Bugün, arkadaşlarla birlikte güzel havayı fırsat bilip sokağa vurduk kendimizi. Biraz Kadıköy turundan sonra Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin ferah bahçesinde çayımızı yudumlayalım dedik, oturduk. Oturduk, çaylarımız geldi içiyoruz filan derken bir arkadaş yanaştı yanımıza ve şiir dinletisinden haberdar olup olmadığımızı sordu. Merak ettik, sorduk; nedir ne değildir diye. Bir garip etkinlik düzenlemişler. Bir liste koydular önümüze, yirmi kadar şairin adı yazılı listede. Dediler istediğiniz ismi seçin, onu çağıralım, yanınıza gelip size şiir okusun. Önce bir afalladık, yanlış mı anladık acaba diye şöyle bir birbirimize baktık arkadaşlarla. Öyle ya, böyle bir şiir dinletisi uygulaması daha önce hiç görmemiştik de duymamıştık da. Ama, yanlış yoktu.
Bir isim söylemekte tereddüt ettik önce. Estağfurullah yaa dedik, şairdir bu sonuçta, yazıyla çiziyle uğraşan insan değerlidir, nasıl çağıralım öyle meyve tabağı ister gibi masamıza. Ama bir yandan da hemen oracıkta Ahmed Arif’in deyimiyle bir "namus işçisiyle" tanışmanın, konuşmanın albenisine dayanamadık; velhasılı aldım elime listeyi. Aldım ama aldığıma da pişman oldum. Bir gerçekle yüzleştim çünkü edebiyatla haşır neşir olmakla övünen ben listedeki isimleri tanımıyordum ki seçeyim birini. Hepsi bana aynı mesafedeydi. Günümüz edebiyatıyla aramdaki ilişkinin bu denli uzak olduğunu ben bile fark edememişim meğerse. Listedeki yirmi küsur şairin yüzde sekseni yabancı şairlerden oluşuyordu ve benim tek sığınağım buydu. Nerden tanıyacaktım allahın ecnebi(!) şairlerini. Ben Can Yücel’i tanırdım, Ahmed Arif’i, Orhan Veli’yi, Hasan Hüseyin’i Ataol Behramoğlu’nu ve diğer ustaları. Tanırdım da ne kadar tanırdım sanki, ortalama bir edebiyatsever ne kadar tanırsa o kadar... Listede yerli şairlere umutsuzca göz gezdirirken birini tanıdım ve çocuklar gibi sevindim o an içten içe. Ben onu şair olarak bilmezdim ama tanıyordum işte canım neticede. Onur Caymaz’dı o isim. BirGün’deki yazılarından tandığım Onur Caymaz. Dedim Onur Bey’i rica etsek. Bu tercihle üzerimden bir yük kalkmış gibi hissettim kendimi, lakin içimden de dua etmekteydim, inşallah isimleri karıştırmıyorumdur, inşallah benim tahmin ettiğim kişidir diye.
Aradan bir beş dakika geçti. Bize tanıtımı yapan arkadaş yanında Onur Caymaz’la beraber geldi. Onur Caymaz masamıza oturdu ve onbeş dakikalık kısa ama bir o kadar samimi sohbetimiz başladı. Samimi dediğime bakmayın biz pek konuşamadık yine de, masaya şair çağırtıp şiir okutmanın haddini bilmezliği ve ezikliğiyle büzüşüp kaldık köşemizde. Ama o sağolsun çok rahattı, hatta bu durumla bile dalgasını geçti ve bizi de bir nebze olsun rahatlattı. O onbeş dakikalık kısacık sohbette neler neler anlattı bize, iki de şiirini okudu. Bir şairin şiirini kendisinden dinlemek kadar keyifli bir şey yoktur bence. Çünkü başkasının okuduğu mizansendir, şair kendi şiirini seslendirdiğinde ise şiir ete kemiğe bürünür, sahicileşir birden.
Benim bu on beş dakika içerisinde kendisiyle ilgili edinebildiğim izlenim gerçekten dürüst bir insan oluşu. Ağzından çıkan kelimeler sahici, yalın ve coşkulu. Sekiz tane kitabı çıkmış bugüne kadar, buna rağmen gayet mütevazı bir insan. Edebiyat dünyası şöyledir böyledir diye atıp tutmadı hiç, çok hazzetmediğinden bahsetti ama kimseye de bok atmadı. İnsanlar kitap okumuyorlar bu yüzden böyle ya da bir yerlere gelmemizi birileri engelliyor falan filan edebiyatına sığınmadı. Sekiz tane kitabım çıkmış ve ben tanınmıyorsam bunun muhasebesini kendimle de yapmalıyım dedi. Çalışmanın, üretmenin ve geliştirmenin gerekliliğinden dem vurup kendini de eleştirdi. Aynı dünya görüşü etrafında birleşmekten gurur duyduğum bu coşkulu şair arkadaş, sağolsun keyif verdi bize konukluğuyla.
