23 Temmuz 2019 Salı
NE KASETTİ AMA 8 (Kazım Koyuncu Anısına)
(Seriye uzun süredir ara vermiştim. Şimdi benim için çok kıymetli ve anlamlı olan bir kasetle devam edeceğim.)
Şimdilerde artık bütün trendleri belirleyen şey internet ve sosyal medya. Eskiden böyle değildi. Dönemin gerçekten çok satanlarını-şişirilmişleri değil-görmek için muteber kitapçılara uğramanız, dönemin yükselişe geçen müziklerini dinlemek için İstiklal’de yürümeniz gerekirdi. İşte 2001 senesinin İstiklal’inde, bütün müzik marketler Kazım Koyuncu çalıyordu. İstiklal’in başından sonuna kadar size Kazım eşlik ediyordu o sene. Kazım’ın sesi ve müziği tabir-i caizse bir bomba gibi düşmüştü piyasaya.
Kazım Koyuncu, aslında yeni değildi müzik piyasasında. 90’ların başında önce Grup Dinmeyen ile sonrasında Türkiye’nin ilk ve tek Lazca rock grubu olan “Zuğaşi Berepe” ile ezber bozan işler yapmış, iyi müzikten anlayan insanlarda bir aşinalık oluşturmuştu. Toplama albüm olan “Salkım Söğüt” ile tanınırlığı artmıştı lakin ilk solo çalışması olan “Viya” gerçekten bir çığır açıyordu.
O zamana kadar Karadeniz müziği dendiğinde akla sadece Volkan Konak gelirdi. Çok kıymetli çalışmalarıyla bir Fuat Saka gerçeği vardı, ama etki alanı ve müziğinin alıcısı maalesef azdı. Karadeniz müziğinde ortalık İsmail Türüt gibi zevzek şarkıcılara kalmıştı. Onların da tek numarası şiveyle kötü türküler söylemekti. İşte böyle bir ortamda Kazım Koyuncu çıkageldi, o güzel sesiyle, sağlam duruşuyla ve sempatik tavırlarıyla hepimize gerçek Karadeniz müziğini sevdirdi. Ve oluşturduğu tarzla çok kısa zamanda bir yol açıcı oldu. Bugün onun bıraktığı yerden bayrağı devralıp şahane kaliteli müzikler üreten Karadenizli gruplar ve şarkıcılar var. Bunu Kazım’a borçluyuz, borçlular.
Gelelim biraz kasetten bahsetmeye. O ilk kasetten, yani “Viya!”dan bahsetmeye… Aslında Kazım Koyuncu’nun ikinci kaseti yani “Hayde” de “Ne Kasetti Ama” kapsamına rahatlıkla alınabilir ama ilk olduğu için biz “Viya!”ya bakalım. Viya’da 11 şarkı vardı ve bu şarkıların birkaçı hariç çoğunluğu anonim eserlerdi. Halk türküleriydi. Ve yedi şarkı Lazca, Megrelce, Hemşince ile söylenmişti. Bu bir ilkti Türkiye’de. Büyük yoğunluğu Lazca olan ilk kitlesel albüm. Bu kasette artık birer klasiğe dönüşmüş olan ve insanın yüreğini söken duygusal şarkıların(Didou Nana, Ou Nana, Gyuli Ckimi) yanı sıra insanı yerinden zıplatan müthiş dinamik şarkılar(Ka Tun Mita Xendasoç, Koçari, Niçaisi Birapa) bir aradaydı. Ve Kazım Koyuncu’nun o kadar kendine has ve büyüleyici bir sesi vardı ki kaseti size baştan sona soluksuz dinletiyordu.
Ah Kazım, dinmeyen sızım!
Maalesef Kazım Koyuncu’yu geç bulup erken kaybettik. Viya’dan iki sene sonra 2003’te Hayde’yi çıkardı. 2005’te ise sadece 33 yaşındayken aramızdan ayrıldı. Sağlığında yapılan kayıtlardan oluşan 3.albümü “Dünyada Bir Yerdeyim” ise ancak o öldükten sonra 2006’da piyasaya sunuldu. O öldüğünde aileden birisini kaybetmiş gibi oturup ağlamıştım hiç unutmam. Hâlâ da hatırıma geldikçe gözlerim dolar istemsiz. O kadar içten biriydi ki hepimizin abisi, kardeşi gibiydi.
