29 Mart 2012 Perşembe

Sitemdir

Yavuz Bingöl’ün “Sitemdir” albümünde “Bekle Buğday Tanesi” adlı güzel bir şarkı vardır. Der ki:
Bekle kar altında kalan buğday tanesi
Yine onun sularıyla yeşereceksin
Gözyaşların çare değil ağlama büyü
Başını dik tutabilirsen boy vereceksin

Her yanımda allı morlu
Güller açar türlü türlü
Bu fırtına dünden belli
Başedeceksin

Korku kâr eylemez bir kez yolla düşene
Sen bir aşkın içindesin yaşayacaksın
Dört yanını börtü böcek sarsa ne çıkar
Toprağa sıkıca sarıl başedeceksin

Her yanımda allı morlu
Güller açar türlü türlü
Bu fırtına dünden belli
Başedeceksin


Bu ülkede gericiliğe, ırkçılığa, faşizme ve kapitalizmin vahşi dünyasına karşı mücadele eden insanlara hediye ediyorum bu şarkıyı. Yürüdüğümüz yol hiçbir zaman kolay olmamıştı ve olmayacak da. Asla baş eğmeyeceğiz kötülere, zalimlere ve baş edeceğiz zorluklarla. Tıpkı şarkıda söylediği gibi…



Bugün yarın ya da öbür gün yeni eğitim yasası yürürlüğe girebilir; ama bizim mücadelemiz son bulmayacak asla. Çünkü onlar durmayacak hep daha fazla sömürü ve daha fazla karanlık için işbaşında olacaklar. Biz de öyle... Her zaman tetikte her zaman uyanık olacağız, olmak zorundayız. Mücadelenin ortasındayız, pes etmiyoruz.



Başta sitemdir albümünden bahsetmiştik. Bu yazı albüm tanıtımı için yazılmadı, bu yazı isyandır; ama bir yerde de sitemdir anlayanlara.



Bizi hak arama mücadelemizde yalnız bırakan herkese… Durumundan şikâyetçi olan; ama taşın altına elini sokmayan sendikalı/sendikasız tüm öğretmenlere, çocukları için mücadele verdiğimiz, sömürülmesinler diye uğraştığımız velilerimize, eylemlerimizi/mücadelemizi sadece arbede yaşandığında otuz saniyelik bir haber olarak veren medyaya, eylemlerimize küçücük sembolik gruplarla destek veren tüm parti ve örgütlenmelere, iğfal edilmedik bir tek kulağının arkası kalmasına rağmen hala uykusundan uyanmayan halkımıza…

Sitemdir…

14 Mart 2012 Çarşamba

Şiirimsi 2


ZÜĞÜRT TESELLİSİ

Bu kadar uzak mıydı
bu kentin iki yakası
Yoksa özlemek miydi
anlamlandıran mesafeleri

Buna da şükretmeli belki de
Aynı göğe bakıyoruz neticede
ve aynı bulutları benzetiyoruz bir şeylere

de
Sen Viyana’dayken ben olsam Budapeşte’de
Gök yine aynı gök olmayacak mıydı aynı sonsuz mavilikte

Laf işte

Züğürt tesellisi
dedikleri
bu besbelli

Yanı başımda da olsan
özlem dediğin bitmez ki…


Mart 2012, Gorki

Dindar Nesiller Yetiştirmek

Başbakan dindar gençlik yetiştireceğiz dediği zaman toplumun pek çok kesiminden tepki aldı. Bizden de aldı :). (Bkz. Biz de tinerciyiz) Tepki verildi; çünkü insanlar gerim gerim gerilmiş durumda. Baskılar, tutuklamalar, sindirme ve yok sayma politikaları önceki dönemlere nazaran o kadar yoğun yaşandı ki kimsenin daha fazlasına tahammülü kalmadı. Baskılandığı ve korkutulduğu için kendini sokağa vurup avazı çıktığınca bağıramayan, hep içine atmak zorunda kalan insanların artık daha fazlasına tahammülü yok. O yüzden homurtular yükseldi, herkes kendince protesto etti bu açıklamaları.