Eve döndüğümde geçen hafta BirGün Pazar ekinde yazdığı güzel yazısını hatırladım ve tekrar okudum. İnsanlık için solun niçin hala en büyük umut olduğunu ne de güzel anlatıyordu: “Sol; evet gençtir, evet sabırsız; belki deneyimsizdir ama bin yıllık bilgi, birikim durur ardında ve evet, devrim haksızlıklara son verecektir. Kendin için mümkün olmasa bile senden sonrakiler için...”
Burası böyle bir ülke işte. Bir gariplikler kumpanyası gibi. Yedisinden yetmişine herkesin şair olduğu(bakınız:posta gazetesi okurlardan gelen şiirler)ama şiir okumadığı bir ülkede şairler masanıza şiir okumaya gelirler. Sahi aslında güzel olmaz mıydı akşamları eşe dosta oturmaya gittiğimizde birbirimize şiirler okusaydık.
Herkese bol şiirli aydınlık günler dilerim...
31 Ekim 2010 Pazar
Özgür Peygamber: Zorba
-Bizim Zorba'ya ithafen-
“Ne makine şu insan be! İçine ekmek, şarap, balık, turp koyuyorsun; iç çekmeleri, gülüşler ve düşler çıkıyor. İmalathane! Sanırım beynimizde konuşan bir sinema var.”
Zorba’yı okumaya başladığımda şaşırmıştım önce. Ne yani, roman adını kahramanından mı alıyordu. Bu kitabı tanımlayabilecek/özetleyebilecek bir konu/kavram yok muydu da yazar kahramanının adını vermişti kitaba. Kolaycılık demeye dilim varmasa da bir garip his uyandırmıştı bu durum ben de. Ama okudukça nedenini kavramak zor olmadı benim için. Çünkü romanın kahramanı olan Aleksi Zorba bir roman kahramanı olmanın ötesinde anlam barındıyordu gerçekten de. Taşıyordu sanki kitaptan.
Tıpkı Cervantes’in Don Kişot’u gibi Kazancakis’in Zorba’sı da kitaba adını vermenin ötesinde; bir duruşa, bir felsefeye, bir dünya görüşüne tekabül ediyordu. Anlatıcıyla- yani patronla-birlikte romanın iki ana kişisinden biri Zorba. Zorba hakkında yazar, onu gerçekten tanıdığını ve hayatını değiştiren bir insan olduğunu söylemese böyle bir insanın yaşamış olabileceğinden bile şüphe edecektir okuyucu. Zira yer yer dibine kadar karikatürize ve zaman zaman öylesine idealize edilmiş bir karakterdir Zorba ve ister istemez böyle bir kahramanın gerçek hayatta olamayacağını düşündürtür insana. Ama vardır Zorba ve Zorba gibileri. Onlar hayata dair bildikleri her şeyi kitaplardan değil bizzat yaşayarak öğrenmiş yaşamayı iliklerine kadar sindirmiş kahramanlardır. İnsanlığa hayattan zevk almayı ve ölümden korkmamayı öğretmiş halk filozoflarıdır onlar. Zorba da onlardandır, belki de en hasıdır. Yeri geldiğinde dişi sineğe bile bıyık buracak kadar kadın düşkünü bir hergele, yeri geldiğinde dünyanın en halkçı emekçisi, yeri geldiğinde dünyanın ve kainatın bütün hikmetine ermiş bir düşünür, yeri geldiğinde de alabildiğine mütevazı bir derviştir.
Dünya edebiyatındaki gelmiş geçmiş en ilginç karakterlerdendir Aleksi Zorba. En eğlencelilerinden, en saflarından ve en bilgelerinden. Hayatı o kadar yoğun yaşar ki kelimelerle anlatılması güçtür, o yüzden raks ederek anlatır bazen duygularını. Yazarın tabiriyle “Toprak Ana’sından göbeği kesilmemiş, hilesiz, kocaman bir ruh” tur o. Bu yüzden olsa gerek bu kitabı bitirmem çok uzun sürdü. Hele ki sonuna yaklaştıkça daha da yavaşladım elimde olmayarak bitmesin istedim Zorba’yla patronun hasbihalleri. Ama bitti. Yine de bitişiyle bile çok şey öğretti bana Zorba. Bitişlere üzülmemeyi öğretti örneğin. Önemli olan bitiş noktasına kadar neler yaptığın o arayı nelerle doldurduğundu. Zorba bittiğinde yaşamakla dopdoluydum ben de; bu yeter de artardı zaten.
