demektir..:P(düz mantığa gel..)
Gönlüm Almanya'dan yana ama Arjantin kazanacak.
İSPANYA-PARAGUAY
İspanya o klasik futbolunu oynuyor olsa da hâlâ, Avrupa Şampiyonasındaki gibi değiller. Eksik bir şeyler var sanki. İsviçre yenilgisiyle başlamış olmaları da belki bu izlenimi doğuruyor ama kağıt üstünde halen en büyük favori olmalarına rağmen içimden bir his kupaya ulaşamayacaklarını söylüyor. Bunu yarı finalde Arjantin mi yapar bilinmez ama yarı finale kalamadan sürpriz bir şekilde Paraguay'a da kaybedebilirler diye düşünüyorum.
Mantık her şeye rağmen İspanya diyor ama gönlüm tabi ki Paraguay'dan yana.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)