Viya’nın kapanış şarkısı olan “Ben”de şöyle diyordu:
“Babam, ben yıkıcıyım ama
Ama kendini bilmez değilim
Yaşamak istiyorum sadece
Kendi savaşlarım uğrunda.”
O; tıpkı bu şarkıda olduğu gibi kendi savaşları uğrunda yaşamak isteyen binlerce gence örnek oldu, ilham oldu ve o kısacık ömrüne büyük işler sığdırıp şahane bir gelenek ve tarz bırakarak gitti. Yaşasa kim bilir daha neler üretecekti.
İyi ki yaşadı, iyi ki her şeye rağmen şarkılar söyledi bu yeryüzünde.
Unutulmayacak.
20 Temmuz 2019 Cumartesi
ENDİŞE, MERAK VE BEKLEYİŞ
GİRİZGAH: “Bir kitap okudum hayatım değişti.” diye başlıyor Orhan Pamuk’un “Yeni Hayat” romanı. Bu romanı henüz okumadım ama bu söz o kadar çok kullanılır ki kitabın kendisinden daha ünlü hale gelmiş. Henüz okumadığıma göre bu yazının konusu “Yeni Hayat” olamaz. Ama her yazıya da bir giriş lazım değil mi? Bu sözün verdiği eli tutup devam edelim. Bir kitap okudum ve hayatım değişti diyemem ama bir üçleme okudum ve dibim düştü diyebilirim. Bu arada “dibi düşmek” diye bir deyim yok. Yani henüz yok TDK’de(Evet TeDeKa değil, TeDeKe seni cahil!). Lakin bir 20 yıl sonra olmayacağının garantisi yok. Bu hızla kullanmaya devam edersek neden olmasın. Ne maksatla kullanıyoruz bu tabiri? Genelde çok beğendiğimizi anlatmak için kullanıyoruz. Daha güzel tabirler yok mu? Var illaki. “Hayran kaldım, büyülendim” gibi daha yaygın ve sözlükte de var olan ifadeler kullanabilirdim. Ama çalaklavye yazarken “dibim düştü” dökülüverdi parmaklarımdan. (Bu arada “dibi” de ne çok seviyormuşuz be arkadaş! Bir de “adamın dibi” var ki sorma gitsin! O apayrı bir yazının konusu olabilir tek başına.) Neyse konuyu ne çok dağıttım kendi kendime. Şimdi şu dağınıklığı biraz toplayalım ve girizgaha bir nihayet verelim. Nerede kalmıştık? Hah! Üçleme diyorduk.
NASIL OKUDUM: Bu bahsi geçen ve beni mest eden(bakın bu da var;) üçleme, Yaşar Kemal’in “Dağın Öte Yüzü” Üçlemesiydi. Dağın Öte Yüzü Üçlemesi adı üstünde üç kitaptan oluşuyor. Sırasıyla “Orta Direk”, “Yer Demir Gök Bakır” ve “Ölmez Otu”. Aslında en başta üçlemenin tamamını okumak gibi bir niyetim yoktu. Okuma grubumuzun listesinde olduğu için “Orta Direk”i okumaya başladım ilkin. Ve “Orta Direk” tabiri caizse çarptı beni. O çarpılmanın etkisiyle diğer iki kitabı da peşi sıra okudum. İyi ki de okudum.
Bu üç kitap birbirlerinden bağımsız okunabilirler pekâlâ, lakin bence sıra gözetilerek hepsi okunmalı. Her birinin ayrı konusu, ayrı odağı olsa da birleştikleri çok yer var. Kahramanlarımız zaten ortak ve mekânlarda da yine ortaklık devam ediyor.
İlk kitapta-“Orta Direk”te-Uzun Ali ve ailesinin tüm Yalak köylüsü gibi çalışmak için Çukur’a (Çukurova) yaptıkları yolculuk anlatılıyor. Bir türlü bitmeyen çileli, amansız bir yolculuk… Bu kitabın ekseninde Uzun Ali ve anası Meryemce’nin çatışması var.