Halbuki yeni değil dindar nesil yetiştirme mevzuu. Bu memlekette evvel eski bir dindar nesil yetiştirme telaşı vardı. Vardı lakin o bahsi geçen dindar kesim bu kadar palazlanmadığı için aman ne olacak canım deyip geçebiliyorduk. Bugün artık göz ardı edilemeyecek kadar büyükler ve güçlüler. Bu durum bizim gibileri tedirgin ediyor doğal olarak; çünkü dindar nesil dincilerin elinde çok tehlikeli bir silaha dönüşebiliyor. Örneği çok: Sivas’ta, Maraş’ta, Çorum’da yaşananlar; Hizbullah vahşeti vs. Ki bunlar uç örnekler. En basitinden Anadolu’da bir kente gidin ramazan ayında oruç tutmuyorsanız başınız belada demektir. Dindar insanların dincilerin elinde nasıl yobazlaştığını görürsün oralarda.

Yukarıda bir iki sefer adını zikrettiğimiz iki kavram var. Birisi “dindar” birisi “dinci”. İkisi arasında çok fark var. Dindar, inandığı dinin gerekleri doğrultusunda yaşamaya çalışan insan olarak tanımlanabilir. Ama dinci öyle değil. Dinci, dini kendi menfaatleri doğrultusunda kullanan, dindar insanların duygularından ve inançlarından beslenen kişileri anlatıyor. Dinciler, dindar filan değildir; çünkü onlar din tüccarıdırlar, dini satarlar, kendi dünyevi iktidarlarını pekiştirebilmek ve güçlendirmek için Tanrı’yı kullanırlar.

Benim inanan insanlarla bir sorunum yok şahsen. Yalnız dini sömüren partiler, kurumlar, cemaatlerle sorunum var. Çünkü bunlar Allah’la kul arasına giren kurumlardır. Halbuki inanmak için bir aracıya ihtiyaç yoktur. Allah ile kul arasına bu tür kurumlar girdiğinde zaman içerisinde ister istemez şöyle bir denklem oluşmaktadır: Dini savunan(savunduğunu iddia eden) kurumlar da kutsallaştırılır. Parti, cemaat vs. bir şey istediği ya da talep ettiği zaman bu sanki artık dinin bir buyruğuymuş gibi algılanır ve toplum da bu yönde davranışlar göstermeye başlar. Ki bu davranışlar itaat etmek, biat etmek ve kabullenmektir. İşte bu yüzden de yöneten sınıf her zaman dindar nesilleri sevmiş ve yetiştirme politikasını benimsemiştir.

Daha önce zikrettiğimiz noktaya geldik. Bu sadece AKP ile sınırlı bir şey değil. Halktan yana politikalar izlemeyen bütün iktidarlar dindar nesil yetiştirme niyetinde ve gayretinde olmuştur her zaman. Din derslerini zorunlu yapan, yüzlerce kuran kursu ve imam hatip açan bir CHP gerçeği vardır örneğin yakın tarihimizde. Sadece ülkemizde değil dünyada da örneklerini görürüz bunun. Dini, çıkarlarına alet etmek insanoğlunun en eski ve en alçakça yöntemlerinden biridir.



Bilim ve Gelecek dergisi de Mart sayısında bu konuya eğilmiş ve bununla ilgili bir dosya hazırlamış. Okunması gereken değerli yazılar var içerisinde. Kendi alanında uzman kişiler tarafından kaleme alınmış bu yazıların her biri gayet ufuk açıcı. “Kim, nasıl, neden yetiştiriyor?” üst başlığıyla hazırladıkları “Dindar Nesiller” dosyasının içerisinde şu başlıklara yer vermişler:

“İmam-Hatip’lerden Işık Evleri’ne, Aydınlar Ocağı’ndan MTTB’ye…”
(Cumhuriyet tarihinin dindarlaşma sürecini merak edenler için..)
“Egemenler dindar mı dinci mi? İnsanlık dindarlaşarak mı ilerliyor?”
(Sermaye sınıfının dindar nesilleri nasıl kullandığıyla ilgili çarpıcı bir yazı..)
“Dindarlar daha mı ahlaklı? Bunca suçu ve ahlaksızlığı ateistler mi yaptı?”
(Dünyada yapılan araştırmalar ve bunlara ait somut verilerden yola çıkarak dünyayı çekilmez bir yer haline getirenlerin aslında dinsiz, imansız vb. insanlar olmadığını, vicdan sahibi ahlaklı bir insan olmak için dindar olmak da gerekmediğini anlatan mühim bir yazı.)
“Dinsel(İslamcı) düşüncede bilime yer var mı?”
(İslam bilginleri bilime ne kadar katkı sunabilmiştir bunu irdeleyen bir yazı..)

