24 Ağustos 2010 Salı
Trabzon-Fener maçından kısa kısa...
*Maçın hakemi Bünyamin Gezer rezaletti. Resmen galibiyetimize gölge düşürdü. On üzerinden bir veriyorum kendisine.
*Colman penaltıyı iyi ki atamadı. Bir Trabzonsporlu olarak vicdan azabından uyuyamazdım yoksa.
*Fehmi Mert iyi kaleci olacak. Şans verilirse yeni bir Onur Recep kazanılabilir. İkinci golde kalesini terk etmesi gerekirdi ama o kadar acemilik olur.
*Onur Recep ikinci golde hatalıydı ama sonra telafi etti bunu.
*Teofilo gitmesi gereken yerleri yine buldu ama geçen seneki Profilo’dan esintiler sundu ne yazık ki.
*Alex’i bilemem lakin Stoch Fenerbahçe on birine ismi yazılması gereken ilk isim olduğunu gösterdi.
*Bilica bildiğimiz Bilica. Alex’in frikiğinden önce ne yapmaya çalıştığını anlayabilene benden bir tepsi baklava.
*Topuz hem kendi kalesine hem de karşı kaleye gol attı daha ne yapsın ki, Kocaman onu niye çıkardı anlamadım..:))
*Emre Belözoğlu uzun süredir bu kadar etkisiz bir maç çıkarmamıştı.
*Trabzonspor’da sahanın en iyisi Ceyhun’du. Görünmez kahraman misaliydi. Sert şutlar çekmenin de dışında bir şeyler yapmaya nihayet başladı bu sezon.
*Alanzinho ve Yattara aynı anda oynadığında bırakın Fener’i diğer takımlardan da bir sürü gol yeriz, hoş daha fazlasını attığımız sürece problem yok.
*Niang Türkiye liginde çok iş yapacak.
*Fener, bu yenilginin üstüne PAOK’a elenirse Kocaman'ın başını çok ağrıtırlar.
*Trabzon, Liverpool’a elenirse hiçbir şeycikler olmaz.:))
*Serkan Balcı bacağı kopsa bile koşacak sanırsam, helal olsun.
*Seviyorum ben bu Lugano’yu, mimikler filan on numara.
*Alex’i gözden çıkaran Kocaman Özer’i kazanmaya çalışıyor sanırsam ve iyi bir iş yapıyor. Mesut’u kaptırdık diye üzülmemeli kendi Mesutlarımıza şans tanımalıyız. Sırf bu yüzden bile Kocaman yıllarca Fener’in başında olmalı.
*Egemen her geçen gün daha da geliştiriyor oyununu, daha bir güzel sarılıyor rakiplerimize..:))
*Tüm hakem rezaletine rağmen, çok da organize ataklar geliştiremeden Fenerbahçe gibi büyük bir rakibi yenmek güzel olay.
23 Ağustos 2010 Pazartesi
Otobüs Filmleri ve Gran Torino
Otobüs filmleri deyince aklıma abuk subuk Türk işi komediler(!) ve bol aksiyonlu ucuz Amerikan filmleri gelirdi. Filmlerin kötü olması yetmezmiş gibi; izlemek istemesen de ekranın açık oluşu, sesin gelişi filan daniskası. Ben de o ucuz filmleri inatla izlemez ve kitaplarıma yumulur ya da kulaklığımı takıp müzikte bulurdum kurtuluşu. Geçmiş zaman kullandım; zira bu konuda görüşüm değişecek anlaşılan.
Otobüsle yolculuk yapmayı çok seven bir insan değilimdir. Benim sadık ulaşım aracım eskiden beri trendir. Ama benim en sık kullandığım hat olan Pamukkale Ekspresi, TCDD tarafından tarih sayfalarına gömülünce el-mecbur otobüslerle yüz göz olmaya başladım. Yine de çok sık seyahate çıkan biri olmadığım içün teknobüs hadisesinden insanlar uzunca zamandır bahseder olmalarına rağmen ben yeni yeni tanışır oldum.
