7 Temmuz 2020 Salı
SABAHATTİN ALİ OKUMAYI BIRAKIN ARTIK
Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna”sını 20’li yaşlardayken okumuştum ve tüm okurlar gibi beni de hemencecik etkisi altına alıvermişti bu romantik şaheser. Su gibi akan, insanı duygudan duyguya sürükleyen bu romanın çok okunması ve çok beğenilmesi gayet normaldi. Kürk Mantolu Madonna’nın hemen arkasından “Kuyucaklı Yusuf”u da okumuştum. Bu kitapla birlikte Sabahattin Ali’ye olan hayranlığım pekişmiş, yazdığı her şeyi okuma isteği uyandırmıştı bende. Bu iki romanından sonra oturup öykü kitaplarını okudum Sabahattin Ali’nin. “Kağnı, Değirmen, Sırça Köşk, Yeni Dünya, Ses” adındaki öykü kitaplarında toplanmıştı öyküleri. Görkemli yalınlığıyla, buram buram gerçekliğiyle öyküleri de çok çarpıcıydı. İçimizdeki Şeytan’ı da almıştım* ama bir türlü okumaya kıyamıyordum. Zaten epi topu üç romanı vardı ve onu da okuyunca bitiverecekti romanlar. Öyküler zaten bitmişti. O sırada sevgili arkadaşım Elmas Okumuş bak bir de bunu oku, gerçek Sabahattin Ali’yi bir de burada gör diyerek “Markopaşa Yazıları ve Ötekiler” kitabını hediye etmişti bana. Aziz Nesin’le beraber çıkardıkları Markopaşa dergisinde ve diğer dergilerde(Merhumpaşa, Malumpaşa, Ali Baba, Tan, Varlık, Resimli Ay vd.) çıkan yazılarının toplandığı kitaptı bu. Sabahattin Ali’ye olan hayranlığım iki katına çıkmıştı bu kitapla beraber. Herkesin konuşmaya, yazmaya çekindiği konuları yazıyordu dergilerdeki yazılarında. Hem de zor ve tehlikeli zamanlarda. Adaletten, eşitlikten, özgürlükten bahsediyordu. Edebi kişiliğiyle zaten büyük olan yazar, düşüncelerini korkmadan savunan halkçı bir aydın olarak daha da devleşiyordu bu yazılarında.
Romanlarında bireye ve bireyin toplumla ilişkisine odaklanan Sabahattin Ali, öykülerinde daha gerçek hikâyeler seçiyordu ve öykülerinde romanlarına nazaran biraz daha toplumcu gerçekçi bir damar tutturuyordu. Ama onun toplumcu gerçekçiliğin öncülerinden birisi olarak nitelendirilmesini sağlayan asıl eserleri dergilerde yayınlanan bu yazılarıydı. Yazdığı romanların her biri zaten şaheserdi. Yazdığı öyküler hep kalburüstüydü. Yani bu işlere bulaşmadan, pek çok yazar gibi kendi fildişinden kulesinde rahat rahat yaşayabilirdi. Ama yıkılmaz zannedilen “sırça köşk”lere karşı savaş açmıştı, gerçek bir aydın olarak yanlış bildiği şeyleri yazmaktan geri durmayacaktı. Gerçeklerin her daim örtbas edildiği, doğru söyleyenin dokuz köyden kovulduğu memleketimizde bu güzel adama da tahammül edemediler bu yüzden. Faili belli(!) bir faili meçhul cinayetle katlettiler onu ve henüz 41 yaşında koparıp aldılar bizden. Yaşasa kim bilir daha neler yazacaktı, belki Orhan Pamuk’tan çok daha önce Nobel alan ilk Türk romancısı o olabilirdi.
İşte onun bir daha yazamayacağını bilmenin verdiği buruklukla “İçimizdeki Şeytan”ı bir türlü okuyamadım. Elim gitmedi. Okumadığım en azından bir kitabı dursun kenarda istedim. Yangında son kurtarılacak misali sakladım onu. Ama onca yıl içinde o kadar çok şey okumuş ve dinlemiştim ki onun hakkında, zaten kitaba dair her şeyi biliyordum neredeyse. Ve 12 yıldır kitaplığımda yıllanmış bir şarapmışçasına gözümden sakındığım kitabı geçen haftalarda okudum. Tek kelimeyle “benzersiz” bir okuma deneyimiydi. Okumak için yıllarca beklediğimden mi ya da zaten bir Sabahattin Ali hayranı olduğum için gözümde büyütüyor muyum bilmiyorum ama “İçimizdeki Şeytan” benim Türk edebiyatı içinde okuduğum en iyi 10 eserden biri kesinlikle. Dünya Klasikleri listesine Türkiye’den bir eser dahil edilecekse eğer bu eser kesinlikle “İçimizdeki Şeytan”dır bana göre. Zira o tüm klasiklerde bulunan evrenselliği en iyi bu eser yakalar. Klasik eserlerde olay nerede geçiyorsa geçsin, zaman ne olursa olsun ortak mesele “insan” ve insanın içindeki o gizli kalmış taraflardır. İnsanı mercek altına yatıran bu eserler, okunduğunda coğrafya ve zaman ne olursa olsun insanoğlunun her yerde aynı olduğunu fısıldar bize. Bu eseri de Sabahattin Ali değil de sanki Dostoyevski, sanki Victor Hugo, sanki Charles Dickens yazmış gibidir. Çünkü her yerde böyledir bu işler. Dünyanın her yerinde insanlar bin bir türlü boş işlerle uğraşır, bin bir türlü kötülük icat ederken “içlerinde yaşayan bir şeytana” havale ederler bu pis işleri. Sabahattin Ali; kadın-erkek ilişkilerinden, toplumsal ilişkilere kadar türlü detay ve gözlemle dolu bu kitabında ustaca anlatır bizi bize. Dünya çapında bir edebi iştir ortaya çıkardığı.