Zorba’dan aktarılacak alıntı o kadar çok ki hangisini yazayım bilemedim, aşağıdakiler Zorba’yı en iyi anlatanlardan sadece ikisi:
“Bir zamanlar diyordum ki: Bu Türk’tür, bu Bulgar’dır ve bu Yunanlı’dır. Ben, vatan için öyle şeyler yaptım ki patron, tüylerin ürperir; adam kestim, çaldım, köyler yaktım, kadınların ırızna geçti, evler yapma ettim... Neden? Çünkü bunlar Bulgar’mış, ya da bilmem neymiş... Şimdi kendi kendime sık sık şöyle diyorum: Hay kahrolasıca pis herif, hay yok olası aptal! Yani akıllandım, artık insanlara bakıp şöyle demekteyim: Bu iyi adamdır, şu kötü. İster Bulgar olsun, ister Rum, isterse Türk! Hepsi bir benim için. Şimdi, iyi mi, kötü mü yalnız ona bakıyorum. Ve ekmek çarpsın ki ,ihtiyarladıkça da, buna bile bakmmaya başladım. Ulan ister iyi, ister kötü olsun be! Nah diyorum bu fakirde yiyor, içiyor, seviyor, korkuyor , onun da tanrısı ve karşı tanrısı var, o da kıkırdayacak ve dümdüz toprağa uzanacak, onu da kurtlar yiyecek... Hey zavallı hey! Hepimiz kardeşiz be... Hepimiz kurtların yiyeceği etiz.”
"Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm."
“Ne makine şu insan be! İçine ekmek, şarap, balık, turp koyuyorsun; iç çekmeleri, gülüşler ve düşler çıkıyor. İmalathane! Sanırım beynimizde konuşan bir sinema var.”
Zorba’yı okumaya başladığımda şaşırmıştım önce. Ne yani, roman adını kahramanından mı alıyordu. Bu kitabı tanımlayabilecek/özetleyebilecek bir konu/kavram yok muydu da yazar kahramanının adını vermişti kitaba. Kolaycılık demeye dilim varmasa da bir garip his uyandırmıştı bu durum ben de. Ama okudukça nedenini kavramak zor olmadı benim için. Çünkü romanın kahramanı olan Aleksi Zorba bir roman kahramanı olmanın ötesinde anlam barındıyordu gerçekten de. Taşıyordu sanki kitaptan.
Tıpkı Cervantes’in Don Kişot’u gibi Kazancakis’in Zorba’sı da kitaba adını vermenin ötesinde; bir duruşa, bir felsefeye, bir dünya görüşüne tekabül ediyordu. Anlatıcıyla- yani patronla-birlikte romanın iki ana kişisinden biri Zorba. Zorba hakkında yazar, onu gerçekten tanıdığını ve hayatını değiştiren bir insan olduğunu söylemese böyle bir insanın yaşamış olabileceğinden bile şüphe edecektir okuyucu. Zira yer yer dibine kadar karikatürize ve zaman zaman öylesine idealize edilmiş bir karakterdir Zorba ve ister istemez böyle bir kahramanın gerçek hayatta olamayacağını düşündürtür insana. Ama vardır Zorba ve Zorba gibileri. Onlar hayata dair bildikleri her şeyi kitaplardan değil bizzat yaşayarak öğrenmiş yaşamayı iliklerine kadar sindirmiş kahramanlardır. İnsanlığa hayattan zevk almayı ve ölümden korkmamayı öğretmiş halk filozoflarıdır onlar. Zorba da onlardandır, belki de en hasıdır. Yeri geldiğinde dişi sineğe bile bıyık buracak kadar kadın düşkünü bir hergele, yeri geldiğinde dünyanın en halkçı emekçisi, yeri geldiğinde dünyanın ve kainatın bütün hikmetine ermiş bir düşünür, yeri geldiğinde de alabildiğine mütevazı bir derviştir.
Dünya edebiyatındaki gelmiş geçmiş en ilginç karakterlerdendir Aleksi Zorba. En eğlencelilerinden, en saflarından ve en bilgelerinden. Hayatı o kadar yoğun yaşar ki kelimelerle anlatılması güçtür, o yüzden raks ederek anlatır bazen duygularını. Yazarın tabiriyle “Toprak Ana’sından göbeği kesilmemiş, hilesiz, kocaman bir ruh” tur o. Bu yüzden olsa gerek bu kitabı bitirmem çok uzun sürdü. Hele ki sonuna yaklaştıkça daha da yavaşladım elimde olmayarak bitmesin istedim Zorba’yla patronun hasbihalleri. Ama bitti. Yine de bitişiyle bile çok şey öğretti bana Zorba. Bitişlere üzülmemeyi öğretti örneğin. Önemli olan bitiş noktasına kadar neler yaptığın o arayı nelerle doldurduğundu. Zorba bittiğinde yaşamakla dopdoluydum ben de; bu yeter de artardı zaten.