İkinci kitapta-“Yer Demir Gök Bakır”da-Çukur’dan para kazanamadan dönen köylünün şehirdeki tüccar Adil Efendi’ye borçlarını ödeyememe korkusu ve peşinden Taşbaş Mehmet’i evliya mertebesine çıkarmaları anlatılıyor. Bu romanda Taşbaş Mehmet ve Muhtar Sefer çatışması var.
Üçüncü ve son kitapta-“Ölmez Otu”nda-ise Memidik’in Muhtar Sefer’den öç alma çabaları, Taşbaş’ın evliyalıktan tenzili, Meryemce’nin tek başına hayata tutunuşu anlatılıyor. Memidik, Meryemce ön planda ve birden çok çatışma var.
Bence bu üç roman Türk romanındaki en iyi ve belki de ilk “gerilim” romanı örnekleri olabilirler. Gerilim diyince aklınıza sadece günümüzün birbirine benzeyen klasikleşmiş gerilim romanları gelmesin. İllaki korkutucu ögeler barındıran, kaçma kovalamaca içeren, bir cinayet üzerinden işleyen bir tür değildir sadece “gerilim”. Kaldı ki bu üçleme bunların hepsini de barındırıyor o ayrı mesele. Ya da iyi bir gerilim olması için batı romanındakilere benzemesine de gerek yok. Bu topraklar insan kaynaklı gerilimin en acımasız ve vahşi olanlarını barındırıyor zaten. Bu üçlemeyi şahane birer “gerilim” başyapıtı yapan şey şu üç duyguyu okuyucusunun iliklerine kadar hissettiriyor olması:endişe, merak, bekleyiş. Bu üç duygu hiç bitmiyor ve yakanızı bir an bile bırakmıyor.
Uzun Ali ve ailesi Çukur’a bir türlü inemedikçe(1.kitap), Adil Efendi köye bir türlü gelemedikçe(2.kitap), Memidik Muhtar Sefer’i bir türlü öldüremedikçe(3.kitap) endişeli bir şekilde, merak ederek bekleyip duruyorsunuz okuyucu olarak. Ve gerim gerim geriliyorsunuz.
Yaa işte böyle bir yazar Yaşar Kemal. Destanın(İnce Memed-Oraya da geleceğiz) da en hasını yazmış, gerilim romanının da. Yukarıda bahsettiklerim romanın okuyucusuna hissettirdikleri ile ilgili. Bir de işin edebi boyutu var ki tarifi mümkün değil. Yaşar Kemal o kadar iyi bir dil mühendisi ki yapıtlarında hiçbir fazlalık yok. Kitaplar dil ve anlatım olarak da kusursuz bir matematiğe sahip. Tıpkı kurgusuyla ve yarattığı atmosferle okuyucuyu avucuna alıverişindeki ustalık gibi. Ve o kadar ilginçtir ki bu toprakların acımasız gerçeklerinden-sefalet, yoksulluk, batıl inanışlar, feodal yapı-hareket ederek müthiş bir gerçeklik sunarken önünüze; zaman zaman bir masala, hatta fantazyaya varan bir estetiği de kullanıyor. Yani gerçeklikle fantazya yan yana. Bunu yapabilecek başka bir yazar gelmiş midir bilemiyorum. Karakterlerine üflediği ruh da bambaşka. Meryemce kadar direngen, Uzun Ali kadar dayanıklı, Taşbaşoğlu Mehmet kadar sabırlı, Muhtar Sefer kadar kurnaz/kaypak nasıl olunabilir diye düşünüyorsunuz okuyunca.
SADET: Bu üçlemeyi okumayan kitap okudum demesin. Şaka şaka! Buraya kadar okuduysanız elbette okumayı seviyor ve kitaplara da zaman ayırıyorsunuzdur. Eminim, ilginizi çeken güzel kitaplar da okuyorsunuzdur. O zaman okuma listenize bu kitapları eklerseniz siz sevineceksiniz çünkü benzersiz bir deneyim yaşayacaksınız.