Mümkünse okuyunuz/okutunuz Bilim ve Gelecek'in bu sayısını...

13 Mart 2012 Salı

Zaman Aşımına Uğrayan İnsanlık


İnsanlık tarihi acıların, gözyaşlarının tarihi... Savaşlarla, soykırımlarla, haksızlıklarla, işkencelerle dolu. Uzağıyla yakınıyla bu memleketin tarihi de öyle.

Yakın tarihin en utanç verici hadiselerinden Sivas Katliamı zaman aşımına uğradı. İçimdeki tiksintiyi anlatacak sözcük bulamıyorum. Ve yüzyıllardır işleyen bu çark tersine döndürülmedikçe bu insanlık suçları işlenmeye devam edecek ve bulantımız geçmeyecek. İnsanlık modern çağ barbarlığı elinde inlemeye devam edecek.

Sivas’ın üzeri kapatılırken öbür yandan da eğitim sistemini değiştiriyorlar yangından mal kaçırırcasına. İki olayında denk düştüğü yerler var kuşkusuz. Yeni eğitim programının yeni dindar nesiller yetiştirmek gibi bir misyonu var biliyoruz ki. Eski dindar kesimler görevlerini gayet iyi bir şekilde yerine getirdiler. Ülkenin git gide muhafazakarlaşıp karanlığa sürüklenmesinde üstlerine düşen görevi layıkıyla yerine getirdiler, getiriyorlar.

Şimdi yenilerine ihtiyaç var. Yeni bir dindar kuşağa. Yeni dindar kuşakla birlikte hiç kuşkusuz sadece din odaklı bir dönüşüm tasarlanmıyor. Sermayeye önümüzdeki 30-40 yıl hizmet edecek ezilmiş ve ezilmişliğini tevekkül içinde kabullenmiş ucuz iş gücü gerekiyor hiç kuşkusuz. Sermaye için dindarlaşan, dindarlaştıkça fakirleşen; ama kılını bile kıpırdatamayacak kadar uyuşturulmuş bir kuşak lazım. Bunu ancak eğitim başarabilir!

Toplumun balık hafızasına güvendiler şimdiye kadar. Nasıl olsa unutuyorlar dediler. Hatırlar gibi olup da diğer insanları da dürterek hatırlatmaya çalışanların da hep ensesine bindiler. Ve evet unuttuk pek çok şeyi; hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam ettik, ediyoruz. Korktuk ve korkmaya da devam ediyoruz. Tavşanın kaçışını gördüm etinden tiksindim derler Anadolu’da. O hesap, korkaklığımızdan tiksindim artık. Biz devekuşu misali kafamızı toprağa gömerek yaşarken toprak dışında kalan kısmımıza neler neler yapıyorlar! Ama unutuyoruz nasıl olsa, unutacağız da. Devam edeceğiz lay lay lom hayatımıza. Diziler, yarışmalar, izdivaçlar, süper ekonomimiz falan filan… Bunlar yetmeli. Yetmeli çünkü başımızı çevirmeyegörelim ekrandan, yeriz tokadı anında. Gerek yok!



4+4+4+4+4+…….4 Kaç tane 4 olduğunun da önemi yok. Bugün, bu zamanda, tam da şimdi, aha da günümüzde olunabilecek en kötü şeylerden biri de eğitimci olmak galiba. Bu düzenin devam ettiricisi nesiller yetiştireceğiz. Sistemin devam ettirici unsuru olmak ne acı…

Hani dedik ya yukarıda, uyandırmaya çalışanların da kafasına vurdular diye. Yakın zamanda demokrasiye kavuşacağız bence, kafamıza vurmayacaklar artık; çünkü güç kullanmalarına gerek kalmayacak. Kimsenin sesini çıkardığı yok nasıl olsa ya da kafamıza vura vura aptal mı ettiler yoksa bizi…! Amaaaaaan, çok çok canlarını sıkarsak çakarlar bir kibrit üstümüze yandı bitti kül oldu işte…

-Bir sonraki zaman aşımında görüşmek dileğiyle, korkuyla kalın-

8 Mart 2012 Perşembe

Banka Kazınan


BANKA KAZINAN
Bulutlardan yazılmış iki harf
gökyüzünde
İkindi güneşiyle bir banka vuran yansıması
Salacak'ta bir bank...

Tesadüfi olan mı romantiktir..
Planlanan mı..?

Maden suyu şişesinde bile balık olabilir insan
Ayıkken bile tökezleyebilir
hatta dolaşabilir dili

Romantizm
Mart kedisi olmak gibidir
boğaz gören bir evin çatısında
Planlı plansızlıklarda uçmak ve İstanbul'a gökyüzünden bakmaktır
Bir efsanenin soluğunu ensende hissederken

de sen hala neyi planlamaktasın
Allah baba..
Bırak da yaşayalım
Bırak da uzanalım çimenlere boylu boyunca
Bırak da yaşayalım
Kazıyalım ruhumuzu o tesadüfi banka...

7 Mart 2012 Çarşamba

Kadınlarımıza...

Uzaktan davulun sesi hoş gelir derler. O hesap insanlar kendilerini karşı cinsin yerine koydukları muhabbetlerde mangalda kül bırakmazlar. "Var ya ben erkek olsaydım çok çapkın olurdum" ya da "Ben kadın olsaydım çok fena olurdum" gibi cümleler kurmayı severler kadınlar ve erkekler. Empatiden yoksun kolaycı bir bakış açısıdır bu. Benim bu konuda kurabileceğim en iddialı cümle muhtemelen şu olurdu:"Ben kadın olsaydım azılı bir feminist olurdum."

Evet, muhtemelen bir feminist olurdum. Hem de en koyusundan. Erkek egemen bir toplumda kadın olarak yaşamak zor bir şey olsa gerek. Üç büyük dinin ortak söyleminin en başında kadın erkek eşitsizliği başlar örneğin. Havva Adem'in kaburga kemiğinden yaratılmıştır der dinler tarihi. Üstelik erkeğinin bedeninden yaratılmış olan Havva-bu lütufa rağmen-efendi gibi duramaz ve Adem'i ayartarak cennetten kovulmalarına sebep olur. Kadim kitaplarda ve kültürler de bile kadının yeri bellidir işte. Kadim kültürler de bile diyorum çünkü aslında ilerleyen zamana ve gelinen çağa bakınca göreceli olarak kadın hakları ve kadının toplumdaki yeri gelişme göstermiş gibi görünse de kadın günümüzde git gide daha da aşağılanmakta ve tüketilmektedir.

Bunun pek çok sebebi var tabi ki. Kadının aşağılanması ve sömürülmesi günümüz siyasal ve ekonomik düzeninin devam ettirici unsurlarından biri halinde. Böyle bir zamanda kadınların özgürlük mücadelesi tabi ki çok değerli ve anlamlı ama kadınların özgürleşmesi için kadın hareketleri tek başına yeterli gelmeyecektir. Bu mücadele zaman içerisinde değişik formlara dönüşmüştür ama bugün sınıf mücadelesinden bağımsız düşünülemez. Yani topyekün bir özgürleşme gerçekleşmeden kadınların özgürleşmesi de mümkün değildir.





İş bu durumda kadın mücadelesine olanca gücümüzle destek vermek boynumuzun borcudur. Ama yetmez. Bu mücadeleyi sınıf mücadelesiyle birleştirmek ve daha güçlendirmek gerekir.

Hayatın var edicisi, vazgeçilmezlerimizin, kadınlarımızın dünya kadınlar günü kutlu olsun.

3 Mart 2012 Cumartesi

Gönüllerin Fatihi!



• Bu film, “ya bizde niye hollywoodvari filmler çekilmiyor” serzenişinde bulunanları kesinlikle memnun edecek bir film.

• Savaş karşıtı bir insan olmama rağmen tarihi savaş filmlerini sevdiğimi itiraf etmeliyim. Masal gibi geliyor ya insana ondan hani. Yoksa baya baya adamların ağızlarına sıçılmış savaşlarda. Biz de vay canına kahramanlıklara bak diye izliyoruz. Neyse neyse ikiyüzlülüğe gerek yok makul ölçülerde seviyorum bu filmleri. (Peki bu filmi sevdim mi. Sevmedim. Niye mi. Devamı aşağıda.)

• Özellikle savaş sahnelerindeki görsellik ve gerçekçiliğe yakınlık-diğer Türk sineması örnekleriyle kıyaslayınca-açısından pek çok Amerikan filmiyle aşık atabilecek cinsten. Savaş sahnelerinin pek çok filmden aşırma olduğu söyleniyor lakin bu da çok önemli değil. Bu tarz tarihi konulu savaş filmleri ister istemez birbirinin kopyası oluyor zaten.