Zorba’dan aktarılacak alıntı o kadar çok ki hangisini yazayım bilemedim, aşağıdakiler Zorba’yı en iyi anlatanlardan sadece ikisi:
“Bir zamanlar diyordum ki: Bu Türk’tür, bu Bulgar’dır ve bu Yunanlı’dır. Ben, vatan için öyle şeyler yaptım ki patron, tüylerin ürperir; adam kestim, çaldım, köyler yaktım, kadınların ırızna geçti, evler yapma ettim... Neden? Çünkü bunlar Bulgar’mış, ya da bilmem neymiş... Şimdi kendi kendime sık sık şöyle diyorum: Hay kahrolasıca pis herif, hay yok olası aptal! Yani akıllandım, artık insanlara bakıp şöyle demekteyim: Bu iyi adamdır, şu kötü. İster Bulgar olsun, ister Rum, isterse Türk! Hepsi bir benim için. Şimdi, iyi mi, kötü mü yalnız ona bakıyorum. Ve ekmek çarpsın ki ,ihtiyarladıkça da, buna bile bakmmaya başladım. Ulan ister iyi, ister kötü olsun be! Nah diyorum bu fakirde yiyor, içiyor, seviyor, korkuyor , onun da tanrısı ve karşı tanrısı var, o da kıkırdayacak ve dümdüz toprağa uzanacak, onu da kurtlar yiyecek... Hey zavallı hey! Hepimiz kardeşiz be... Hepimiz kurtların yiyeceği etiz.”
"Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm."
20 Ekim 2010 Çarşamba
Savrulan Yapraklar Misali
"Biz bahçemizin dışındaki dünyayı hepten unuttuk. Şimdi de bu unutkanlığın bedelini ödüyoruz..."
Tiyatrolar sonbaharla birlikte perdelerini açtılar. Biz tiyatro sevdalıları da tekrardan doldurmaya başladık salonları. Geçen cuma sezonun ilk oyununa gittik ve biz de sezonumuzu açmış olduk.
İlk oyunumuz Murathan Mungan'ın Dört Kişilik Bahçe adlı oyunuydu. Sezonun ilk oyunu olmasaydı belki daha fazla etki bırakırdı üzerimde, belki daha çok severdim bu oyunu. Oyunu sevmediğimi söyleyemem, aslına bakarsanız beğendim de; lakin sezonu açtığımız oyunun bir melodram oluşu, oyundaki karakterlere ve diyaloglara hakim olan ağır hava, benim de omuzlarıma çöktü ve altında ezildim. Hayat zaten yeterince can sıkıcıyken tiyatro sahnesinde ne görmeyi bekliyorsam artık!
Dört Kişilik Bahçe adlı oyunda, zamana ayak uyduramayan ve bu bocalama süreci içerisinde birbirleriyle de ilişkileri bozulan, değişen, örselenen bir aileye tanık oluyoruz. Ortayaşlarında iki kız kardeş, bir dul anne ve bunamış bir paşadan mürekkep bu aile şan-şöhret ve servetleriyle beraber cemiyeti ayakta tuttuğunu düşündükleri değerlerin de birer birer yok oluşu karşısında nafile bir direniş içerisinde sürdürüyorlar hayatlarını. Bu zorlu direniş esnasında da birbirlerini daha iyi tanıma, birbirlerinin zaaflarını, yalanlarını ve acımasız yönlerini de fark etme şansı buluyorlar. Ne acı ki; hiçbiri bir diğerine ilaç olamıyor, hepsi kendi derin yalnızlıkları içinde yok olup gidiyor.
20.yüzyıl muazzam değişimler çağı. Bu oyunun kahramanları da bu değişimin içinde savrulup giden kurumuş birer yaprak adeta. Zaten bu muazzam değişimler çağında bocalamayan, sendelemeyen, savrulup gitmeyen var mı ki...!
DÖRT KİŞİLİK BAHÇE
Yazan : MURATHAN MUNGAN
Yöneten : ERSİN UMULU
Dramaturgi : ARZU IŞITMAN
Sahne Tasarımı : ZUHAL SOY
Işık Tasarımı : MURAT ÖZDEMİR
Kostüm Tasarımı : AYSEL DOĞAN
Efekt : YUSUF TUNCER
Yönetmen Yardımcısı : ENES MAZAK-ÇAĞLAR POLAT
OYUNCULAR
AYŞE KÖKÇÜ, ESIN UMULU , METIN ÇOBAN, SEVIL AKI
İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ ŞEHİR TİYATROLARI
Tiyatrolar sonbaharla birlikte perdelerini açtılar. Biz tiyatro sevdalıları da tekrardan doldurmaya başladık salonları. Geçen cuma sezonun ilk oyununa gittik ve biz de sezonumuzu açmış olduk.