13 Temmuz 2019 Cumartesi
HER ŞEYLE UĞRAŞAN ADAM
(Yaşar Kemal’in Ölmez Otu’nu kütüphane görevlisine teslim ettikten sonra rafların arasında şöyle bir dolandım. Sıradaki kitabımın ne olacağına karar vererek gelmemiştim bu sefer kütüphaneye. Sene boyu çoğunlukla okuma grubumuzun listesine sadık kalmaya çalışmış ama bir yerden sonra rotadan çıkmış kendi rotamı belirleme yoluna gitmiştim. Zira daha önce okuduğum kitaplar üst üste denk gelmişti listede. Sıradaki kitap da Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ıydı. Okumuştum yaklaşık bir 10 yıl önce. Tutunamayanlar tekrar tekrar okunmayı hak eden bir kitaptı lakin şu anda onu tekrar okuyacak kadar dingin bir kafaya sahip değildim. Yine de neden bir Oğuz Atay okuması yapmayayım ki diye düşündüm. Gerçi “Tehlikeli Oyunlar” ve “Korkuyu Beklerken”i de okumuştum. Yani Oğuz Atay külliyatının ağır toplarını zaten okumuştum. İşte o sırada elim raflar arasında “Bir Bilim Adamının Romanı”na uzandı.)
“Bir Bilim Adamının Romanı:Mustafa İnan” adından da anlaşıldığı üzere bir bilim adamının-Mustafa İnan’ın-hayat hikayesini anlatan bir roman. Yani biyografik bir roman. Biyografik romanlar günümüzde çok revaçta. Kolay okunmaları sayesinde okurların tercih ettiği bir tür. Ben de severim. Sanırım, iyi bir araştırma, eleme süreci yürüttüyseniz yazar için de tercih edilmesi mantıklı bir tür. Aman ilginç bir konu bulayım, şahane bir kurgu yapayım da okuyucunun aklını alayım gibi bir dert yok. Malzeme ortada. Oh mis! Yaz gitsin. Bunlar latife tabi. Özellikle toplum tarafından tanınması elzem kişiliklerin hayatının romanlaştırılması bence güzel bir şey ve bu işe soyunanlara da saygı duyuyorum.
Lakin bu romanın yazıldığı tarihlerde bu tarz romanlara pek rastlanmıyor. Aslında Oğuz Atay’ın da böyle bir niyeti yok. Bu bir ısmarlama roman. Bunu önsözden-Cahit Arf’ın-kaleminden öğreniyoruz. O dönemin TÜBİTAK’ı tarafından desteklenen bir proje bu. Türkiye’de yetişmiş, gelecek nesillere tanıtılmasının gerekli olduğu düşünülen bilim insanlarının hayatını romanlaştırıp piyasaya sürmeyi öngören bir projeden bahsediyoruz. Proje uzun süre hayata geçirilememiş, hatta sanırım bu roman da bu projenin tek ürünü olarak kalmış. Projenin uzun süre hayata geçirilememesinin temel sebebi ise bu bilim insanlarını anlatabilecek yetkinlikte ve içerisinde en azından bir “bilim coşkusu” taşıyan yazar bulmakta zorlanılmış olması. Sonunda, kendisi de bir mühendis olan ve aynı zamanda Mustafa İnan’ın da öğrencisi olan Oğuz Atay’a kabul ettirilmiş romanı yazma işi. Çok da iyi olmuş bence. Mustafa İnan gibi özel ve ayrıksı bir insanın hayatını Oğuz Atay’ın kör gözüne parmağım demeden yaptığı ince toplum eleştirisiyle, kendine has kara mizahıyla, zeki ve kıvrak diliyle okumak büyük bir zevk. Cahit Arf, tam tamına düşlediğim bu değildi, diyor kitap için ama detayına da çok girmiyor. Koskoca ordinaryüs, bir bildiği vardır elbet, o kendi gözlüğüyle bakıp bir eksik görmüş ama ben bir okur olarak beğendiğimi söylemeliyim. Ve dediğim gibi Mustafa İnan’ı Oğuz Atay’ın yazması ayrı bir güzellik olmuş.
