29 Temmuz 2020 Çarşamba

İSTANBUL İSTANBUL İSTANBUL İSTANBUL İSTA…



Çok büyük şeyleri tanımlamak zordur. Onlara paha biçmek, bir yere yerleştirmek, somutlamak, bir anlama büründürmek zor, çok zor iştir. Deveye hendek atlatsanız, ağzınızla kuş tutsanız bile kâr etmeyebilir. Eksik gedik bir yerleri hep kalır. Mesela aşk… Öyle ya, ne kadar insan varsa o kadar aşk tanımı vardır. Kimin haddinedir “aşk”ı anlatabilmek.


İşte İstanbul da o “şey”lerden biri. Öyle büyük, öyle büyüleyici, öylesine yoldan çıkarıcı, öylesine benzersiz ki İstanbul… Anlatın desek, herkes başka bir şey anlatır onunla ilgili.


Burhan Sönmez’in “İstanbul İstanbul” romanında böyle bir İstanbul var işte. Bir yanda şaşaa bir yanda sefalet, bir yanda direniş bir yanda teslimiyet, bir yanda umut öbür yanda yedi kat karanlık… Dedik ya, çok büyük şeyleri anlatmak da güç diye. Kitabın adına ve kapağına bakıp İstanbul üzerine safi bir güzelleme sanmayınız. İstanbul imgesi pek çok şeyi dolduruyor kitapta ama her şey onun üzerine söylenmiyor. Kavgamızın şehri* İstanbul’da görmediğimiz, bilmediğimiz hikâyelerin, hayatların romanı İstanbul İstanbul.


Bana bu romanı şair dostum Aziz Aytaş tavsiye etmişti. Feysbukta paylaştığım bir kitap yazısının altına-okuma tavsiyesi sormuş olmalıyım ki-tavsiye olarak bırakıvermişti Burhan Sönmez’in İstanbul İstanbul’unu. Bir şairin önerisi mühimdir, göz ardı edilemez. Hemencecik iliştirivermiştim okuma listeme. E, ama serde var çöp okurluk, onu oku bunu oku derken ancak sıra geldi İstanbul İstanbul’a. Kitap hakkında hiçbir şey bilmeden aldım kitabı elime. Ne konusu ne yazarı hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Kitabın ne anlatıyor olabileceğine dair bir fikir bile yürütmemiştim içimden. O güzel, romantik İstanbul fotoğrafından oluşan kapak bile harekete geçirmemişti beni. O denli beklentisiz ve sıfır noktasında başladım kitaba.


Ve tabiri caizse kitap beni çarptı. Bir kitabı beğenmekle o kitaba çarpılmak arasında fark var. Bazı kitapları okur bitirir ve beğenirsiniz. Bazıları ise sizi avucu içine alıverir ve son sayfasına kadar bırakmaz. Bahsettiğim şey salt sürükleyicilikle falan ilgili değil. Bahsettiğim şey; kitapta yaratılan atmosfer, karakterler, konu, dil ve anlatımıyla yani bir bütün olarak sizi kavrayıvermesinden bahsediyorum. Bu kitabın da daha ilk bölümünde bu olay başıma geldi. Bu kitap “benim kitaplarımdan” biri olacak dedim içimden. Boşuna değilmiş dedim şair abimizin tavsiyesi.
Peki, kitap ne mi anlatıyor. I-ıh olmaz. Konusuna dair hiçbir şey söylemeyeceğim. Ola ki okumak isteyen biri çıkarsa benim gibi sıfır noktasında alsın isterim kitabı eline. Benim yaşadığım sürprizi yaşasın. Afallasın, üzülsün, kahkahalara boğulsun; kahrolsun, umutlansın, şaşırsın isterim.


Çok uzun yazmayacağım bu sefer.(Zaten, anam bile yazılarımı uzun bulduğu için okumadığını itiraf etti.) Büyüsü bozulsun istemiyorum. Üzerine söz söylenen şey zenginleşir zenginleşmesine ama üzerindeki efsunda uçuklaşmaya başlar yavaş yavaş. Kalsın istiyorum oysa. O efsun, kitabı güzel yapıyor.

Kitabın kahramanlarından biri olan Küheylan Dayı’dan bir alıntıyla** bitireyim. Kitabın geneline sirayet eden o masalsı şiirsellikten bir kuple: “Babam akşamları gaz lambasının ışığında duvara eliyle gölgeler yapar, maharetli parmaklarıyla kentler kurardı. İstanbul’u da öyle anlatırdı. Vapurları uzun, trenleri daha uzun yansıtır, sonra duvara bir ağacın yanında bekleyen bir gencin gölgesini verirdi. Bu genç ne bekliyor, diye sorduğunda, hep bir ağızdan, sevdiğini bekliyor, derdik. O inadına tersini yapar, delikanlıyı zindanlara kapatır, batakhanelere atar, ancak bizim umutsuzluğa kapıldığımız bir anda sevdiğine kavuştururdu. İstanbul çok büyük, derdi, her duvarın ardında başka bir hayat, her hayatın ardında başka bir duvar var. Kuyu gibi, hem derin hem dardır İstanbul. Kimisi onun derinliğinde sarhoşlanır, kimisi darlığında sıkılır. Babam sonra döner, size kendi tanık olduğum bir İstanbul hikâyesi anlatayım, derdi. Hem anlatır hem de hikâyeyi parmaklarıyla duvara resim gibi yansıtırken, bizi küçük evimizden alıp lambanın gölgesinde doğan ve gecelerimizi uçsuz bucaksız kaplayan o meçhul kente taşırdı.”


*Ey sen ne güzelsin, ey kavgamızın şehri… (İstanbul, Vedat Türkali)
** Kitapla ilgili diğer alıntılarımı merak ederseniz. Twitterda @gorkimania hesabını takip edebilirsiniz.

1 yorum:

  1. Yorumsuz kalmasın burası, yorumlansın, yorumlu olsun, bir yorum bulunsun... insanlar çok yorgun fakat yorum enerji gerektirmez... Yorum insanın kendi yoğunluğunu istediği zaman istediği şekilde, nefes alırcasına yada kusarcasına serbest bıraktığı hafif turuncuya benzer, elastik ruhrevi bir güç topudur... Aşık olmayı ve istanbulla uğraşmayı bırakın...

    YanıtlaSil