İlk oyunumuz Murathan Mungan'ın Dört Kişilik Bahçe adlı oyunuydu. Sezonun ilk oyunu olmasaydı belki daha fazla etki bırakırdı üzerimde, belki daha çok severdim bu oyunu. Oyunu sevmediğimi söyleyemem, aslına bakarsanız beğendim de; lakin sezonu açtığımız oyunun bir melodram oluşu, oyundaki karakterlere ve diyaloglara hakim olan ağır hava, benim de omuzlarıma çöktü ve altında ezildim. Hayat zaten yeterince can sıkıcıyken tiyatro sahnesinde ne görmeyi bekliyorsam artık!
Dört Kişilik Bahçe adlı oyunda, zamana ayak uyduramayan ve bu bocalama süreci içerisinde birbirleriyle de ilişkileri bozulan, değişen, örselenen bir aileye tanık oluyoruz. Ortayaşlarında iki kız kardeş, bir dul anne ve bunamış bir paşadan mürekkep bu aile şan-şöhret ve servetleriyle beraber cemiyeti ayakta tuttuğunu düşündükleri değerlerin de birer birer yok oluşu karşısında nafile bir direniş içerisinde sürdürüyorlar hayatlarını. Bu zorlu direniş esnasında da birbirlerini daha iyi tanıma, birbirlerinin zaaflarını, yalanlarını ve acımasız yönlerini de fark etme şansı buluyorlar. Ne acı ki; hiçbiri bir diğerine ilaç olamıyor, hepsi kendi derin yalnızlıkları içinde yok olup gidiyor.
20.yüzyıl muazzam değişimler çağı. Bu oyunun kahramanları da bu değişimin içinde savrulup giden kurumuş birer yaprak adeta. Zaten bu muazzam değişimler çağında bocalamayan, sendelemeyen, savrulup gitmeyen var mı ki...!
DÖRT KİŞİLİK BAHÇE
Yazan : MURATHAN MUNGAN
Yöneten : ERSİN UMULU
Dramaturgi : ARZU IŞITMAN
Sahne Tasarımı : ZUHAL SOY
Işık Tasarımı : MURAT ÖZDEMİR
Kostüm Tasarımı : AYSEL DOĞAN
Efekt : YUSUF TUNCER
Yönetmen Yardımcısı : ENES MAZAK-ÇAĞLAR POLAT
OYUNCULAR
AYŞE KÖKÇÜ, ESIN UMULU , METIN ÇOBAN, SEVIL AKI
İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ ŞEHİR TİYATROLARI
14 Ekim 2010 Perşembe
Şili'den Alınacak Dersler
"Böyle bir kaza biz de olsa, madencileri üç günde çıkarırdık." demiş Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer. Hem suçlu hem güçlü olmak böyle bir şey heralde. Hatta hem kel hem fodul bunlar. Aslında galiz küfürler edesim var ama yakışık almayacak. Karadon madeninde hayatını kaybeden madencilerden ikisinin cesedine üzerinden aylar geçmiş olmasına rağmen ulaşılamazken muhterem bakan güzel sıvamış doğrusu.
Şili'de yaşananlardan yöneticilik dersi, daha önemlisi insanlık dersi alması gerekenler, çıkmışlar bir de abuk sabuk demeç veriyorlar. Ama normal, burası Türkiye. Hatırlarsak bu arkadaş, Karadon'da ölenler için "güzel öldüler" açıklamasını yapmış. Başbakan hazretleri ise "maalesef bu işin kaderinde var bu" demişti bir önceki maden faciasında.
Bir önceki Çalışma ve Sosyal Güvenlik bakanımız Faruk Çelik ise tersanelerdeki işçi ölümleri sorulduğunda "bu konunun benim bakanlığımla alakalı olduğunu düşünmüyorum" mealine gelen bir söz söylemişti.
Dediğim gibi bunların önce insanlık dersi alması lazım. İnsandan özge insandan değerli bir varlık olmadığını öğrenmeliler önce. Ama bunun için politikalarını değiştirmeleri gerekir ki bu işlerine gelmez. İnsan hayatının değil, daha fazla kâr ve daha fazla rantın önemli olduğu bir politik coğrafyada buna benzer haberleri ve demeçleri duymak alelade bir şey haline dönüştü zaten bizim için.
Şili'de farklı olan ne bir de ona bakalım. Güney Amerika günümüzde halkçı iktidarların ağırlıkta olduğu tek coğrafya belki de. Ve eski ABD başkanlarından Eisenhower'ın domino taşı teorisini doğrular bir siyasal yapı söz konusu Güney Amerika'da. Hepsi birbirini olumlu etkiliyor. Yanılmıyorsam; Güney Amerika'da, iktidarın sol kanadın elinde bulunmadığı iki ülke var. Bunlardan biri Şili diğeri de Kolombiya olsa gerek. Bu anlamda Latin ülkeleri halkçı demokrat iktidarlarıyla dünya siyasetinin yüz akı konumundalar. Ama işin güzel tarafı, Şili'de sağcı bir hükümet olmasına rağmen orda da işlerin insanlıktan yana işliyor olması. Aslında anahtar sözcükte bu:insan olmak. Son iki yüzyıldır insanlık tarihi siyasal çalkantılar için de sağıydı soluydu derken çok kan kaybetti. Önemli olan insan odaklı olmak, önemli olan insana değer vermek, emeğe ve erdemlere sahip çıkmak. Şili Devlet Başkanı Pinera; yeraltından gelen madenciye sarıldı ya, varsın sağcı olsun varsın solcu önemi yok.
Şili Allende'li Sosyalist zamanları da yaşadı, Pinochet'li faşist zamanları da. Pinera'dan bir önceki başkan sol kanattandı. Pinera sağ kanattan ama Latin Amerika'daki o güzel rüzgâr sayesinde kendilerine özgü bir sosyal demokrasi yaratmışlar gibi duruyor. Darısı başımıza.
Şili'de yaşananlardan yöneticilik dersi, daha önemlisi insanlık dersi alması gerekenler, çıkmışlar bir de abuk sabuk demeç veriyorlar. Ama normal, burası Türkiye. Hatırlarsak bu arkadaş, Karadon'da ölenler için "güzel öldüler" açıklamasını yapmış. Başbakan hazretleri ise "maalesef bu işin kaderinde var bu" demişti bir önceki maden faciasında.
Bir önceki Çalışma ve Sosyal Güvenlik bakanımız Faruk Çelik ise tersanelerdeki işçi ölümleri sorulduğunda "bu konunun benim bakanlığımla alakalı olduğunu düşünmüyorum" mealine gelen bir söz söylemişti.
Dediğim gibi bunların önce insanlık dersi alması lazım. İnsandan özge insandan değerli bir varlık olmadığını öğrenmeliler önce. Ama bunun için politikalarını değiştirmeleri gerekir ki bu işlerine gelmez. İnsan hayatının değil, daha fazla kâr ve daha fazla rantın önemli olduğu bir politik coğrafyada buna benzer haberleri ve demeçleri duymak alelade bir şey haline dönüştü zaten bizim için.
Şili'de farklı olan ne bir de ona bakalım. Güney Amerika günümüzde halkçı iktidarların ağırlıkta olduğu tek coğrafya belki de. Ve eski ABD başkanlarından Eisenhower'ın domino taşı teorisini doğrular bir siyasal yapı söz konusu Güney Amerika'da. Hepsi birbirini olumlu etkiliyor. Yanılmıyorsam; Güney Amerika'da, iktidarın sol kanadın elinde bulunmadığı iki ülke var. Bunlardan biri Şili diğeri de Kolombiya olsa gerek. Bu anlamda Latin ülkeleri halkçı demokrat iktidarlarıyla dünya siyasetinin yüz akı konumundalar. Ama işin güzel tarafı, Şili'de sağcı bir hükümet olmasına rağmen orda da işlerin insanlıktan yana işliyor olması. Aslında anahtar sözcükte bu:insan olmak. Son iki yüzyıldır insanlık tarihi siyasal çalkantılar için de sağıydı soluydu derken çok kan kaybetti. Önemli olan insan odaklı olmak, önemli olan insana değer vermek, emeğe ve erdemlere sahip çıkmak. Şili Devlet Başkanı Pinera; yeraltından gelen madenciye sarıldı ya, varsın sağcı olsun varsın solcu önemi yok.
Şili Allende'li Sosyalist zamanları da yaşadı, Pinochet'li faşist zamanları da. Pinera'dan bir önceki başkan sol kanattandı. Pinera sağ kanattan ama Latin Amerika'daki o güzel rüzgâr sayesinde kendilerine özgü bir sosyal demokrasi yaratmışlar gibi duruyor. Darısı başımıza.
10 Ekim 2010 Pazar
Eylemdik!
Bugün eylemdeydik. Bir süredir küresel eylem grubu ve bir dizi çevreci örgüt tarafından 10.10.2010 tarihi için eylem çağrısı yapılıyordu. Daha doğrusu "eylemce" çağrısı. Küresel ısınma ve iklim krizleriyle ilgili yapılacak bu eylemin "eğlence" tadında geçmesi öngörüldüğü için böyle denmişti çağrıya. Mevzubahis konu üzerine eylem sadece Türkiye'de değil tüm dünyada yapıldı bugün. Eylemin konusu ve muhatabı malum. Tüm dünyayı tehdit eder boyutta çevre felaketleri yaşanıyor ve bir dizisi de kapımızda. Ve mevcut hükümetler bunlara önlemler almak bir yana dursun daha fazla rant daha fazla kâr için bu sorunları görmezlikten gelmekte ve dünyayı daha büyük çevre felaketlerine sürükleyebilecek kirli enerji üretimlerine devam etmekteler. Hal böyleyken sokağın sesini yükseltmek, buna sesimiz çıktığınca dur demek lazımdı.
Biz de duyarlı bireyler olarak "eylemceye" iştirak ettik ve "eylemdik". Ama gerçekten eğlendik mi..?? Ne gezer. Ortada en az yaşanan ve yaklaşan felaketler kadar berbat bir tablo var. Tüm dünyayı ilgilendiren bir konu üzerine bir eylem var ortada ama sokakta bir avuç insan var. Sanki mevcut düzenlerden, krizlerden ve felaketlerden sadece bu delibozuklar rahatsızmış gibi. Bu halk çoktandır haklı ya da haksız, siyasi ya da bu eylemde olduğu üzere insani hiçbir talep için sokağa inmiyor. Böyle bir kültür zaten yoktu ve gitgide de siliniyor mücadele tarihimizden. Eylemde hep aynı insanlar sokağa iniyor, slogan atıyor, söyleniyor söyleniyor geri geliyorlar. Dostlar alışverişte görsün ya da körlerle sağırlar birbirini ağırlar hesabı. Ne sivil toplum örgütlerinin ne partilerin umrunda değil mi çevre ya da dünyanın geleceği? İş söze gelince mangalda kül bırakmazlar ama eyleme gelince yoklar. Çocuklarımız gitgide yaşanmaz hale gelen dünya için hesap soracaklar bize ama umurumuzda değil.
Halkı örtüleyemediğimiz için, meramımızı anlatamadığımız için bizim de suçumuz var. Ortada hem fikirsel anlamda hem de yöntem anlamında bir yanlış olduğu ortada. Ama bu dünyayı nasıl daha yaşanır bir yer haline getiririzi düşünenen yok.
Velhasılı eylemdik ama eğlenemedik...
Bir Kızılderili atasözüyle bitirelim: "Dünya bize atalarımızdan miras kalmadı, onu çocuklarımızdan ödünç aldık."
Bu cümledeki hakikati fark ettikten sonra Kızılderililerle akraba olduğumuz konusunda övünebiliriz ancak.
9 Ekim 2010 Cumartesi
Türk Halkının Var mısın Yok musun Yavşaklığından Nefret Ediyorum
Evet efendim. Benim Fazıl Say'dan neyim eksik. Ben de gaf yapmak istiyorum. Ben de ağzıma geleni söylemek istiyorum. Ben de "yavşaaaaaaklar" diye kusmak istiyorum öfkemi. Hakikaten öfkeleniyorum zira.
Televizyonla ve televizyon dünyasıyla aram yoktur pek. Burda da sık sık dile getirmiştim bunu daha önce. Bugün televizyonu açtığım kısa süre içerisinde kanaldan kanala zap yaparken iki programa takıldı gözüm. Birincisi malum. Girişte veryansın ettiğim, Var mısın Yok musun... Bu nedir ki şimdi. Bu bir yarışma mıdır..? Yarışmaysa eğer, allah aşkına neyi yarıştırıyor bu arkadaşlar. Rezilliklerini, bayağılıklarını mı..?? Hiçbir bilgiyi ya da yeteneği ölçtüğü var mı bu sözde yarışmanın/programın? Birbirini daha önce hiç tanımayan insanlar "paranın" mayıştırıcı(yavşaklaştırıcı) gücü etrafında tek vücut oluyorlar, duygulanıyorlar falan filan, bir dizi saçmalık. Başlarında da Türk televizyon tarihinin en yavşak ve fakat en zeki adamlarından biri var. Herifçioğlu yabancı televizyonlardan apardığı antin kuntin formatlar sayesinde multi milyoner oldu.
Güya bu program sayesinde ezilmiş fakir halkımı zengin ediyor. Bu programların sözde cebimizi doldurken beynimizi boşalltığının farkında değil miyiz. Değiliz sanırım. O zaman müstehaktır bize böyle formatlar böyle sunucular filan. Tamgaz devam.