Mustafa İnan’ın ilham verici bir hayatı var. Kendisi İTÜ’nün eski adıyla Mühendis Mektebinin efsaneleşmiş bir hocası, profesörü. Efsane olmayı hak edecek bir birikime ve kişiliğe sahip olduğunu kitabı okumaya başlar başlamaz fark ediyorsunuz. Mustafa İnan’ın hayatı bir başarı hikâyesi olarak okunabilir. Ama sadece başarıya indirgemek bence yetersiz kalacaktır. Mustafa İnan’ın hayatında görülmesi, anlaşılması, benimsenmesi gereken pek çok nokta var. Bir bilim insanı nasıl olmalı, nasıl düşünmelidir? Bir bilim insanı aynı zamanda bir aydın mıdır, olmalı mıdır? Siyasete yaklaşmalı mıdır, uzak mı durmalıdır? gibi önemli sorulara cevap veriyor Mustafa İnan’ın hayatı. Kitapta “Her Şeyle Uğraşan Adam” şeklinde tanımlanan Mustafa İnan çok yönlü bir insanmış. Sürekli yeni şeyler öğrenmekten ve öğrenmekten haz duyan biriymiş. İnsanları ve dolayısıyla toplumu eğitmenin ve değiştirmenin sorumluluğunu hissetmiş hep. Ve bunu sadece kendi alanıyla yani mühendislikle sınırlı düşünmemiş; insanımıza sanatı, edebiyatı, iyi ve güzel yaşamayı da öğretmek gerektiğini düşünmüş. Merak etmeyen insanlarımıza merak etmeyi öğretmemiz gerektiğini söylemiş hep. Kendi tabiriyle “Doğu’yu tedirgin etmeden Batı’ya yaklaştırmamız gerektiğini” savunmuş. Büyük ideallerin mütevazı adamıymış Mustafa Hocamız. Herkesten Mustafa İnan gibi olmasını beklemek zor. Zira kitapta zikredilmese de Mustafa İnan’ın bir dahi olduğu aşikar. Gerçi artık dahilere dahi demiyoruz, yakın zamanda üstün zekalı demeye başlamıştık, şimdi onu da terk ettik ve üstün yetenekli birey diyoruz onlara. Profesör İnan da bunlardan biri. Çok yönlülüğünden, müthiş hafızasından ve öğrenme/öğretme kabiliyetlerinden anlıyoruz ki kendisi üstün bir birey. Üstün bireyler genellikle toplumun %2’sine falan tekabül ediyor. Bu %2’nin de büyük bir çoğunluğu harcanıp gidiyor. Yani her üstün yetenekli bireyden de faydalanamıyoruz. Hepimiz bir Mustafa İnan olabilir miyiz? Olamayız ama en azından Mustafa İnan gibilerini kendimize örnek almamız gerekiyor. Beklentimiz, insanlarımızın Mustafa İnan kadar başarılı olması olamaz zaten. İnsanımızdan beklentimiz Mustafa İnan kadar çalışkan olmaları olabilir, Mustafa İnan kadar mücadeleci, disiplinli, düşünceli, paylaşımcı ve hoşgörülü olmaları olabilir. Daha özele indirgersek, yani toplumu bırakıp bilim dünyasına dönersek, bu ülkede bilimle uğraşan insanların Mustafa İnan gibi mücadeleci, bilim coşkusuyla yoğrulmuş olmaları olabilir. Mustafa İnan bir ekol yaratmıştır. Onun gibi insanların ekolleri takip edilmeli, yeni ekoller ortaya çıkarılmalıdır. Bu aslında muasır medeniyetler seviyesine gelme mücadelesidir.