Bugün itibariyle de bu olaya hasta oldum. Bindiğim otobüste isteksizce açtım önce önümde duran ekranı. Pek iyi bir şeyler bulma umudunda değildim çünkü. Beş-on bayık tv kanalını geçtikten sonra sinema kanalında durdurdum yayını. Ekranda Clint Eastwood vardı. Yol arkadaşım Manimelankopsikoz’la beraber güzel bir film bulmuş olma ihtimalinin heyecanıyla daldık filmin içine. Pişman da olmadık hani, şahane bir filmdi. Film bitti ama üstüne şahane bir film daha başladı. İndiana Jones ve Kristal Kafatası Krallığı… Ne yazık ki yolumuz çok uzun değildi ve ineceğimiz durağa geldiğimizde filmin henüz başıydı.
Her neyse, bundan sonra otobüs yolculukları eskisi kadar sıkıcı olmayacak anlaşılan.
Haa, Clint Eastwood’un filmine de değinmeden geçmeyelim. Bu şahane film Gran Torino’ydu. Eastwood’un hem oynadığı hem yönettiği bu film kesinlikle izlemeye değer. Sırf Eastwood’un seksenine varmasına rağmen kaybolmayan karizması için bile izlenir. Onun dışında film, mizah anlayışla, savaş ve şiddetle ilgili söylemleriyle de değerli bir film. Filmin sonundaki güzel şarkıyı dinlemek için buyrun.
Otobüsle yolculuk yapmayı çok seven bir insan değilimdir. Benim sadık ulaşım aracım eskiden beri trendir. Ama benim en sık kullandığım hat olan Pamukkale Ekspresi, TCDD tarafından tarih sayfalarına gömülünce el-mecbur otobüslerle yüz göz olmaya başladım. Yine de çok sık seyahate çıkan biri olmadığım içün teknobüs hadisesinden insanlar uzunca zamandır bahseder olmalarına rağmen ben yeni yeni tanışır oldum.
Bugün itibariyle de bu olaya hasta oldum. Bindiğim otobüste isteksizce açtım önce önümde duran ekranı. Pek iyi bir şeyler bulma umudunda değildim çünkü. Beş-on bayık tv kanalını geçtikten sonra sinema kanalında durdurdum yayını. Ekranda Clint Eastwood vardı. Yol arkadaşım Manimelankopsikoz’la beraber güzel bir film bulmuş olma ihtimalinin heyecanıyla daldık filmin içine. Pişman da olmadık hani, şahane bir filmdi. Film bitti ama üstüne şahane bir film daha başladı. İndiana Jones ve Kristal Kafatası Krallığı… Ne yazık ki yolumuz çok uzun değildi ve ineceğimiz durağa geldiğimizde filmin henüz başıydı.
Her neyse, bundan sonra otobüs yolculukları eskisi kadar sıkıcı olmayacak anlaşılan.
Haa, Clint Eastwood’un filmine de değinmeden geçmeyelim. Bu şahane film Gran Torino’ydu. Eastwood’un hem oynadığı hem yönettiği bu film kesinlikle izlemeye değer. Sırf Eastwood’un seksenine varmasına rağmen kaybolmayan karizması için bile izlenir. Onun dışında film, mizah anlayışla, savaş ve şiddetle ilgili söylemleriyle de değerli bir film. Filmin sonundaki güzel şarkıyı dinlemek için buyrun.
18 Ağustos 2010 Çarşamba
Biz de Skandallar Bitmez-KPSS Hadisesi
Burası Türkiye, böyle şeyler anca Türkiye'de olur tadında durumlar vardır ya. Bir yenisini daha yaşadık. KPSS Eğitim Bilimleri sınavında 500 üzerinde aday 120 soruda 120 net yapmış. Breh breh breh... Şaka gibi. Üzerine yorum yapmak bile gereksiz. Bloga not düşeyim dedim bu hadiseyi. Aradan bir zaman geçtikten sonra dönüp bakacağız ve vay be bu da oldu ya helal olsun diyeceğiz. Çünkü korkarım onca insanın hakkı yenecek, elle tutulur bir netice çıkmayacak, adalete olan inancımız biraz daha kaybolacak.
Umarım yanılırım...
17 Ağustos 2010 Salı
Sesimi duyan var mı..??
