23 Şubat 2019 Cumartesi

İKİ BİRBİRİNE BENZEMEZ KİTAP



İki birbirine benzemez kitaptan bahsedeceğim şimdi. Madem birbirine benzemiyor bu kitaplar, ne diye ikisini aynı yazıya sıkıştırıyorum. Aslında bu haksızlık. Kime haksızlık? “Çocukluğun Soğuk Geceleri”ne haksızlık. O başlı başına bir yazıyı hak ediyor. Peki neden ikisi aynı yazıda. Sebebi aslında ikisinin de okuma bavuluma bir anda dışarıdan atılıvermiş olmalarında. Yüz sayfayı bile bulmayan hacimleriyle bu iki kitabı diğer okuyacağım kitapların arasına sıkıştırıverdim itiraf etmek gerekirse. (Ve sanırım şu anda ikisi için de yazı yazacak özü, enerjiyi bulamadım sanırım.)


Üzerinde az durmak istediğimden başlayıp onu çabucak savayım o halde. “Sade’ı Yakmalı mı?” Simone de Beauvoir’ın bir kitabı. Daha önce Simone de Beauvoir’ın hiçbir kitabını okumamıştım. Ünlü Fransız düşünür Sartre ile meşhur bir aşk yaşadıklarını biliyordum o kadar. Bildiklerim sanatsal magazinden ibaretti yani. Bu kitabı bana sevgili dostum Mösyö Adem tavsiye etti. Bu tecrübeden sonra Adem’in tavsiye ettiği kitapları okumamaya karar verdim. (Provokasyon yapıyorum ki gelip benim boş bıraktığım yerleri doldursun, kitapla ilgili düşüncelerini paylaşsın diye.) Neyse öyle işte. Kitap bende yankısını bulmadı. 80 sayfalık bir deneme okumak bana göre değilmiş buradan bunu anladım. Bence kitap haddinden fazla uzun. Zira aslında kitapta anlatılanlar 15-20 sayfayı geçmez. Çokça tekrar olduğunu düşünmekteyim.


Neyse kitap ne anlatıyor, ona değinelim kısaca. Adından da anlaşılacağı üzere “Sade’ı Yakmalı mı?”yız sorusunun cevabını arıyor kitap. Kim bu Sade? Şu meşhur Fransız hazcı yazar, sadizme adını veren Marquis (Marki) de Sade. Yazar bu uzun denemesinde, aslında hepimizin içinde birer Sade bulunduğunu, hiçbirimizin ise içindeki Sade’ı dışarı salacak kadar cesur olmadığımızı savunuyor. Hatta daha ileri giderek bu konudaki ikiyüzlülüğümüzden dem vuruyor. Çünkü hem içimizdeki Sade’ı çıkartmaya cesaret edemiyoruz hem de utanmadan onu kendi ahlaki(!) değerlerimizle yargılıyoruz. Kitabın Sade’ı büsbütün savunduğu zannedilmesin. Sade’ın yaptığı pek çok şeyin rezilce ve insanlık onuruna aykırı şeyler olduğu kabul ediliyor ama Sade’ı yakarak aslında sadece kendi vicdanımızı temize çekmekten başka bir iş yapmadığımız vurgulanıyor. Bir de Sade’ın ve düşüncelerinin kaynaklarına inilmeye çalışılıyor ki asıl önemli nokta burası. Sade’ı var eden şey nedir? Sade nasıl böyle bir insan oldu? İçinde yetiştiği çağın, koşulların, insan ilişkilerinin hiç mi etkisi yoktu? Mesela kitaptaki şu tespit çok vurucu ve can alıcı bu anlamda:
“O çağın genç aristokratlarının çoğunda görülen özelliklerdir Sade’ın özellikleri de. Hepsi de kısa bir süre önce somut bir iktidarı ellerinde tutup da artık dünyada gerçek hiçbir şeye sahip olmayan gerici bir sınıfın çocuklarıdır. Özlemini çektiği koşulları yatak odalarında simgelerle canlandırmaya çalışan bir kuşak; feodal zorba olmanın, tek olmanın, hükümdarlığın özlemini.” (Sade’ı Yakmalı mı? S.11)
Yukarıdaki paragrafta belirtilen olay, insanlık tarihinin seyrini değiştiren en önemli olaylardan biri olan Fransız İhtilali’dir. Bu “kaybedilen iktidar” ya da “iktidar olabilme” histerisinin pek çok sapkınlığın, zalimliğin, hayasızlığın kaynağı olduğunu düşünüyorum. Yani al bu formülü uygula pek çok yere. Karşına insanlığın acınası resmi çıkar.


Kitapla ilgili hoş bir ayrıntı da çevireninin Cemal Süreya oluşu. Böyle akademik ve felsefik bir metin ne kadar şairane çevrilebilirse o kadar şairane çevirmiş. Hele ki kitapta sık sık geçen bir “hayınlık” sözcüğü var ki dudağımda gülümseme olup kaldı kitaptan geriye.


Gelelim ikinci kitabımıza, yani “Çocukluğun Soğuk Geceleri”ne. Tezer Özlü’nün 70 sayfalık mini minnacık bir romanı. Hacmi küçük ama etkisi büyük bir kitap. Adı roman ama ilk sayfadan itibaren anlaşıldığı ve hissedildiği üzere otobiyografik nüveler barındıran bir roman bu. Biraz anı roman, biraz otobiyografik roman… İşte kitabın insan üzerinde bıraktığı etki asıl bunu fark ettikten sonra başlıyor. Yazarın açık ve dobra anlatımı, cesur dili sarıp sarmalıyor sizi. Okudukça da yaşadıklarının zorluğuna şaşıyor, bu zorluklara rağmen ayakta kalışına şapka çıkarıyorsunuz. Kadın olmanın her zaman zor olduğunu anlıyor, 30-40 yıl önce durumun daha da acıklı olduğunu fark ediyorsunuz. Hele ki psikolojik rahatsızlığı olanların gördüğü muamele, akıllara durgunluk verdirecek cinsten. İnsanlığın sınırlı konuda da olsa ileriye gitmiş olmasına hem içerliyor hem de şaşırıyorsunuz. Yalnızlaşmanın, ötekileşmenin acısı tüm benliğinizi sarıyor okurken. Ve bütün bu duygular bir yumru olup kalıyor boğazınızda. Yine de umutsuz bitmiyor kitap. Umut her zaman her şeye rağmen yeşeriyor. Tezer Özlü 65 sayfayla allak bullak ediyor sizi. Amansız bir roman bu. Bir sanat filmi gibi. Sahi insanlar sanat filmlerini niye sevmezler? Sıkıcı olduğu, ağır işlediği için falan değil aslında. Bence fazlasıyla gerçek oldukları için sevmezler. Zira gerçekler tatsız ve zorludur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder