20 Temmuz 2009 Pazartesi

Beni Bak Biyo!

Bir arkadaşın facebookta paylaştığı bir videonun altında gördün adını ve merak edip girdim. Müthiş eğlenceli yazılar var. Yazıların içeriğinden çok yazıların “Dengizlice” yazılmış olması süper eğlenceli. Yazıların dışında şablonlar menüler de tamamen Denizlice..:)

Denizli, Muğla taraflarının şivesini seviyorsanız eğer bu blog sizi çok eğlendirecektir emin olabilirsiniz. Rahmetli Özay Gönlüm çok güzel kullanırdı bu şiveyi. Nurun içinde yatsın…

Blogun tam adresi:
http://benibakbiyo.blogspot.com/

18 Temmuz 2009 Cumartesi

Osman Aysu ve Polisiye Romanlar




Polisiyeleri oldum olası sevmişimdir. Polisiye romanları da filmleri de hep ilgiyle takip etmişimdir. Polisiye vaat ettiği heyecan ve sürükleyiciliğin yanı sıra okuyucusunu zihnen yormadığı için de tercih sebebidir. Polisiye romanı okursunuz ve hayatınıza devam edersiniz. Hayata dair dersler çıkarmazsınız, edebi bir haz almazsınız ama onun verdiği haz da farklıdır nihayetinde. Gerçi edebi yoğunluğu bulunan polisiye romanlar ve onları vücuda getiren seçkin edebiyatçılar da vardır. Polisiye ve macera romanlarını edebiyattan yoksun sayıp genelleme yapmak da doğru olmaz.

Ben polisiye-macera romanlarını severim ama bu konuda bir uzman olduğum da söylenemez. Bu konuda tek uzmanlık alanım Ahmet Ümit romanlarıdır ki bunun üzerine de yazacağım ileride.

Ahmet Ümit demişken buradan devam edeyim yazıya. Geçmişte Peyami Safa, Kemal Tahir gibi büyük yazarlarımız maddi kaygılarla polisiye romanlar yazmışlardır; malum polisiye ilgi çeken ve çok satan bir roma türüdür. Günümüze yaklaştıkça polisiyeye olan ilgi artmaya devam etmiştir fakat bu alanda nitelikli yazarlar yetişmemiş nitelikli eserler verilememiştir. Verildiyse de maalesef okuyucuya ulaşamamış tarihin sayfalarına karışıp gitmiştir. Bu alandaki en tanınmış ismimiz kuşkusuz Ahmet Ümit. Kitapları, çok satanlarda her daim mevcuttur. Ahmet Ümit çok başarılı bir yazardır ama bu çok satarlıkta büyük bir yayınevine mensup olmak ve reklamının iyi yapılması gibi etkenlerin de payı büyüktür. Ahmet Ümit’ in haricinde kitap raflarında kitaplarına sıkça rastlayabileceğiniz çok satan bir diğer polisiye romancımız Osman Aysu’ dur. Ben geçtiğimiz haftaya kadar hiç Osman Aysu okumamıştım ve ilk önce kendi dilimizde yazılmış polisiye eserleri okumayı kendime bir borç bildiğim için de Osman Aysu okumamış olmaktan rahatsızdım. Geçen hafta girdiğim bir kitabevinin raflarında kitaplarını görünce tatili de fırsat bilip iki tane romanını aldım.

Osman Aysu’ nun kitaplarını okumaya başlamadan önce merakıma yenik düşüp acaba hakkında ne yazmışlar diye şöyle bir EkşiSözlüğe göz gezdirdim. Takdir edenler de vardı tabi ama çoğunluk tarafından acımasızca eleştiriliyordu yazar. Gerçi hiçbir şey üretmeden sürekli etrafını eleştirip lak lak yapan yurdum insanının bir yansıması olan EkşiSözlükten Osman Aysu’ yla ilgili sağlıklı veriler alamazdım. Bu önyargıları bir kenara bırakıp okumam gerekirdi.

Bir hafta içinde okudum ikisini de. Açıkçası ilk okuduğum kitabı olan Tutkunun Esiri ben de büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Polisiye ve Macera romanlarındaki en önemli unsur olan kurgu gayet başarısızdı. Bu başarısız kurguya rağmen kitabın sonuna kadar umudumu yitirmedim ancak son da kötü olunca hayal kırıklığına uğradım. Bayat hikâyesinin ve kötü kurgusunun yanı sıra kitaptaki karakterler de inandırıcılıktan ve derinlikten çok uzak bir şekilde betimlenmişti. Kullandığı dil ve sözcük seçimleri de kitabın akıcılığına ket vurur nitelikteydi maalesef.

Ben bir yazar değilim sıradan bir okuyucuyum ama iyi kitapla kötü kitap arasındaki farkı ayırt edecek kadar kitap okudum. Ukalalık ya da saygısızlık etmek istemem ama Osman Aysu beni hayal kırıklığına uğratmıştı doğrusu.

Aldığım diğer kitabı okumamayı düşündüysem de yine önyargımı bir kenara bırakıp araladım kapağını. İkinci kitabın da beni alıp başka diyarlara götürdüğünü söyleyemem ama en azından ilk kitap için sarf ettiğim olumsuz eleştirileri bunun için tekrarlamak haksızlık olur diye düşünüyorum. Çünkü okuduğum ikinci kitap olan Çifte Tehlike’ de kurgu diğerine göre daha sağlam. Kullanılan dil daha akıcı ve daha rahat okunuyor ve en azından diğeri gibi saçma bir sonla bitmiyor. Maalesef karakterlerin psikolojik alt yapısı yine iyi düşünülmemiş ve okuyucu için kitaptaki birçok nokta yine muamma.

Osman Aysu çok üretken bir yazar. Çok sayıda romanı mevcut. Bu iki kitabını okuyunca keşke bu kadar hızlı ve bu kadar çok yazmasa; az yazsa ama sağlam yazsa dedim ister istemez.



Ben Osman Aysu’ ya karşı sözlükçüler kadar acımasız değilim. Belki bir Glenn Meade, bir Dean Koontz, bir Jean-Christophe Grange ya da bir Clive Cussler değil ama tüm bunlara rağmen Türk romanı ve polisiyesi için okunmasının gerektiğini düşünüyorum. Çünkü iyi bir polisiye edebiyat oluşturabilmemiz için öncelikle okumayı ciddiye alan genç bir okur kitlesine ihtiyaç var ve bunların okuyacağı kitaplara… Zaten bir röportajında Osman Aysu’ da polisiye yazmaya nasıl başladığının cevabı olarak tam da bunu söylüyor: “ Okuyacak yerli polisiye roman yoktu, ben de oturup kendim yazayım dedim.”

(Buradan Ahmet Sakartepe’ ye selamlar. Bu yazıyı yazmadan önce kendisinden icazet almam gerekirdi aslında. Polisiye ve Macera romanları ondan sorulur.)

Vizontelenin Güvercini



Vizonteleleri çok severim. Yılmaz Erdoğan’ın yaptığı her işi severim gerçi. Bir Demet Tiyatro’yla televizyonda başlayan Yılmazseverliğim tiyatro oyunları ve sinema filmleriyle hep artmaya devam etmiştir.

Biraz önce televizyonda Vizontele Tuuba’ yı görünce daha önce birçok kez izlememe rağmen dayanamadım yine başlarına baktım şöyle. Çok güzel bir hikâye ve süper oyunculuklarla dolu bir filmdir bence. Bu filmde yer alan oyuncuları şöyle bir gözümden geçirdim ne müthiş bir ekip demekten kendimi alamadım doğrusu. Çok sevdiğim bu filmi izlerken daha önce dikkatimi çekmeyen bir detay takıldı gözüme.

Filmin başlarında Deli Emin’ in Demokrat Parti için yaptığı tabelayla ilgili bir konuşma geçmektedir. Parti başkanı Latif, Deli Emin’ e tabelanın köşesine çizdiği güvercini göstererek Demirel’ in partisinde Ecevit’in güvercininin ne işi var diye veryansın eder. Deli Emin’ se o Ecevit’ in güvercini değil benim güvercinim der. Gerçekten de Deli Emin’in güvercinidir zira Deli Emin yaptığı bütün işlerin altına imza niyetine o kuş resmini çizer.(bkz. yukarıdaki film afişinde bile rastlarız o meşhur güvercine)

Lakin kafama takılan şudur: Güvercin rahmetli Bülent Ecevit’ le özdeşleşen partisi DSP’nin sembolüdür. Ee o zaman yanlış nerede diyeceksiniz haklı olarak! Yanlış şurada DSP 1985 yılında kuruldu. Vizontele Tuuba filminde olaylar 12 Eylül darbesinin öncesinde yani 1980 yılında geçer. Dolayısıyla henüz ortada Ecevit’in partisi yoktur. Filmde tarihsel bir yanlışlık yapılmış gibi duruyor.

Yaşım gereği o yıllarla ilgili bilemediğim şeyler olabilir. Mesela DSP kurulmadan önce de Ecevit’in güvercinle özdeşleşmiş bir profili varsa bunu bilemem ama zannetmiyorum öyle olduğunu. Ecevit’ in güvercini diye kast edilen partisinin güvercinin de başka ne olabilir ki..?
(Bu konuda bilgisi olan beni aydınlatabilir…)

Tabi insanlık hali. Sinemada zaman zaman böyle devamlılık hataları yapılabiliyor. Hayranı olduğum Yılmaz Erdoğan da pek ala böyle bir yanlışa düşmüş olabilir ama bu yine de filmin güzelliğinden bir şey kaybettirmiyor.

16 Temmuz 2009 Perşembe

EĞER

EĞER

"Eğer, bütün etrafındakiler panik içine düştüğü
ve bunun sebebini senden bildikleri zaman
sen başını dik tutabilir ve sağduyunu kaybetmezsen;

Eğer sana kimse güvenmezken sen kendine güvenir
ve onların güvenmemesini de haklı görebilirsen;

Eğer beklemesini bilir ve beklemekten de yorulmazsan
veya hakkında yalan söylenir de sen yalanla iş görmezsen,
ya da senden nefret edilir de kendini nefrete kaptırmazsan,
bütün bunlarla beraber ne çok iyi ne de çok akıllı görünmezsen;

Eğer hayal edebilir de hayallerine esir olmazsan,

Eğer düşünebilip de düşüncelerini amaç edinebilirsen,

Eğer zafer ve yenilgi ile karşılaşır
ve bu iki hokkabaza aynı şekilde davranabilirsen;

Eğer ağzından çıkan bir gerçeğin bazı alçaklar tarafından
ahmaklara tuzak kurmak için eğilip bükülmesine katlanabilirsen,
ya da ömrünü verdiğin şeylerin bir gün başına yıkıldığını görür
ve eğilip yıpranmış aletlerle onları yeniden yapabilirsen;

Eğer bütün kazancını bir yığın yapabilir
ve yazı-tura oyununda hepsini tehlikeye atabilirsen;
ve kaybedip yeniden başlayabilir
ve kaybın hakkında bir kerecik olsun bir şey söylemezsen;

Eğer kalp, sinir ve kasların eskidikten çok sonra bile
işine yaramaya zorlayabilirsen
ve kendinde 'dayan' diyen bir iradeden
başka bir güç kalmadığı zaman dayanabilirsen;

Eğer kalabalıklarda konuşup onurunu koruyabilirsen,
ya da krallarla gezip karakterini kaybetmezsen;

Eğer ne düşmanların ne de sevgili dostların seni incitmezse;

Eğer aşırıya kaçmadan tüm insanları sevebilirsen;

Eğer bir daha dönmeyecek olan dakikayı,
altmış saniyede koşarak doldurabilirsen;

Yeryüzü ve üstündekiler senindir

Ve dahası

sen bir İNSAN olursun oğlum..."

Rudyard KİPLİNG



"Önyargılardan arınmış, gönlü geniş insanlarla dolu bir dünyada yaşamak isterdim. Ama yaşadığımız dünyanın öyle bir dünya olmadığını öğreneli çok oldu.
Hayatta kalabilmem ve yaşayabilmem için herkesin benim gibi düşünmesi gerektiği herkesin aynı hassasiyette yaşaması gerektiğini düşündüm uzunca bir zaman. İnsanların nobranlığını, cehaletini, aymazlığını, çakallığını, ikiyüzlülüğünü ve ahmaklığını dert edindim kendime. Mutsuz oldum böyle bir dünyada yaşadığım için. Geçmiş zaman kullanıyorum diye bu dertlerimden sıyrılabildim sanılmasın ama olgunlaştım biraz daha. Eskisine nazaran törpülendi benim de bazı yönlerim, istemeye istemeye de olsa “büyüdüm”.

İşte böyle zamanlarda dönüp dönüp Rudyard Kipling’ in oğluna hayatla ilgili öğütlerini içeren bu şiirini okudum. İnsanlar için de yaşayabilmek için herkesin bana benzemek zorunda olmadığını hatırlattı bana bu şiir, ya da herkes gibi olmak zorunda olmadığımı. Tüm keşmekeşe tüm bu yanlışlara rağmen sen doğru kalarak ve korkmadan ve aynı zamanda yılmadan ama kendini de soyutlamadan yaşayabiliyorsan o zaman ulaşabiliyormuşsun hayatın bilgeliğine. Bilgelik hayatta kalmayı başarma sanatıymış meğerse. Eğer yaşamaya cesaretin varsa…"

15 Temmuz 2009 Çarşamba

Urumçi





Urumçi’ deki insanlık dramını üzülerek izledik. Yine dehşete düştük insanın insana yaptığı zulüm karşısında. İnsan söyleyecek söz de bulamıyor böyle zamanlarda. Zaten ne söylenebilir ki. Kınıyoruz, lanetliyoruz tüm kalbimizle ama daha fazlası yok. Hepsi bu. Daha fazla da ne yapılabilir ki de diyebilirsiniz haklı olarak.
Dünyayı üç beş çapulcu yönetiyor. Geri kalanlar; bizler birer figüranız… Onların oynadığı kanlı filmde üstüne bombalar yağan, vücudu delik deşik edilen, kafası gövdesinden ayrılan, kalabalık savaş sahneleri için kullanılan birer figüran… Ve de tabi ki uğruna öldüğümüz öldürdüğümüz değerlerimiz var. Dinimiz, milletimiz vs. Ben orada ölen insanlar Müslüman ya da Türk oldukları için değil sadece ve sadece insan oldukları için üzülüyorum. Ruandadaki, Şilideki, Filistindeki, Namibyadaki, Tibetteki insanlık suçlarına nasıl üzüldüysem buna da öyle üzülüyorum. Çünkü biliyorum ki bizi yönetenler, al kanımızı içip kadeh kaldıranlar bizi en güzel bu değerleri kullanarak bölüyor birbirimize düşürüyor sonra da geçip karşımıza timsah göz yaşları dökerek izliyorlar. Şöyle bir kaldırıp baksak kafamızı görürüz zaten; paranın, iktidarın dininin de milletinin de olmadığını. Onların hepsi aynı dinden aynı millettendir. Bizse farklılıklarımız yüzünden birbirimizi öldürüp arka planda mayına basarak gövdesi patlayan figüranlar olmaya devam ederiz.
Soykırımların, katliamların olmadığı bir dünya düşüyle…



9 Temmuz 2009 Perşembe

Soğuk Dağ Adlı Roman Üzerine

Charles Frazier öyle bir roman çıkarmış ki ortaya bence başka bir tane daha yazmasına gerek yok. Ömrüm boyunca çalışıp tek bir roman yazabileceksem eğer Charles Frazier’inki gibi olsun isterim. İnsana dair her şey var çünkü bu kitabın içinde. Kitaptaki olaylar “özgürlükler ülkesi, bolluk ve bereket diyarı” Amerikanya’da Amerikanya iç savaşı zamanında geçiyor. Geçmişsiz ülke Amerikanya’ nın geçmişinin en kanlı yıllarını fon alıyor kendine yazar ve bir savaş panoramasının üzerinden bir aşk hikâyesi anlatıyor bize. Aynı zaman da bir yolculuk romanı bu. Savaştan kaçan yaralı bir adamın(Inman’ın) sevdiği kadına(Ada’ya) ulaşmak için çıktığı zorlu yolculuğa şahit oluyoruz. Bu yolculuk sırasında savaşla birlikte insani değerlerini yitirenlerden tut, elindeki sınırlı imkanlarla savaş ortamında yaşamaya çalışan insanlara kadar birçok kahramanla tanışıyoruz kahramanımız Inman’la birlikte. Serüven de vaat eden bu psikolojik roman en gelişmiş hayvan olan insanla ve onun tarihiyle ilgili çok önemli şeyler de söylüyor. Ve fazlasıyla gerçek şeyler anlattığı için haliyle mutlu sonla da bitemiyor.

İnsanlığa dair önemli şeyler söyleyen her kitap güzel midir tartışılır tabi ki. Neticede edebiyat bir sanat dalıdır. Roman da edebiyatın zirvelerinden biridir. Dolayısıyla dişe dokunur bir şeyler anlatırken nasıl anlattığınız da önem kazanır. “Soğuk Dağ” bu anlamda da çok başarılı bir roman. Hem anlaşılır bir dil tutturması hem de bu yalınlık içerisinde edebi bir lezzet de içermesi kitabı değerli kılıyor. Kitap “Amerika Ulusal Kitap Ödülü” nü aldığı için tescili var zaten; ama bence Türkçe çevirisinin de başarılı olmasında kitabın çevirmeni Neşe Olcaytu’ nun payı da olsa gerek.

Soğuk Dağ’ın kitabından ziyade filmini tanıyanlar daha fazla olacaktır. 2003 yılında sinemaya uyarlanmıştı. Kadrosunda birçok ünlü oyuncu barındırıyordu. Şahsen ben filmini izlemedim. İmdb puanı:7.3. Hiç fena bir puan değil. Gösterimde olduğu dönemde eleştirmenler tarafından beğenilse de ödüller filan alsa da izleyiciler tarafından pek rağbet edilmedi gibi hatırlıyorum, belki de ben de bu önyargıyla filmi izlememiştim. Hatırlamıyorum. Kitaptaki derinlikli öykü filmde ne kadar verilebildi bilmiyorum; ama seyirci tarafından çok tutulmamasının altında yatan sebeplerden biri de belki bu olabilir. Derinlikli hikayelere popüler sinema kültürü içerisinde pek de tahammül yok malum. Neyse, filmi izlemeden yorum yapmak pek de sağlıklı bir iş değil. Nitekim filmi bilmem ama kitabı tavsiye ederim.

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Piçleşenler/Piçleşemeyenler Üzerine



Daha önceki blogumu takip edenler hatırlarlar-ki bir elin parmaklarını geçmeyecek kadardı takipçilerim-yazılarım çoğunlukla kitap ve film tanıtımı/eleştirisi tadında yazılardı. Bu blogta da çok değişik bir yol izlemeyeceğim. Aynı minvalde devam edeceğiz. Zaten okumanın, yazmak için öncül bir faaliyet olduğunu düşünen birisiyimdir. Hoş, çok okumadığı halde kalemiyle(klavyesiyle) resital sunan insanlar da vardır ama ben onlardan değilim.

Neyse sadede gelelim ve size yakın zamanlarda okuduğum kitaplardan biri olan “Piç”ten bahsedeyim. “Piç” genç kuşak yazarlarımızdan Hakan Günday’ın-yanılmıyorsam-üçüncü romanı. Daha önce blogta Hakan Günday’ ın ilk romanı “Kinyas ve Kayra” ile ilgili bir yazı yazmıştım. Bir arkadaşım o yazıyı uzun olduğu için okumadığını itiraf ettiğinden ötürü bu yazıyı çok fazla uzatmayacağım. Zaten “Piç” için söylenebilecek çok fazla söz olduğunu düşünmüyorum. Şöyle ki kuracağım her cümle biraz tekrara girecektir. Çünkü “Piç”, “Kinyas ve Kayra” adlı kitabın kısaltılmışı sayılabilir. Beş yüz küsur sayfalık tuğla misali “Kinyas ve Kayra”yı iki yüz sayfalık “Piç” olarak yeniden yazmış sanki Hakan Günday.

“Kinyas ve Kayra” romanına adını veren iki karakter “Piç” romanındaki tanıma uygun birer Piç’tir. (Kitaptaki ‘Piç’ tanımı bizim klasik anlamda bildiğimiz “babası belirsiz” çocuk sıfatından farklıdır. Toplumla barışık olmayan insanları tanımlayan bir sözdür burada ‘Piç’. Bunlara “kopuk, kırık, serseri, serkeş, aylak, asalak, evsiz, yarınsız, kaybeden, tutunamayan” vb. bir şey de diyebilirmiş yazar; ama daha çarpıcı duracağını düşünmüş olmalı ki ‘Piç’ diye tanımlamış bu insanları.) Bu romanda Kinyas ve Kayra’nın yerine dört yeni kahramanla tanışıyoruz: Hakan, Barbaros, Cenk ve Afgan. Onlar birer ‘Piç’. Yani hayatı diğer insanların yaşadığı gibi yaşamayı reddetmiş dört ayrık otu. “Normal” insanların yaptığı şeyleri yapmayan-yani çalışmayan, okula gitmeyen- bu şahsiyetler günlerini aylaklıkla geçirmekte, sabah akşam içmekte ve kendilerine ait bir yerleri olmadığı için kovuluncaya kadar farklı farklı mekanlarda “tufeyli” misali yaşamaktadırlar. Aslında her biri başarılı birer insan olabilmek için gereksinim duyulan pek çok şeye sahiptirler. Ama onlar farklı bir hayatı tercih etmişlerdir ve bu hayatı da sorgulamadan yaşamaktadırlar. Aynen Kinyas ve Kayra gibi… Kinyas-Kayra ikilisiyle aralarındaki fark hayatta kalma yöntemleridir. Her iki grup da dışarıdaki dünyaya aldırış etmeden yaşar; fakat Kinyas ve Kayra bunu şiddet kullanarak yapar. Kendilerinin olmayanı, kendilerinde olmayanı hep şiddet kullanarak elde ederler. İnsan öldürmekten çekinmezler. ‘Piç’ler ise yarı hümanisttirler. İnsanlara bilinçli ve sistemli bir şekilde zarar vermezler, tek yaptıkları asalak bir şekilde yaşamaktır.
Ve iki kitaptaki iki grubun da sonu birbirine benzer. Grubun içinden bazıları normal hayata dönmeye çalışır; kalanlar ise çeşmeye varmadan su yolunda kırılırlar.

Bu iki kitap arasındaki benzerlik bir okuyucu için zaman zaman eğlenceli olabilir-hele ki “Kinyas ve Kayra”dan hoşlandıysanız-lakin Hakan Günday’ ın ilginç tespitleri, betimlemeleri ve samimi diline rağmen çoklukla can sıkıcı bir hal alıyor. Çünkü romanın nasıl biteceğini sizi neler beklediğini kestirmek zor olmuyor.
Bir yazarın eserleri arasında benzerlik bulunması dahası–bilerek ya da bilmeyerek oluşturulmuş-bir bağ olması gayet doğal. Hele ki bunlardan birisi çok okunmuş ve çok konuşulmuş olan bir ilk romansa bu daha da normal oluyor. Bu sadece yazarlar için değil birçok sanatçı için de geçerli. Çok iyi bir çıkışla müzik piyasasına giren birçok grubun/müzisyenin sonrasında kendini tekrarladığına çokça şahit olmuşuzdur. Bu da gayet normaldir. Çünkü üretmek/yaratmak gerçekten sancılı bir iştir. Ortaya çıkan her üründe benzer şeyler bulunacaktır. Altı milyar insanız ve hepimizde iki kulak var. Bu konuda kendini tekrarladığı için Tanrı’ yı eleştirebilir miyiz..!?

Dolayısıyla Hakan Günday her şeye rağmen eleştiriden çok övgüyü hak etmektedir. Lakin bence anlattığı hikayelerden daha önemlisi romanlarının Hakan Günday hakkında ne anlattığıdır. İki kitapta da benzer kahramanlar etrafında benzer konular ve olaylar gelişmektedir. Kahramanlarının hayatı hakan Günday’ ın kendi hayatına benzemektedir. Kahramanlarımız; kitaplarımızın yazarı gibi yurtdışında okumuş/yaşamış, sonra vazgeçmiş ülkesine dönmüş, sonra tekrar vazgeçmiş rüzgar onu nereye savurduysa oraya gitmiş tipler. Hakan Günday hayatının bir döneminde ‘Piç’liği tecrübe etmiş kısacası. Belki tam ‘Piç’ olamamış ama gözlemlemiş, solumuş o hayatı. Ama başaramamış aynen “Piç” romanının dört kahramanından biri gibi-diğer üçünün akıbeti pek iyi olmuyor-normal hayata dönmeyi seçmiş. O yoldan döndüğü için mutludur muhtemelen yoksa tanınmış, çok para kazanan bir yazar olamazdı muhtemelen. Belki de bunun muhasebesi var biraz da bu romanlarda. Her iki roman da aşağı yukarı aynı şekilde bitiyor. Leziz gibi görünen bu hayat tarzının bir sonu olmadığı ve geç de olsa ‘normal hayata’ dönenin tutunabileceği diğerlerinin ise bok yoluna gideceği mesajı veriliyor alttan alta. Tabi bu mesajı vermiş olmanın mahcubiyeti de var yazarda. Geride bıraksa da kafasını kurcalayan bir şeyler olmalı ki bu tema ve bu yaşam tarzı üzerine toplamda sekiz yüz sayfa edebiyat parçalamış yazarımız. Ha tabi bunlar tamamen benim yorumum, belki de gayet düzgün bir hayatı olmuştur yazarın. Ama eğer öyleyse bir okur olarak-hakkım olmasa da-serzenişte bulunurum. Benim gözümde bu iki romanın birbirini bu kadar andırmasının tek özrü yazarın hayatından izler taşımasıdır.
Bir okur olarak yeterince küstah sözler etmişken şunu da söyleyeyim. Hakan Günday’ la tanışmak isterseniz ilk romanı olan “Kinyas ve Kayra” yı okuyun. Onun üzerine “Piç”i okumasanız da kayıp sayılmaz.

7 Temmuz 2009 Salı

Yeni Blog

Eski blogum(gorkidiyorki.com) sizlere ömür..

Bir süredir sekaretteydi gariban lakin ben yine de ümidimi yitirmemiştim. Son kertede blog doktorum "bi acaip"ten de ses çıkmayınca ben de bitkisel hayattaki eski blogumun fişini çektim ve kıt internet bilgimle blogspot uzantılı yeni blogumu oluşturdum.

Bundan böyle bu mekandayım. Önceki blogumda bir elin parmakları kadar okuyucum vardı. Burada da değişen bir şey olmayacaktır ama ben yine de yazmaya devam edeceğim. Yoksa ayık kafayla çekilmiyor bu dünya..

O zaman yazalım güzelleşelim.