Takdir-i ilahi ya da kader deyip geçemeyeceğimiz bir felaketti o. Bıkmadan usanmadan Japonya örneği verilir. Japonya olmak çok mu zordur? Bir doğa olayı karşısında çaresiz kalmak kader midir? Değildir tabi ki. Ama öncelikle insana değer vermek gerekir, bizim ülkemizde ise değeri en düşük şey insandır maalesef. Siyasiler anayasa propagandasıyla uğraşırken deprem gerçeğini hatırlıyorlar mı, olası bir deprem için planları nelerdir merak ediyorum doğrusu. Evleri ellerinden alınan depremzedeleri hatırladıkça, daha önce deprem bölgesi olduğu için imar izni kaldırılan binalara tekrar izin verildiğini hatırladıkça, yeni rant kapıları açılacak umuduyla ellerini ovuşturarak depremi beklediklerini bile düşünmeden edemiyor insan. Uzmanlar bas bas bağırıyor. 7’nin üzerinde deprem olacak diyorlar. Belki yarın değil ama eninde sonunda olacak diyorlar. Ne değişiyor, hazırlıklı mıyız? Depreme hazırlanmak çok mu zor. Daha dayanıklı binalar, yollar, viyadükler yapmak; yapı denetimlerini artırmak belli bir standart getirmek; yaşadığımız ortamı depreme göre dizayn etmek; deprem çantası hazırlamak; deprem bilincini hep uyanık tutmak; deprem sigortası yaptırmak vs. vs.. Uzmanlar uyarıyor, seslerini duyan var mı..?? Yoksa yine takdir-i ilahi mi diyeceğiz.
Grup Yorum-Sesimi duyan var mı??
Grup Yorum-Sesimi duyan var mı??
16 Ağustos 2010 Pazartesi
Filiz Ali'yle Ortak Yanımız
Öncelikle Filiz Ali kimdir diyenler için kısa bir bilgi verelim. Filiz Ali; büyük edebiyatçılarımızdan Sabahattin Ali'nin kızıdır. Sabahattin Ali benim adeta taptığım yazarlardan biri. Az sayıda olmasına rağmen insanda müthiş etkiler yaratan ve insanı müptelası haline getiren roman ve öykülerin yazarıdır Sabahattin Ali.
Önceleri Sabahattin Ali'nin romancı tarafını tanıyordum sadece. Birgün değerli dostum, kitap kurdu Elmas Okumuş bana Sabahattin Ali'nin mecmua ve gazetelerde çıkmış yazılarından oluşan "Markopaşa Yazıları ve Ötekiler" adlı kitabını hediye etti. O kitapla birlikte Sabahattin Ali'nin aslında salt bir romancı olmanın ötesinde çağının çok ilerisinde fikirlere sahip çağdaş bir düşünür olduğunu fark ettim ve kendisine olan hayranlığım katbekat arttı.
Uzunca bir zamandır da Sabahattin Ali ile ilgili bir şeyler karalamayı düşünüyordum; hatta bir ara Değirmen dergisi için bir Sabahattin Ali yazısı hazırlamaya başlamıştım, daha sonra benden Sabahattin Ali yerine Nazım Hikmet hakkında bir yazı hazırlamamı istediler ve Sabahattin Ali yazısı yarım kaldı. O karalama halindeki yazıları paylaşmayı düşündüysem de içime sinmediği için yapmadım. Ama Sabahattin Ali'yle ilgili illa ki bir şeyler yazacağım, vazgeçmiş değilim.
Konu dağıldı biraz. Bu yazının konusu Sabahattin Ali değil aslında, konumuz kızı Filiz Ali. Bu büyük ustanın kızı da kendi alanında bir usta. Filiz Ali müzikbilimi alanında bir profesör ve bu güzel insanın da bir blogu var. Bizi Filiz Ali'yle kesiştiren ise bloglarımızın tasarımının aynı oluşu. Aslında çok alelade bir kesişim bu. Neticede blogspot tasarımının içindeki belirli temaları kullandığımıza göre binlerce farklı blogcuyla aynı temayı kullanmamız çok doğal bir şey; lakin Sabattin Ali gibi ölümsüz bir insanın kızı olmanın da ötesinde bir değere sahip olan Filiz Ali'yle ortak bir nokta bulmak yine de sevindirdi beni..:))
Filiz Ali'nin blogu için buraya tıklayınız
Önceleri Sabahattin Ali'nin romancı tarafını tanıyordum sadece. Birgün değerli dostum, kitap kurdu Elmas Okumuş bana Sabahattin Ali'nin mecmua ve gazetelerde çıkmış yazılarından oluşan "Markopaşa Yazıları ve Ötekiler" adlı kitabını hediye etti. O kitapla birlikte Sabahattin Ali'nin aslında salt bir romancı olmanın ötesinde çağının çok ilerisinde fikirlere sahip çağdaş bir düşünür olduğunu fark ettim ve kendisine olan hayranlığım katbekat arttı.
Uzunca bir zamandır da Sabahattin Ali ile ilgili bir şeyler karalamayı düşünüyordum; hatta bir ara Değirmen dergisi için bir Sabahattin Ali yazısı hazırlamaya başlamıştım, daha sonra benden Sabahattin Ali yerine Nazım Hikmet hakkında bir yazı hazırlamamı istediler ve Sabahattin Ali yazısı yarım kaldı. O karalama halindeki yazıları paylaşmayı düşündüysem de içime sinmediği için yapmadım. Ama Sabahattin Ali'yle ilgili illa ki bir şeyler yazacağım, vazgeçmiş değilim.
Konu dağıldı biraz. Bu yazının konusu Sabahattin Ali değil aslında, konumuz kızı Filiz Ali. Bu büyük ustanın kızı da kendi alanında bir usta. Filiz Ali müzikbilimi alanında bir profesör ve bu güzel insanın da bir blogu var. Bizi Filiz Ali'yle kesiştiren ise bloglarımızın tasarımının aynı oluşu. Aslında çok alelade bir kesişim bu. Neticede blogspot tasarımının içindeki belirli temaları kullandığımıza göre binlerce farklı blogcuyla aynı temayı kullanmamız çok doğal bir şey; lakin Sabattin Ali gibi ölümsüz bir insanın kızı olmanın da ötesinde bir değere sahip olan Filiz Ali'yle ortak bir nokta bulmak yine de sevindirdi beni..:))
Filiz Ali'nin blogu için buraya tıklayınız
12 Ağustos 2010 Perşembe
Bir Dostoyevski Kahramanı Gibiyim
Kitap okurken beynimin bir köşesi de filme çekmekle meşguldür hikâyeyi. Dostoyevski romanlarını filme çekerken her şey gri canlanır kafamda. Siyah-beyaz bile değil. İnsanın içine oturan, rahatsız eden puslu bir grilik. Çünkü derin ruh tahlilleriyle, adeta ete kemiğe bürünmüş kahramanlarıyla haddinden fazla gerçekçidir bu romanlar ve gerçekçiliği ölçeğinde de rahatsız edicidir. Bu gerçekçiliğin içinde-ruh haliniz benimki gibiyse-bütün renkler de tatsız bir gri tondan başka bir şey ifade etmez. Bu yüzden bazen kendimi bir Dostoyevski kahramanı gibi hissediyorum. Bir Dostoyevski kahramanı kadar bedbaht, bezgin, yenik…
Dostoyevski’nin bu kitabını da okuyun. Üzülün insancıklar için. Zaman zaman Yeşilçam senaryosu kadar dramatikleşen hikâye içerisinde kahrolun siz de…
Dostoyevski’nin bu kitabını da okuyun. Üzülün insancıklar için. Zaman zaman Yeşilçam senaryosu kadar dramatikleşen hikâye içerisinde kahrolun siz de…
10 Ağustos 2010 Salı
Hayırlı Ramazanlar
Beni tanıyanlar bilir pek dindar bir insan değilim. Hatta az dindar bile değilim. Dinlerle aram pek hoş değil. Hepsine aynı mesafedeyim ve hepsine aynı derecede saygı duyuyorum.
Lakin çocukken ramazanları çok severdim. Oruç tutmak, iftarı beklemek filan bir hayli değerliydi benim için. Zaman geçti dinlere, inançlara bakış açım değişti ama sırf çocukluğumdaki ramazanların hatırasına; ramazanın insanları birleştiren sosyal yönüne hürmeten ramazan ayınızı kutlarım.
Hayırlı Ramazanlar.
Lakin çocukken ramazanları çok severdim. Oruç tutmak, iftarı beklemek filan bir hayli değerliydi benim için. Zaman geçti dinlere, inançlara bakış açım değişti ama sırf çocukluğumdaki ramazanların hatırasına; ramazanın insanları birleştiren sosyal yönüne hürmeten ramazan ayınızı kutlarım.
Hayırlı Ramazanlar.
1 Ağustos 2010 Pazar
Aydın mısın..??
Bugünlerde-aslında çoktandır-her kesimde bir demokrasi havariliği var. Herkesin demokrasiyi kendi menfaatine göre kendi dünya görüşüne göre yorumladığını söylemeye gerek yok sanırım.
Demokrasinin, hak ve özgürlüklerin yanında olmak ise bir aydının görevidir hiç kuşkusuz. Aydın dediğin kişi bunlar için mücadele vermelidir. Adı üstünde aydındır. Aydınlıkla, ilerlemeyle tanışmış, yoğrulmuş ve halkına bu yolda önderlik etmesi gereken kişidir aydın. Ülkemizdeki aydın profili ve karakteristiği de tartışmaya açıktır, aynen demokrasi bahsinde olduğu gibi kimin demokrat kimin aydın olduğu bir kavram karmaşası içinde yuvarlanıp gitmektedir. Herkesin kendince bir aydın tanımı var zira.
Ben de ister istemez bir aydın tanımı yaptım zaten yukarıda, halka önderlik etmeli filan dedim. Böyle düşünüyorum gerçekten; çünkü bir şeyleri bilmek insanları aydın yapmıyor, bilip de susana, öğrenip de paylaşmayana aydın mı denir. Ne bileyim; halkının önünde gidecek ama halkından da nefret etmeyecek, utanmayacak onlardan, onlara kızsa bile onları aşağılamayacak.
Aziz Nesin bu ülkedeki en aydın insanlardan biriydi örneğin. Çünkü bildiğini yazdı ömrünün sonuna kadar, paylaştı insanlıkla dahası arkasında bir vakıf bırakıp gitti. Trajikomik hallerimizi saydı döktü ama Aziz Nesin deyince insanların aklına çoklukla Türk halkının bilmem şu kadarı aptaldır sözü gelir. Bir sinir anında söylemiştir belki; ama Aziz Nesin ustanın dilinden dökülen en talihsiz açıklamadır neticede bu.
Geçen günlerde Fazıl Say da benzer talihsiz bir açıklamada bulundu. “Türk halkının arabesk yavşaklığından nefret ediyorum.” demiş muhterem. Gerçi bu Fazıl Say’ ın kırdığı ilk pot da değildi. Doğal olarak çok tartışıldı çok eleştirildi. Fazıl Say neticede bir Aziz Nesin de değil. Bir dahi olabilir belki ama aydın olmak için yeterli değil bu. Kaldı ki buralardan çekip gitmeyi düşünüyorum diyen bir aydın da samimi gelmiyor bana.
Güzel insan Vedat Özdemiroğlu’ nun Uykusuz’un son sayısındaki Fazıl Say yorumu da harikuladeydi gerçekten: “İnsanın aklı da detone oluyor bazen.”
Aydın insanlarımızın en güzellerinden birinin şiiriyle bitirelim yazıyı:
AYDIN MISIN
Kilim gibi dokumada mutsuzluğu
Gidip gelen kara kuşlar havada
Saflar tutulmuş top sesleri gerilerden
Tabanında depremi kara güllelerin
Duymuyor musun
Kaldır başını kan uykulardan
Böyle yürek böyle atardamar
Atmaz olsun
Ses ol ışık ol yumruk ol
Karayeller başına indirmeden çatını
Sel suları bastığın toprağı dönüm dönüm
Alıp götürmeden büyük denizlere
Çabuk ol
Tam çağı işe başlamanın doğan günle
Bul içine tükürdüğün kitapları yeniden
Her satırında buram buram alın teri
Her sayfası günlük güneşlik
Utanma suçun tümü senin değil
Yırt otuzunda aldığın diplomayı
Alfabelik çocuk ol
Yollar kesilmiş alanlar sarılmış
Tel örgüler çevirmiş yöreni
Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende
Benden geçti mi demek istiyorsun
Aç iki kolunu iki yanına
Korkuluk ol
Rıfat ILGAZ
Demokrasinin, hak ve özgürlüklerin yanında olmak ise bir aydının görevidir hiç kuşkusuz. Aydın dediğin kişi bunlar için mücadele vermelidir. Adı üstünde aydındır. Aydınlıkla, ilerlemeyle tanışmış, yoğrulmuş ve halkına bu yolda önderlik etmesi gereken kişidir aydın. Ülkemizdeki aydın profili ve karakteristiği de tartışmaya açıktır, aynen demokrasi bahsinde olduğu gibi kimin demokrat kimin aydın olduğu bir kavram karmaşası içinde yuvarlanıp gitmektedir. Herkesin kendince bir aydın tanımı var zira.
Ben de ister istemez bir aydın tanımı yaptım zaten yukarıda, halka önderlik etmeli filan dedim. Böyle düşünüyorum gerçekten; çünkü bir şeyleri bilmek insanları aydın yapmıyor, bilip de susana, öğrenip de paylaşmayana aydın mı denir. Ne bileyim; halkının önünde gidecek ama halkından da nefret etmeyecek, utanmayacak onlardan, onlara kızsa bile onları aşağılamayacak.
Aziz Nesin bu ülkedeki en aydın insanlardan biriydi örneğin. Çünkü bildiğini yazdı ömrünün sonuna kadar, paylaştı insanlıkla dahası arkasında bir vakıf bırakıp gitti. Trajikomik hallerimizi saydı döktü ama Aziz Nesin deyince insanların aklına çoklukla Türk halkının bilmem şu kadarı aptaldır sözü gelir. Bir sinir anında söylemiştir belki; ama Aziz Nesin ustanın dilinden dökülen en talihsiz açıklamadır neticede bu.
Geçen günlerde Fazıl Say da benzer talihsiz bir açıklamada bulundu. “Türk halkının arabesk yavşaklığından nefret ediyorum.” demiş muhterem. Gerçi bu Fazıl Say’ ın kırdığı ilk pot da değildi. Doğal olarak çok tartışıldı çok eleştirildi. Fazıl Say neticede bir Aziz Nesin de değil. Bir dahi olabilir belki ama aydın olmak için yeterli değil bu. Kaldı ki buralardan çekip gitmeyi düşünüyorum diyen bir aydın da samimi gelmiyor bana.
Güzel insan Vedat Özdemiroğlu’ nun Uykusuz’un son sayısındaki Fazıl Say yorumu da harikuladeydi gerçekten: “İnsanın aklı da detone oluyor bazen.”
Aydın insanlarımızın en güzellerinden birinin şiiriyle bitirelim yazıyı:
AYDIN MISIN
Kilim gibi dokumada mutsuzluğu
Gidip gelen kara kuşlar havada
Saflar tutulmuş top sesleri gerilerden
Tabanında depremi kara güllelerin
Duymuyor musun
Kaldır başını kan uykulardan
Böyle yürek böyle atardamar
Atmaz olsun
Ses ol ışık ol yumruk ol
Karayeller başına indirmeden çatını
Sel suları bastığın toprağı dönüm dönüm
Alıp götürmeden büyük denizlere
Çabuk ol
Tam çağı işe başlamanın doğan günle
Bul içine tükürdüğün kitapları yeniden
Her satırında buram buram alın teri
Her sayfası günlük güneşlik
Utanma suçun tümü senin değil
Yırt otuzunda aldığın diplomayı
Alfabelik çocuk ol
Yollar kesilmiş alanlar sarılmış
Tel örgüler çevirmiş yöreni
Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende
Benden geçti mi demek istiyorsun
Aç iki kolunu iki yanına
Korkuluk ol
Rıfat ILGAZ
Benim Cici Silahım(Silahların Gölgesinde Eğlence)
Düğünlerinde hala eğlenmek(!) adına silah atılan, çocukların boş kovan toplamaca oynadıkları bir ülkede yaşamak gerçekten zorlayıcı oluyor bazen. İşimize geldiği zaman batının medeniyeti bizden öğrendiğini göğsümüzü gere gere söyleriz; ama bizim niye hala bir arpa boyu yol kat edemediğimizin özeleştirisini yapamayız hiç. Bize bir şey olmazlarla yaşar gideriz. Galiba “medeniyet” adını verdiğimiz şeyin insanın değerinin artmasından başka bir şey olmadığının farkına varmamız gerekiyor ilk olarak.
Eğlence kültürünün içinde bile şiddet unsurları barındıran bir coğrafyada yaşıyoruz, bu yüzden ufak tefek de olsa, münferit de sayılsa ülkenin bir yerlerinde puslu bir havanın dolanması tedirgin ediyor beni gelecek için. Bütün duygularını abartılı yaşayan, pire için yorgan yakan, provoke edilmeye, gaza gelmeye müsait bir halkımız var. Bize bir şey olmazcı kültür linç kültürüyle bütünleşmeye başladı iyiden iyiye ve bu iyiye işaret değil.
Biraz önce sözünü ettiğim; düğünlerde ve benzeri eğlencelerde(!) silah atma geleneğine bir türlü alışamadım, bazen büyütüyor muyum acaba diyorum kendi kendime. Ama kazın ayağı öyle değil, şiddetin toplum içerisinde içselleşmesi böyle böyle oluşuyor zaten. Masum görünen, istisnai sayılan bir takım yamukluklar bir süre sonra genetiğimize işliyor ve duyarsızlaşıyoruz bunlara karşı.
Amerikalı belgeselci Michael Moore’un şahane bir filmi vardır. Orijinal adı “Bowling for Columbine”, ülkemizde “Benim Cici Silahım” adıyla gösterildi. Film adını Columbine Katliamından alıyor. O olaydan yola çıkarak Amerikan toplumundaki şiddet eğilimi masaya yatırılıyor. Amerika’daki akıl almaz silahlanma, ülkeyi yönetenlerin bu şiddet eğilimini kendi icraatlarıyla nasıl besledikleri filan anlatılıyor. Ülkeyi yönetenlerin tavrının insanların üzerindeki etkisi, şiddeti sıradanlaştırması Amerika-Kanada karşılaştırmasıyla çok güzel somutlaştırılıyor. Mutlaka izlenmesi gereken bir yapım.
Demem o ki ülkeyi yönetenler sağduyu fakiri, insanımız da pimi çekilmiş el bombası gibi olunca insanı kötü kötü düşünceler alıyor ister istemez.
Eğlence kültürünün içinde bile şiddet unsurları barındıran bir coğrafyada yaşıyoruz, bu yüzden ufak tefek de olsa, münferit de sayılsa ülkenin bir yerlerinde puslu bir havanın dolanması tedirgin ediyor beni gelecek için. Bütün duygularını abartılı yaşayan, pire için yorgan yakan, provoke edilmeye, gaza gelmeye müsait bir halkımız var. Bize bir şey olmazcı kültür linç kültürüyle bütünleşmeye başladı iyiden iyiye ve bu iyiye işaret değil.
Biraz önce sözünü ettiğim; düğünlerde ve benzeri eğlencelerde(!) silah atma geleneğine bir türlü alışamadım, bazen büyütüyor muyum acaba diyorum kendi kendime. Ama kazın ayağı öyle değil, şiddetin toplum içerisinde içselleşmesi böyle böyle oluşuyor zaten. Masum görünen, istisnai sayılan bir takım yamukluklar bir süre sonra genetiğimize işliyor ve duyarsızlaşıyoruz bunlara karşı.
Amerikalı belgeselci Michael Moore’un şahane bir filmi vardır. Orijinal adı “Bowling for Columbine”, ülkemizde “Benim Cici Silahım” adıyla gösterildi. Film adını Columbine Katliamından alıyor. O olaydan yola çıkarak Amerikan toplumundaki şiddet eğilimi masaya yatırılıyor. Amerika’daki akıl almaz silahlanma, ülkeyi yönetenlerin bu şiddet eğilimini kendi icraatlarıyla nasıl besledikleri filan anlatılıyor. Ülkeyi yönetenlerin tavrının insanların üzerindeki etkisi, şiddeti sıradanlaştırması Amerika-Kanada karşılaştırmasıyla çok güzel somutlaştırılıyor. Mutlaka izlenmesi gereken bir yapım.
Demem o ki ülkeyi yönetenler sağduyu fakiri, insanımız da pimi çekilmiş el bombası gibi olunca insanı kötü kötü düşünceler alıyor ister istemez.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)