Mustafa İnan’ı yazma görevini Oğuz Atay’ın üstlenmiş olmasının çok isabetli olduğunu söylemiştim. Sadece Oğuz Atay’ın büyük bir edebiyatçı olmasından kaynaklanmıyor bu düşüncem. Oğuz Atay’la Mustafa İnan’ın birbirlerine çok benzemelerinden kaynaklanıyor bu söylemim. Benzeyen ne peki? Pek çok şey aslında. Bilime duydukları coşku, her şeyle ilgilenme huyları vs. ama en çok da kaderleri. İnan da Atay da görece erken yaşlarda aramızdan ayrılmışlar ve ikisi de hayattayken yaptıkları işlerle hak ettikleri şekilde takdir edilmemişler. İkisi de hakkınca anlaşılamamış. Ki işin bu boyutu çok önemlidir. Oğuz Atay, kitapta bunun üzerinde çok duruyor, Mustafa Hocanın Türkiye bilim dünyasında yerleştirmeye çalıştığı ekolün çok iyi kavranamadığını, herkesin onu alkışladığını ama kimsenin onun gibi taşın altına elini sokmadığını söylüyor. Bu çok önemli bir tespit. İnsanların taşın altına elini sokmaktan çekindiği bir memleketin ilerlemesi ve muasırlaşması hayalden öteye gitmeyecektir ki gitmemektedir zaten.
Aynı yalnız kalma ve anlaşılamama hadisesi sonrasında tıpkı hocası gibi Atay’ın da başına gelmiştir. Türk romancılığının sınırlarını zorlayan bu adam ancak öldükten sonra o da ululaştırılarak Türk romanındaki yerini alabilmiştir. Toplumcu gerçekçi olmadan, birey üzerinden de toplumsal eleştiri yapılabileceğini göstermiş, belli roman kalıplarının dışına çıkarak da büyük edebiyat yapılabileceğini kanıtlamıştır. Ululaştırılarak dedim çünkü bugün edebiyatımızda müthiş bir Oğuz Atay kültü yaratılmıştır. Çok büyük olduğu su götürmez ama “Tutunamayanlar”ı ya da “Tehlikeli Oyunlar”ı okuyan insanların kaçı gerçekten Oğuz Atay’ın midesini bulandıran o dünyayı ellerinin tersiyle itebilecek kadar cesurdur. Neyse, bu konu başka bir yazının konusu olabilecek kadar geniş. Bu konuya dalmadan önce sözü bağlayalım.
Mustafa İnan, hakkı yaşarken teslim edilememiş, kıymeti tam anlaşılamamış bir değerimiz. Aslında etrafında hep bir dolu insan olmuş, hep büyük saygı da görmüş. Öğrencisinden, hocasına, siyasetçisinden, sanatçısına herkes onun meclisinde bulunmaktan, onu dinlemekten herkes büyük zevk duymuş. Ama onu anlamak yerine onu yüceltmeyi ve efsaneleştirmeyi seçmişler. Onu özellikle bilimle uğraşanların, mühendislik okuyanların tanıması ve anlaması gerekiyor. En çok onların… Ve hatta öğretmenlerin. Çünkü insanlara bir şey nasıl öğretilirin uzmanıymış Mustafa Hoca ve kitapta çok güzel anlatılıyor bu. Mustafa İnan, gerçekten anlaşılmış mı tartışılır, gelecek nesillere Mustafa İnan layıkıyla aktarılabilmiş tartışılır. Yine de her şeye rağmen, Oğuz Atay çıkmış ve Mustafa İnan’ı bu şekilde ölümsüzleştirmiş. İnan gibi niceleri var ki toplum ve insanlık için verdikleri mücadeleye rağmen unutulup gitmiştir.
Şu alıntı bence Mustafa İnan efsanesini ve aslında olması gerekeni çok iyi özetliyor:
“Hep verilerle yetindiğimiz için, bunun ötesini merak eden kafaların varlığına alışmakta güçlük çekiyoruz. Belki onu efsaneleştirerek bir bakıma kurtulmak istiyoruz böyle değişik insanlardan. Öyle ya onu gözümüzde çok büyütmezsek, sonra onun gibi bütün gücümüzle kendimizi ve dünyayı değiştirmek zorunda kalırız.” (Bir Bilim Adamının Romanı, S.79)
11 Temmuz 2019 Perşembe
Yazmak ve Okumak
Yazmak ve okumak arasında kan bağı var hiç kuşkusuz. Bu iki kardeşten biri olan “okumak” genellikle yazmaktan daha muteber görülür. Lakin unutulmamalıdır ki ilk önce yazı keşfedilmiştir ve okunabilecek bir şeyin olabilmesi için önce o şeyin yazılmış olması gerekir. Yani “yazmak” okumanın ablasıdır/abisidir. Yazmak, her ne kadar diğerinin büyüğüdür desek de diğeri olmadan “yazma” eyleminin güdük ve yavan kalacağını da söylemek lazım. Yani okumayan, okumadan beslenmeyen bir insanın yazma eyleminde başarılı olması pek olası değil. Dili kullanma ve anlatım becerisi kazanabilmek için iyi bir okur olmak şart.
Bu iki faaliyet, benim hayatımın da en önemli iki faaliyeti oldu her zaman. Okumakla aram kendimi bildim bileli iyi olmuştur. Okumayı öğrendiğim ilkokul sıralarından bu yana bu durum böyleydi. Hatırlayabildiğim ilk kitabım Sulhi Dölek’in “Güzel, Erdem, Bilgi, Sevgi” kitabıydı. Daha öncesi de vardır illaki Cin Aliler falan ama onları hatırlamıyorum. Ama bunu net hatırlıyorum. Sonra yıllar içerisinde yazmak eylemi de okumak kadar önemli oldu hayatımda. Bir şeyler yazmaktan hep zevk aldım. Belli kurallar dahilinde ve edebiyat kaygısı da güderek yazmaya başlamam ise blog yazmamla başladı. Sanırım 2007 idi “gorkidiyorki” blogunu ilk açtığımda. Ve aslında beni bir blog tutmaya yani yazmaya iten şey yine okuma eylemiydi. Şöyle ki çok kitap devirdiğim bir dönemdi 2005-2007 arası. Bir gün kitaplığımdan rastgele seçip okumaya başladığım bir kitabın ancak 30-40. sayfasına geldiğimde fark etmiştim onu daha önce okuduğumu. Sonra okuduğumu net bir şekilde bildiğim ama içerikleriyle ilgili çok az şey hatırladığım bir yığın kitabım olduğunu fark ettim kitaplığımda. Okuyorum ama okuduklarımdan geriye ne kalıyor düşüncesine itti bu durum beni ve ondan sonra okuduklarım hakkında sistemli bir şekilde notlar almaya ve okuduklarım hakkında bir şeyler yazmaya karar verdim. Bunu blog üzerinden yapmaya karar vermem ise insanların yazdıklarımı okuyacaklarını bilmenin bana yazma disiplini kazandıraracağını düşünmemle oldu.
O günden sonra da okuduklarımın hepsini yazamamış olsam da pek çoğunu yazmaya çalıştım. Yani okuma eylemim yazma eylemimin motoru olmuş oldu. Okuduklarım dışında şeyler de yazdım sonraları çünkü yazma işini çok sevdim. Yazmanın insanı iyileştiren, sağaltan da bir tarafı vardı. O yüzden “gorkidiyorki” blogunun sloganını “yazalım güzelleşelim” olarak belirlemiştim. Yazmak güzelleştiriyordu.
Okumak da yazmak da güzelleştiriyor insanı. Okudukça yazma melekeniz de keskinleşiyor bir yandan. Yine de çok okumak yazabilmek için yeterli değil. Yazma için sistemli olmak ve zaman ayırmak gerekiyor. Kafanızın yazma eylemine odaklanması bir o kadar önemli. Dolu kafayla da yazılmıyor nitekim. Neyse ne, pek çok sebepten ötürü epeydir bir şeyler yazamadım. Okumadım mı peki? Hayır, okudum. Ona bir şekilde vakit buldum ama bir şeyler yazabilecek boş vakti ve kafa dinginliğini yaratamamıştım. Şimdi, geri dönüyorum; önümüzdeki günlerde biriken kitaplar ve muhtelif konular hakkında kafanızı ağrıtmaya devam edeceğim.
Görüşmek üzere.
(Sırasıyla Yaşar Kemal’in İnce Memed’ini, Dağın Öte Yüzü Üçlemesini, Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde ve Eskici ve Oğulları romanlarını ve son olarak Oğuz Atay’ın Bir Bilim Adamının Romanı’nı yazacağım.)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)