Sonra kanalı değiştim bir baktım. FoxTv'de Öğretmen Kemal diye bir dizi. Arka Sıradakiler adlı diziyi de diğer tüm diziler gibi oturup izlemişliğim hiç yok ama popüler televizyon kültürü ve internet sağolsun(!) tanıyoruz biliyoruz hepsini. Bülnet Emin Yarar'ın oynadığı Kemal Öğretmeni hemen o an görmesem ekranda, bu dizinin Cüneyt Arkın'ın oynadığı "Öğretmen Kemal" filminin yeniden çekimi zannederdim muhtemelen. O yeniden uyarlamalar pek bir revaçta malum. Ama durum öyle değil. Bizim bıyıklı Kemal hoca karşımdaki bildiğin. Tabi olayı idrak etmem uzun sürmedi. Arka Sıradakiler adlı süpersonik gençlik dizisi çok fena tutunca devam ettirelim biz bu işi demiş pek muhterem yapımcılar ve bu muhteşem diziyi türetmişler. Helal olsun lan size ne çakalsınız. Nasıl olsa ne çekseniz izleyen bir kitle var. Türk televizyonlarının ve Türk dizilerinin kalitesi ortada. Bir de üstüne üstlük bu kepaze dizileri çekenler, bu dizilerin eğitim sisteminin yanlışlarını, Türkiye'deki eğitim gerçeğini yansıttığını filan söylerler ya pişkinlikle işte ben en çok ona gülerim.
Ne diyelim. İyi seyirler Türkiye... Her nerede izleniyor ve izlettiriliyorsa.
Televizyonla ve televizyon dünyasıyla aram yoktur pek. Burda da sık sık dile getirmiştim bunu daha önce. Bugün televizyonu açtığım kısa süre içerisinde kanaldan kanala zap yaparken iki programa takıldı gözüm. Birincisi malum. Girişte veryansın ettiğim, Var mısın Yok musun... Bu nedir ki şimdi. Bu bir yarışma mıdır..? Yarışmaysa eğer, allah aşkına neyi yarıştırıyor bu arkadaşlar. Rezilliklerini, bayağılıklarını mı..?? Hiçbir bilgiyi ya da yeteneği ölçtüğü var mı bu sözde yarışmanın/programın? Birbirini daha önce hiç tanımayan insanlar "paranın" mayıştırıcı(yavşaklaştırıcı) gücü etrafında tek vücut oluyorlar, duygulanıyorlar falan filan, bir dizi saçmalık. Başlarında da Türk televizyon tarihinin en yavşak ve fakat en zeki adamlarından biri var. Herifçioğlu yabancı televizyonlardan apardığı antin kuntin formatlar sayesinde multi milyoner oldu.
Güya bu program sayesinde ezilmiş fakir halkımı zengin ediyor. Bu programların sözde cebimizi doldurken beynimizi boşalltığının farkında değil miyiz. Değiliz sanırım. O zaman müstehaktır bize böyle formatlar böyle sunucular filan. Tamgaz devam.
Sonra kanalı değiştim bir baktım. FoxTv'de Öğretmen Kemal diye bir dizi. Arka Sıradakiler adlı diziyi de diğer tüm diziler gibi oturup izlemişliğim hiç yok ama popüler televizyon kültürü ve internet sağolsun(!) tanıyoruz biliyoruz hepsini. Bülnet Emin Yarar'ın oynadığı Kemal Öğretmeni hemen o an görmesem ekranda, bu dizinin Cüneyt Arkın'ın oynadığı "Öğretmen Kemal" filminin yeniden çekimi zannederdim muhtemelen. O yeniden uyarlamalar pek bir revaçta malum. Ama durum öyle değil. Bizim bıyıklı Kemal hoca karşımdaki bildiğin. Tabi olayı idrak etmem uzun sürmedi. Arka Sıradakiler adlı süpersonik gençlik dizisi çok fena tutunca devam ettirelim biz bu işi demiş pek muhterem yapımcılar ve bu muhteşem diziyi türetmişler. Helal olsun lan size ne çakalsınız. Nasıl olsa ne çekseniz izleyen bir kitle var. Türk televizyonlarının ve Türk dizilerinin kalitesi ortada. Bir de üstüne üstlük bu kepaze dizileri çekenler, bu dizilerin eğitim sisteminin yanlışlarını, Türkiye'deki eğitim gerçeğini yansıttığını filan söylerler ya pişkinlikle işte ben en çok ona gülerim.
Ne diyelim. İyi seyirler Türkiye... Her nerede izleniyor ve izlettiriliyorsa.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)