• Yalnız mevzubahis hikayeyi herkes bildiği için bir sürükleyicilik unsuru yok filmde. Ne zaman ne olacağını aşağı yukarı kestirebiliyorsunuz seyirci olarak. Bu bir dezavantaj. (Filmin sonunda İstanbul’u fethediyorlar ha, söyleyeyim..:D:D)

• Herkesin bildiği bir hikayeyi sıkıcı olmaktan kurtarmak için II. Mehmet’in hikayesiyle beraber Hasan’ın(Ulubatlı) hikayesi yedirilmiş filme. Koskoca padişahı şebek etmemek için Hasan’ı sürmüşler ortaya. Her filmin olmazsa olmaz aşk ve cinsellik unsurları da bu sayede Hasan’ın üzerinden telafi edilmiş. Hasan da hasan yalnız. Herifçioğlu bir Osmanlı askerinden çok Yüzüklerin Efendisi’nden çıkmış bir karakter gibi. Osmanlı’nın Aragorn’u yapmışlar herifi.:) Hatta Aragorn hafif kalır, süper kahraman olmuş desek yeridir bir yerde. Atıyla en önde gidip okların hedefi olmayan, patlatılan kuleden sağ çıkan, bir süpersonik o. Bizans saflarındaki muadili Guistiniani’nin de poz kesme konusunda bizim Aragorn’dan aşağı kalır yanı yok. Kadın kahramanlar ise filmi sırf güzellikleriyle süslesinler diye konulmuş, derinlikten uzak karakterler. Hoş senaryonun zayıf yönlerinden biri de zaten derinliksiz karakterlerden oluşmuş olması. Aman neyse.




• Velhasılı film görsel olarak başarılı; lakin içerik olarak zayıf kalmış. Pek çok klişeyle dolu filmimiz. Yerli Aragorn’un Bizanslıların hayatlarını karartırken gösterdiği performans Malkoçoğlu, Kara Murat filmlerini aratmıyor. Hele Guistiniani’yle yaptıkları düelloya diyecek yok. O kadar uzun ve gereksizdi ki filmi yapanlara sorsanız açıklayamazlar sebebini. Ulubatlı’nın sancağı dikerken sevdiceğiyle iki yüz metreden göz göze gelişi filmin efsane sahnesi zaten. Kartal gibi göz var ikisinde de maaşallah.

• Elalem yapınca iyi oluyor da bizimkiler yapınca mı kötü oluyor diye soracaklara peşinen cevap: Amerika dünyayı ele geçirmeye çalışırken eleştiren, lanetleyen bizler; kendi atalarımız her önüne gelen yeri fethetmiş diye niye övünürüz, ben bunu anlamam. Arasında bir benzerlik yok mu? Bence var. Denilecektir ki "bizim atalarımız yüzyıllarca adaletle yönetmişler gittikleri yerleri, batılılar gibi zulmetmemişler." Eyvallah. Avrupalılardan daha medeni ve insancıl olduğumuz kesindir; gelgelelim biz tarihimizi sadece destansı, lirik bir tarih olarak anlatmaya devam ettiğimiz ve yanlışları, eksikleri görmediğimiz sürece Batının bizden niye nefret ettiğini bir türlü çözemeyeceğiz.



• Bu destansı tarih anlayışı beni kesmediği için başarılı yönleri olmasına rağmen filmi yetersiz buluyorum. Destansı tarih anlayışı beni kesmiyor; çünkü İstanbul’u fethettiği için II.Mehmet’in adı tarihe Fatih diye yazılmıştır, ama İstanbul fethedilebilsin diye canını veren yüz binlerce insanın adı ancak mezar taşlarına yazılabilmiştir(bu da lafın gelişi savaşta ölenin mezar taşı bile olmaz). Hadi diyelim ki onu da şöyle kurtardık.” İşte o insanlar da “Gaza” çağrısına uyarak Allah yolunda ölmüşlerdir, dolayısıyla cennete gitmişlerdir.” Buna da eyvallah, neticede boşa ölmemişlerdir dedik işin içinden sıyırdık. Peki ya Bizans halkı ve askerleri, onlar ne için öldü. Türkler şanlı tarihlerine yeni bir sayfa daha ekleyebilsinler diye. Öyle mi. Yoksa hristiyan olmaları öldürülmeleri için yeterli miydi!!?? Acaba onlar da cennete gitti mi!?

• İnsanoğlu yetinmeyen, hep daha fazla isteyen bir varlıktır. Bizim(!) yani Osmanoğullarının tarihi de o yetinmeyen insanların tarihidir. Hep daha fazla toprak, daha fazla nam ve daha fazla ganimet isteyen insanların tarihi. Onlar hep daha fazla istediği için pek çok savaş olmuş, pek çok insan ölmüştür. Hangi din, hangi ırk uğruna yapılırsa yapılsın savaş savaştır. Kendini savunmak için yapmıyorsan haklılığın yoktur ve savaş insan öldürür. En yalın gerçek budur.

• Hal böyle olunca ben bu filmden tat alamadım. İnsanlığın kanlı tarihi eleştiri yerine övgüyle anlatıldığı sürece de bu tat alamama durumum devam edecek maalesef.

1 Mart 2012 Perşembe

Saçma Toplumun Saçma Bireyi

Akılları pazara çıkarmışlar herkes yine kendi aklını satın almış diye bir söz vardır ya hani. Bu söz gerçekten de bizim milleti, içinde yaşadığımız toplumu çok güzel özetliyor. Kadını, erkeği; yaşlısı, genci; sağcısı, solcusu; profesörü, ev hanımı, şoförü, sporcusu, sanatçısı hiç fark etmez. Bizim bildiğimiz bize yeter ve zaten her şeyi de biliyoruzdur. Böyle de bir özgüvenimiz vardır. Kendini beğenmişlik dediğimiz bu durum beraberinde bencilliği de getirir haliyle.

Genetik kodlarımızda mı var bu, yoksa bu memleketin havası suyu mu bizi böyle yapıyor bilmiyorum. İkincisi daha kuvvetli gibi geliyor bana. Türkiye’ye gelip yerleşen yabancılara şöyle bir bakın, bir süre sonra bizden birileri haline dönüştüklerini görürsünüz. Bir vurdumduymazlık, bir tembellik, bir adam sendecilik, bir bana dokunmayan yılan bin yaşasıncılık işleyiverir onların da kanına.


Genellemelere genel(!) olarak karşıyımdır aslında. Çünkü herhangi bir genellemenin sınırlarını çizdiği çemberin içinde olmaktan sıkıntı duyarım. Ki bir erkek olarak, bir öğretmen olarak, bir solcu olarak bir filanca olarak bir şekilde o genellemeler çemberinin içindeki yerimi almam kaçınılmazdır. Bense hangi kimliğimle var olursam olayım hiçbir genellemenin ya da ön kabulün beni sınırlandırmasını istemem. Hal böyleyken niye genelleme yapıyorsun diyeceksiniz doğal olarak. Bir genelleme yaparak cevap vereyim: Türk insanı kadar genellemeye yakışan bir topluluk bulmak zordur.

Bu ülke insanı birbirine çok benzer gerçekten de. Birbirinin aynı hayatlar yaşar burada, birbirinin aynı olan insanlar. Neredeyse doğduğunda ne yaşayıp ne yaşamayacağı üç aşağı beş yukarı bellidir. Sosyal statüsüne, aileden gelen zenginliğine göre küçük farklar ve sapmalarla benzer hayatları yaşarlar. Farklı olana karşı sevimsiz bir ön yargı-önyargının sevimlisi var mı ki-vardır bizim insanımızda. Farklı olanın ne yapacağı belli olmaz ve güvenli genelleme çemberinin dışına çıkıp huzuru bozabilir farklı olan.

Hal böyle olunca da herkesin birbirine benzediği bir coğrafyada herkesin yine kendini beğenmesi anormal değildir bir yerde. Aslında biraz daha zorlarsak şöyle bir sonuca bile varabiliriz. Kendini beğenen her bir boku bilen bu insanlar topluluğu birbirine bu kadar benzediğine göre aslında birbirini sevmektedir de. Çünkü bir diğeri aslında kendisidir. Yani kendini severken aslında diğerlerini de sevmektedir. Ee, şimdi böyle insanlara bencil nevinden nahoş sıfatlar takmak haksızlık değil midir? Düpedüz terbiyesizlik benim bu yaptığım. Kendi kendimi çürüttüm. Yaşasın saçmalamak.