Sabahattin Ali, çok büyük bir yazar olduğu gibi çok da okunan bir yazardır. Her büyük yazar, çok okunmaz maalesef. Sabahattin Ali, çok rağbet görmekte uzun yıllardır. Her kitapçının en çok satanlar raflarında onun eserlerini görürüz. Son zamanlarda ise kitaplarının pek çok basımını görebiliyoruz. İtiraf etmek gerekirse Sabahattin Ali’nin kitaplarını her yerde görmek canımı sıkıyor, içimi acıtıyor. Lanet olası, telif yasaları bir yazarın ölümünün üzerinden 70 yıl geçtikten sonra o yazarın eserlerini kamu malı olarak kabul ediyor ve dolayısıyla isteyen herkes o yazarın kitaplarını basabiliyor. Neredeyse her yayınevinin dünya klasiklerini basabilmesinin sebebi budur. (Ki çoğunun çevirisi vs. çok kötüdür, özensiz kitaplardır bunlar.)
Peki, bu durum benim canımı niye sıkıyor? Çünkü Sabahattin Ali, her insanın hak ettiği gibi yaşlanarak ölmedi. Ömrünün en verimli çağında koparıp aldılar onu, siyasi görüşlerinden ötürü katlettiler. Katil Ali Ertekin 3-5 yıl yatıp çıktı. Cinayete göz yumanlar, perde arkasındaki kirli eller hiçbir zaman açığa çıkarılamadı. Ve öldürülmekle kalmadı eserleri bile yasaklandı. Sabahattin Ali’nin eserleri öldürüldüğü yıl olan 1948’den 1965’e kadar basılamadı Türkiye’de. Yasaktı. Bırakın eserlerini basmayı, Sabahattin Ali’den bahsetmek bile yasaklanmış gibiydi.** Ne acayip iş, hem öldürülüyorsunuz hem de eserleriniz yasaklanıyor. Varlığınızla beraber düşünceleriniz de yok edilmeye çalışılıyor sanki. Ama ne kadar uğraşılsa da düşüncelere gem vurulamaz. Onun gibi düşünenler; özgür, bağımsız, demokratik Türkiye hayali kuranlar hep oldu. Ama onlar da öldürülmedilerse de devletin zindanlarında süründürüldüler yıllarca. Sabahattin Ali’nin Türkiyesi daha iyi bir yer haline dönüşmedi ilerleyen yıllarda da maalesef. Hâlâ da tam bağımsız ve demokratik bir Türkiye’den bahsedemiyorsak hangi hakla ve yüzle Sabahattin Ali kitaplarını bu kadar umarsızca basıp tüketebiliyoruz. Sabahattin Ali hem bir cinayete kurban gittiği için hem de eserleri 1965’e kadar yasaklı kaldığı için bu telif yasasından muaf tutulmalıydı. Ailesinin-kızı hâlâ hayatta-yayın haklarını verdiği bir yayınevi basmaya devam etmeliydi ya da devlet bu işi o tarihten sonra kendi üstüne almalıydı.*** Sabahattin Ali gibiler “kamu” yani halk gerçekten özgürleşmeden kamu malı haline getirilemez, getirilmemeliydi. Bu yüzden, bırakın artık Sabahattin Ali okumayı. Çünkü bu ülkeyi daha iyi bir yer haline getirmeden onu ve ürettiği yüksek edebiyatı hak edemeyeceğiz.
*(dipnot 1): Bu elimdeki kitabı bir sahaftan almıştım. (Eskiden sahaflardan eski kitap almak gibi romantik şeylerle uğraştığım zamanlar olmuştu itiraf ediyorum. Okunmuş, yaşanmışlığı olan kitap romantizmi.) Ama bu, resimdeki kitaptan okumadım “İçimizdeki Şeytanı”. Bir arkadaşımdan aldığım yeni bir basımdan okudum. Zira elimdeki basım çok kıymetli. 1966 Varlık Yayınları basımı. Varlık Yayınları’nın cep boy romanlar serisi bir efsanedir. Bu da onlardan biri. Çok değerli, zira Sabahattin Ali eserlerinin yayımlanması 1965’e kadar yasaktı. Yani bu kitap, yasaktan sonra basılan ilk nüshalardan.
**(dipnot 2): Kitapları basılmadığı gibi dönemin dergilerinde, edebiyat seçkilerinde, antolojilerinde bile yer verilmemiştir kendisine. Halbuki arkasında bıraktığı edebi ürünler göz ardı edilecek cinsten değildir. Asım Bezirci kaleme aldığı “Sabahattin Ali Biyografisi”nde detaylı bir şekilde anlatır bunu. Dönemin en ünlü yazarlarından olan üstelik bir edebiyat profesörü olan koskoca Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bile derslerinde ve eserlerinde Modern Türk Edebiyatı yazarlarını ve eserlerini anlatırken Sabahattin Ali’yi es geçtiğini söyler. Benim de büyük hayranı olduğum Tanpınar’la ilgili okuduğum bu bilgi açıkçası beni çok üzmüş ve hayal kırıklığına uğratmıştı. İster siyaseten ayrıldıkları için olsun ister devlet korkusundan olsun, bu yaptığını hoş karşılayamamıştım.
***(dipnot 3): Ütopik düşünceye gel! Oksimoronun dik alası resmen. Öldürülmesine çanak tutan, failleri kollayan, davayı hasır altı eden devlet(devletin bir hafızası vardır) böyle bir işe soyunacak öyle mi? Ne kadar safım.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder