2002 - 66
2003 - 83
2004 - 164
2005 - 317
2006 - 663
2007 - 1011
2008 - 806
2009 - 953
2010 - şimdilik 20 civarında
Yukarıdaki rakamlar ülkemizde cinayete kurban giden kadınları ifade ediyor. Bu kadınlar kaza kurşunuyla ölmemiş, gasp, hırsızlık, silahlı suikast gibi vakalar çok nadir. Ee, peki nedir ölüm sebepleri ve kimdir failleri..? Büyük bir çoğunluğu namus, töre cinayetine ve aile içi şiddete kurban gitmiş. Katilleri ise; kocaları, babaları, kardeşleri... Rakamların git gide arttığı dikkatinizi çekmiştir sanırım.
İleri demokrasi, modernleşme, insan hakları kavramları bu tablonun ne yanına düşüyor acaba..?? Kadının ne adının ne de değerinin olduğu bir coğrafyada profesör payesi verilmiş insanların çıkıp da arsızca, dekolte giymekle tecavüze uğramak arasında bağ kurmaya çalışmalarını garipsememek gerekir. Şiddete uğradığı için savcılığa başvuran ama devletinin kendisini korumaktan daha mühim işleri arasında ölüme terk edilen Ayşe Paşalı gibileri o kadar çok ki.
Şu tablo karşısında, uzaya mekik göndersek, kanser aşısı icat etsek bir önemi var mıdır..??
20 Şubat 2011 Pazar
18 Şubat 2011 Cuma
Çığ mı daha tehlikelidir, Susmak mı..??
Kaç gündür gündemle ilgili bir şeyler yazasım var; ama olmuyor bir türlü. Çıkmıyor sesim, dökülemiyor sözcükler... Olan biten zaten can sıkıcıyken çıkmayan sözcüklerin ağırlığı daha beter hale getiriyor durumu.
Günbegün artan bir tedirginlik var hepimizde. Memlekette olup bitenler hiç hayra alamet değil. Siyaha siyah beyaz beyaz diyen herkes susturulmaya çalışılıyor. Geri kalanlar ise bırakın bu siyahtır bu beyazdır demeyi neredeyse olur mu canım bu bildiğin yeşildir diyecek. O denli bir sindirilmişlik söz konusu. Hepimiz üç maymunu oynuyoruz. Bize-şimdilik-dokunmayan yılanın bin yaşamaması için içimizden dua ediyoruz sadece. Ama duayla kaderi yenebilen var mı ki...
Tekeri patlamış kamyon misali üstümüze gelen faşizan dalganın duayla, temenniyle biteceği yok, saklanarak kurtulabilmek ise ancak bukalemunların harcı. Ancak çıkmıyor işte sesimiz. Korku imparatorluğunun duvarları her gün daha da yükseliyor ve kimsenin inancı da kalmıyor çıkacak seslerin o duvarı aşabileceğine. Korkuyla ve sindirilmişlikle yaşıyoruz, yaşamaya alıştırılıyoruz.
Gündemle ilgili bir şeyler yazamayınca başka şeyler de yazasım gelmiyor, yasak savma kabilinden bir geçiştirme gibi görüyorum bunu. Yediremiyorum, dişe dokunur bir şeyler yazamıyorsan hiç yazmamalısın diyorum kendime.
Neyse ki bugün üstüne klavye tıkırdatacak bir şey buldum.
Okuduğum kitaplarla, izlediğim oyunlarla ilgili bir şeyler karalamak için başlamıştım blog yazmaya. Bu blog benim akıl defterim bir yerde. Belleğimin nankörlüğüne karşı sadık bir dost. Ama bu sezon izlediğim oyunların hiçbirini yazasım gelmemişti. Çünkü çoğunu hatırlamak istemiyordum. Ben de bir şeyler bırakmalılardı ki yazayım. Ama yoktu öyle bir etki. Bu gece izlediğim “Çığ” adlı oyunu ise uzun yıllar unutmayacağım. Çünkü şu bunalımlı günlerde bana çok önemli bazı şeyleri hatırlattı Tuncer Cücenoğlu’nun oyunu. İklimi sert ve dolayısıyla acımasız bir yörede konuşmaya bile korkarak, yalnızlaşarak, merhametlerini ve umutlarını yitirerek yaşayan insancıkların hikayesi "Çığ".
İnsan aciz bir yaratık. Bu yüzden varoluşsal mitler yaratmış inanmak için ve bir süre sonra bunların esiri olmuş kendi kendine. Tıpkı korkuları gibi. Korkularının hepsini kendisi yaratmamış belki; lakin akıl, sağduyu ve vicdan devre dışı kaldığında o korkular ona hakim olmaya başlamış. Hatta o korkuları yaşam biçimi haline getirmiş, bazen öyle abartmış ki korkularını baş tacı etmiş kendine insanoğlu. Ta ki “kral çıplak” diyecek cesur çocuklar ortaya çıkıncaya kadar. Çoğunlukla da dağ fare doğurmuş, anlamışlar korkulacak bir şey olmadığını. Gelgelelim insanoğlu garip bir mahluk. Öyle zamanlar olmuş ki korkularından arındığı anda kendini çıplak hissetmiş ya da o çıplaklık hissinden korkmuş ömür boyu ve o yüzden daha bir sarılmış korkularına, kör inançlarına, ona anlatılan martavallara. Ama kral çıplak diyecek çocuklar her zaman çıkacak.
Ve çözecek-bugün değilse bile yarın, bir gün-... Çözecek, karanlığı yaran bir çığlık... Ve düşmeyecek üstümüze çığ.
Günbegün artan bir tedirginlik var hepimizde. Memlekette olup bitenler hiç hayra alamet değil. Siyaha siyah beyaz beyaz diyen herkes susturulmaya çalışılıyor. Geri kalanlar ise bırakın bu siyahtır bu beyazdır demeyi neredeyse olur mu canım bu bildiğin yeşildir diyecek. O denli bir sindirilmişlik söz konusu. Hepimiz üç maymunu oynuyoruz. Bize-şimdilik-dokunmayan yılanın bin yaşamaması için içimizden dua ediyoruz sadece. Ama duayla kaderi yenebilen var mı ki...
Tekeri patlamış kamyon misali üstümüze gelen faşizan dalganın duayla, temenniyle biteceği yok, saklanarak kurtulabilmek ise ancak bukalemunların harcı. Ancak çıkmıyor işte sesimiz. Korku imparatorluğunun duvarları her gün daha da yükseliyor ve kimsenin inancı da kalmıyor çıkacak seslerin o duvarı aşabileceğine. Korkuyla ve sindirilmişlikle yaşıyoruz, yaşamaya alıştırılıyoruz.
Gündemle ilgili bir şeyler yazamayınca başka şeyler de yazasım gelmiyor, yasak savma kabilinden bir geçiştirme gibi görüyorum bunu. Yediremiyorum, dişe dokunur bir şeyler yazamıyorsan hiç yazmamalısın diyorum kendime.
Neyse ki bugün üstüne klavye tıkırdatacak bir şey buldum.
Okuduğum kitaplarla, izlediğim oyunlarla ilgili bir şeyler karalamak için başlamıştım blog yazmaya. Bu blog benim akıl defterim bir yerde. Belleğimin nankörlüğüne karşı sadık bir dost. Ama bu sezon izlediğim oyunların hiçbirini yazasım gelmemişti. Çünkü çoğunu hatırlamak istemiyordum. Ben de bir şeyler bırakmalılardı ki yazayım. Ama yoktu öyle bir etki. Bu gece izlediğim “Çığ” adlı oyunu ise uzun yıllar unutmayacağım. Çünkü şu bunalımlı günlerde bana çok önemli bazı şeyleri hatırlattı Tuncer Cücenoğlu’nun oyunu. İklimi sert ve dolayısıyla acımasız bir yörede konuşmaya bile korkarak, yalnızlaşarak, merhametlerini ve umutlarını yitirerek yaşayan insancıkların hikayesi "Çığ".
İnsan aciz bir yaratık. Bu yüzden varoluşsal mitler yaratmış inanmak için ve bir süre sonra bunların esiri olmuş kendi kendine. Tıpkı korkuları gibi. Korkularının hepsini kendisi yaratmamış belki; lakin akıl, sağduyu ve vicdan devre dışı kaldığında o korkular ona hakim olmaya başlamış. Hatta o korkuları yaşam biçimi haline getirmiş, bazen öyle abartmış ki korkularını baş tacı etmiş kendine insanoğlu. Ta ki “kral çıplak” diyecek cesur çocuklar ortaya çıkıncaya kadar. Çoğunlukla da dağ fare doğurmuş, anlamışlar korkulacak bir şey olmadığını. Gelgelelim insanoğlu garip bir mahluk. Öyle zamanlar olmuş ki korkularından arındığı anda kendini çıplak hissetmiş ya da o çıplaklık hissinden korkmuş ömür boyu ve o yüzden daha bir sarılmış korkularına, kör inançlarına, ona anlatılan martavallara. Ama kral çıplak diyecek çocuklar her zaman çıkacak.
Ve çözecek-bugün değilse bile yarın, bir gün-... Çözecek, karanlığı yaran bir çığlık... Ve düşmeyecek üstümüze çığ.
12 Şubat 2011 Cumartesi
Vuvuzela Rasim
Şu aşağıdaki arkadaşı tanımayan var mı aranızda? Tanımıyorsanız ne mutlu size. Kaybettiğinz bir şey yok. Tanımayın zaten kendisini. Pek ihtimal vermiyorum gerçi buna; çünkü herifçioğlu her yerde. Dünyanın en sinir bozucu insanı ödülü verilesi bir arkadaş kendisi. Hakkında çok yorum yapıldı, çok şey söylendi; ama Rasim Ozan Kütahyalı hakkında duyduğum en güzel tespit, Penguen'den Seyit Ali Aral'a ait.
Kısa ve öz.
"Rasim Ozan Kütahyalı:Vuvuzela"
Kısa ve öz.
"Rasim Ozan Kütahyalı:Vuvuzela"
Hay Bin Leman...
Geçtiğimiz ay Leman’ın 1000. sayısı çıktı. 1000 sayı dile kolay. Haftalık çıkan bir dergi için 1000 sayı demek 20 yıllık bir süreyi ifade ediyor. Bir dönem dünyanın en çok satan üç mizah dergisinden biri olan Oğuz Aral’ın Gırgır’ı bile 16 yıl çıkmış. Bu bilgiden yola çıkarak Leman’ın 20. yılına ulaşmasının önemi daha iyi kavranabilir.
Benim Leman’la tanışmam tahminen 94-95 yılları filan olsa gerek. Abim alırdı o zamanlar Leman’ı. O bunu pek tasvip etmese de ben gizli gizli okurdum Lemanlarını. Leman benim için tabi ki benzersiz bir deneyimdi o yaşlarda. Çocuk dergilerinden mizah dergilerine geçiş dönemi diyebiliriz o dönem için. Tabi ki mizah dergilerindeki cinsellik vurgusu ergenliğe yeni adım atmış birisi için inanılmaz baş döndürücü bir şey ifade ediyor. Mizah dergilerinin ilgi alanımda sadece o ergenlik dönemiyle sınırlı kalmamasında ve bugüne kadar devam etmesindeki püf nokta ise kesinlikle mizahın doğasından gelen o muhalif duruştadır.
İlerleyen süreçte sıkı bir mizah dergisi takipçisi olmamı buna borçluyum. Leman, o dönem muhalif çizgisiyle fark yaratıyordu resmen. Yine abim sayesinde oluşmaya başlayan dünya görüşümün kaskatı ve bilinçsiz bir dünya görüşüne dönüşmemesinde Leman ekolünden gelen mizahi tadın payı büyüktür. Dünya üzerinde insanı isyan ettiren o denli büyük bir adaletsizlik ve sömürü düzeni var ki insanoğlu buna kayıtsız kalamaz, bu yüzden eğer okumayı seven ve öğrenmeye açık bir insansanız dünya görüşünüz de gelişir; ama onu tek bir yönde geliştirseniz bir yerde tıkanıp kalacaktır. İşte mizah bunu önler. İlerlemeden korkan karanlık beyinlerin bir dönem en nefret ettikleri ismin bu ülkenin gelmiş geçmiş en büyük mizahçısı “Aziz Nesin” olması bir tesadüf değildir örneğin. Çünkü mizah en güçlü eleştiri yöntemidir.
İşte 90’lı yılların eleştirel mizah kültürünün temel taşıydı Leman da. Nihat Genç henüz eksen kaymasına uğramamıştı, Leman kapakları politik göndermelerle ve taşlamalarla doluydu. Gırgır gibi büyük bir ekolün devamıydılar ve politik olarak daha cesur bir versiyonu diyebilirdik onlar için.
Unutulmaz karakterler doğmuştur Leman’ın bağrında. Tuncay Akgün’ün Bezgin Bekir’i benim en sevdiğimdir, belki de karakterime en uygun kişi olmasından. Güneri İçoğlu’nun yarattığı Gönül Adamı artık nesli tükenen bir insan profilini resmeder ve aslında çok şey anlatır. Ender Özkahraman’ın çizdiği “Orası Öyküleri” ülkenin doğusundaki gerçekleri insan odaklı hikâyelerle anlatan cesur bir belgesel gibiydi adeta. Galip Tekin’in müthiş hayal gücü herkesi baştan çıkarabilecek uçukluktaydı. Daral ve Timsah’ıyla, Kıllanan Adamı’yla, Öğreten Adam ve Oğlu’yla, Bayır Gülü’yle, Terelelli Pictures’la, Deli Cevat’ıyla unutulmaz bir dergidir Leman.
Artık devamlı bir Leman okuru olmadığımı itiraf edeyim. Leman’da parlayan genç ve yetenekli mizahçıların Penguen’i kurmalarıyla birlikte ben de oraya kayan okurlardanım. Bir süre Leman’ı yine takip etmeye çalıştım; ama müptelası olduğum Penguen bölünüp ortaya bir de Uykusuz çıkınca Leman üçüncü sıraya iniverdi birden. Çıktıkları günden bu yana Penguen’in ve Uykusuz’un çok az sayısını kaçırdım. Bunların yanı sıra üçüncü dergi olarak Leman’ı çok nadiren almaya başladım. Leman geçen yıllar içinde bir hayli güç kaybetti doğal olarak, hâlâ birçok usta mizahçıyı barındırmasına ve bir ekol olarak sapasağlam durmasına rağmen mizahın odağı artık onlar değil. Benim gibi birçok nankör okur mevziiyi terk etti. Buna rağmen Leman halen ayakta ve umarım bir 20 yıl daha ayakta olacaktır.
Memleket mizahına kazandırdıkları bakış açısıyla, usta çizerleri ve unutulmaz kahramanlarıyla Leman şimdiden bir efsane mertebesinde.
Benim Leman’la tanışmam tahminen 94-95 yılları filan olsa gerek. Abim alırdı o zamanlar Leman’ı. O bunu pek tasvip etmese de ben gizli gizli okurdum Lemanlarını. Leman benim için tabi ki benzersiz bir deneyimdi o yaşlarda. Çocuk dergilerinden mizah dergilerine geçiş dönemi diyebiliriz o dönem için. Tabi ki mizah dergilerindeki cinsellik vurgusu ergenliğe yeni adım atmış birisi için inanılmaz baş döndürücü bir şey ifade ediyor. Mizah dergilerinin ilgi alanımda sadece o ergenlik dönemiyle sınırlı kalmamasında ve bugüne kadar devam etmesindeki püf nokta ise kesinlikle mizahın doğasından gelen o muhalif duruştadır.
İlerleyen süreçte sıkı bir mizah dergisi takipçisi olmamı buna borçluyum. Leman, o dönem muhalif çizgisiyle fark yaratıyordu resmen. Yine abim sayesinde oluşmaya başlayan dünya görüşümün kaskatı ve bilinçsiz bir dünya görüşüne dönüşmemesinde Leman ekolünden gelen mizahi tadın payı büyüktür. Dünya üzerinde insanı isyan ettiren o denli büyük bir adaletsizlik ve sömürü düzeni var ki insanoğlu buna kayıtsız kalamaz, bu yüzden eğer okumayı seven ve öğrenmeye açık bir insansanız dünya görüşünüz de gelişir; ama onu tek bir yönde geliştirseniz bir yerde tıkanıp kalacaktır. İşte mizah bunu önler. İlerlemeden korkan karanlık beyinlerin bir dönem en nefret ettikleri ismin bu ülkenin gelmiş geçmiş en büyük mizahçısı “Aziz Nesin” olması bir tesadüf değildir örneğin. Çünkü mizah en güçlü eleştiri yöntemidir.
İşte 90’lı yılların eleştirel mizah kültürünün temel taşıydı Leman da. Nihat Genç henüz eksen kaymasına uğramamıştı, Leman kapakları politik göndermelerle ve taşlamalarla doluydu. Gırgır gibi büyük bir ekolün devamıydılar ve politik olarak daha cesur bir versiyonu diyebilirdik onlar için.
Unutulmaz karakterler doğmuştur Leman’ın bağrında. Tuncay Akgün’ün Bezgin Bekir’i benim en sevdiğimdir, belki de karakterime en uygun kişi olmasından. Güneri İçoğlu’nun yarattığı Gönül Adamı artık nesli tükenen bir insan profilini resmeder ve aslında çok şey anlatır. Ender Özkahraman’ın çizdiği “Orası Öyküleri” ülkenin doğusundaki gerçekleri insan odaklı hikâyelerle anlatan cesur bir belgesel gibiydi adeta. Galip Tekin’in müthiş hayal gücü herkesi baştan çıkarabilecek uçukluktaydı. Daral ve Timsah’ıyla, Kıllanan Adamı’yla, Öğreten Adam ve Oğlu’yla, Bayır Gülü’yle, Terelelli Pictures’la, Deli Cevat’ıyla unutulmaz bir dergidir Leman.
Artık devamlı bir Leman okuru olmadığımı itiraf edeyim. Leman’da parlayan genç ve yetenekli mizahçıların Penguen’i kurmalarıyla birlikte ben de oraya kayan okurlardanım. Bir süre Leman’ı yine takip etmeye çalıştım; ama müptelası olduğum Penguen bölünüp ortaya bir de Uykusuz çıkınca Leman üçüncü sıraya iniverdi birden. Çıktıkları günden bu yana Penguen’in ve Uykusuz’un çok az sayısını kaçırdım. Bunların yanı sıra üçüncü dergi olarak Leman’ı çok nadiren almaya başladım. Leman geçen yıllar içinde bir hayli güç kaybetti doğal olarak, hâlâ birçok usta mizahçıyı barındırmasına ve bir ekol olarak sapasağlam durmasına rağmen mizahın odağı artık onlar değil. Benim gibi birçok nankör okur mevziiyi terk etti. Buna rağmen Leman halen ayakta ve umarım bir 20 yıl daha ayakta olacaktır.
Memleket mizahına kazandırdıkları bakış açısıyla, usta çizerleri ve unutulmaz kahramanlarıyla Leman şimdiden bir efsane mertebesinde.
5 Şubat 2011 Cumartesi
Bokun İçinde Yüzmek
Bu ülkede zorla çileden çıkartıyorlar insanı. Seversin ya da sevmezsin, yaşam tarzını tasvip edersin ya da etmezsin; ama ölmüş gitmiş bir insanın arkasından bu kadar da seviyesizce konuşmazsın be arkadaş. Üç gündür ülke gündeminde Defne Joy Foster’ın ölümü konuşuluyor. Bir insanın ölümünün bu kadar magazinleştirilmesi yeterince mide bulandırıcı zaten; ama bundan daha feci olan bu tartışmalardaki seviyesizlik.
Önceki gün, insanımızın internetle ilişkisini anlatan bir şeyler yazmıştım ve sözün bir yerinde ekşisözlükle ilgili de bir şeyler yazmam gerektiğini zikretmiştim. Ekşisözlüğü kurulduğu ilk günden beri takip ederim. Eskiden çok öğreticiydi, git gide bir fosseptik çukuruna dönüşmekte. Aslında o leş kokulu çukura dönüşen memleketin kendisi, ekşi bunun yansımasından başka bir şey değil. Ülkedeki bütün kutuplaşmayı, bütün yarılmayı, pespayeleşmeyi, çürümeyi oradan takip edebilirsiniz. Nicklerinin ardına gizlenen binlerce sözlükçü, karşıtlarına olan nefretlerini en bayağı haliyle kusmaktan başka bir şey üretmiyorlar son zamanlarda. Beyinden, sağduyudan yoksun bayağı bir tartışma ortamı almış başını yürümüş durumda orada.
Tabi ki Defne Joy Foster'ın ölümü de bu seviyesiz tartışma ortamından payını almış durumda.
Ekşiyi açıp rastgele okuyun-hangi düşünceye sahip olursanız olun-tepenizin atması yarım saat sürmeyecektir. O denli bir iğrençlik hâkim. E, peki niye inatla takip ediyorsun diyeceksiniz, zorun mu var kendinle. Kendimle zorum yok; ama bu ülkeyle, dünyayla, insanlarla zorum var arkadaş. Ekşi bana nasıl bir ülkede yaşadığımı hatırlatan örneklerden biri.
Dünyanın bir yerlerinde yer yerinden oynuyor, insanlar sokaklarda, daha insanca, daha özgürce yaşayabilmek için zulme karşı siper etmişler kendilerini; ülkenin başkentinde emekçiler kapıda bekleyen yeni sömürü paketlerine karşı koymak için omuz omuza verdikleri için coplanmışlar, gaz yemişler, yerlerde sürüklenmişler; yine o ülkede ihmaller yüzünden iş yerleri patlamalarla darmadağın olan bir düzine insan hayatını kaybetmiş. Bizse oturmuşuz artık aramızda olmayan birinin iffetini tartışıyoruz. Hıncal Uluç gibi Serdar Arseven gibi tipler çıkıyor; su testisi suyolunda kırılır, zaten kucakta hoplatılıyordu gibi rezalet şeyler yazıyor. İşin kötüsü böyle düşünenler sadece bu ismini saydığım köşe yazarları değil, onlar köşem var ağzıma geleni yazarım şeklinde takılırken sokaktaki sıradan insanın da bu konudaki argümanları onlarınkinden farksız değil.
Bu ülkede yaşamak bazen gerçekten zorlayıcı olabiliyor. Şimdi birileri çıkıp sevmiyorsan terk et kardeşim de der. O kadar da kendimizden emin ve küstahızdır. Dünyanın en vatansever ve en namuslu milletiyizdir aynı zamanda. Tabi ki bizim namus anlayışımız kadınların bacak arasıyla ilgilidir sadece. Doğuştan namus bekçisiyizdir. Erkeğe her yol mubahtır; ama kadın yaparsa orospudur. Tecavüze uğrayan kızlarımızı tecavüzcüsüyle evlendirip namusumuzu kurtarırız. O olmazsa veririz delikanlılarımızın eline silahı, temizleriz namusumuzu en hijyeniğinden. Bu yüzden evli, üstelik çocuklu bir kadının bir başka erkeğin evinde olmasını affedemeyiz, namusumuza o kadar düşkünüzdür ki kendi namusumuza halel gelmiş kabul ederiz. Ülkeyi hep bu alkol ve seks düşkünü “geniş” insanlar batırdığı için onların ölümünü reva görürüz; hatta Allahtan da lafta korktuğumuz için arkalarında konuşmakta da sakınca görmeyiz. Yeter ki namusumuz yerinde olsun tek.
Namuslu dediğin insan dürüsttür oysa. Yalansız, dolansız olmaktır namuslu olmak. Transparency İnternational(Uluslar arası Şeffaflık Derneği)’ın 2010 yılında yayınladığı verilere göre yolsuzluk ve rüşvet sıralamasında Avrupa 1.si, Dünya 6.sı bir ülkenin vatandaşıyız. Ne kadar gurur verici. E, hani nerde namus, nerde dürüstlük, temizlik. Hep o dinsiz, imansızların yüzünden değil mi(!) Asıl tartışılması gereken bu değil midir arkadaş!! Her geçen gün fakirleştirilirken, ötekileştirilirken genç yaşta ölmüş gitmiş bir insanın seçimlerimidir bizim tartışmamız gereken.
Bu nasıl bir iki yüzlülüktür yahu… Bokun içinde yüzüyoruz resmen. İnsanın midesi kaldırmıyor artık. Elalemin iffetinden, padişahın uçkurundan değil kendimizden başlamalıyız temizliğe, eğer cesaretimiz ve gerçeklerle yüzleşecek yüzümüz varsa.
Önceki gün, insanımızın internetle ilişkisini anlatan bir şeyler yazmıştım ve sözün bir yerinde ekşisözlükle ilgili de bir şeyler yazmam gerektiğini zikretmiştim. Ekşisözlüğü kurulduğu ilk günden beri takip ederim. Eskiden çok öğreticiydi, git gide bir fosseptik çukuruna dönüşmekte. Aslında o leş kokulu çukura dönüşen memleketin kendisi, ekşi bunun yansımasından başka bir şey değil. Ülkedeki bütün kutuplaşmayı, bütün yarılmayı, pespayeleşmeyi, çürümeyi oradan takip edebilirsiniz. Nicklerinin ardına gizlenen binlerce sözlükçü, karşıtlarına olan nefretlerini en bayağı haliyle kusmaktan başka bir şey üretmiyorlar son zamanlarda. Beyinden, sağduyudan yoksun bayağı bir tartışma ortamı almış başını yürümüş durumda orada.
Tabi ki Defne Joy Foster'ın ölümü de bu seviyesiz tartışma ortamından payını almış durumda.
Ekşiyi açıp rastgele okuyun-hangi düşünceye sahip olursanız olun-tepenizin atması yarım saat sürmeyecektir. O denli bir iğrençlik hâkim. E, peki niye inatla takip ediyorsun diyeceksiniz, zorun mu var kendinle. Kendimle zorum yok; ama bu ülkeyle, dünyayla, insanlarla zorum var arkadaş. Ekşi bana nasıl bir ülkede yaşadığımı hatırlatan örneklerden biri.
Dünyanın bir yerlerinde yer yerinden oynuyor, insanlar sokaklarda, daha insanca, daha özgürce yaşayabilmek için zulme karşı siper etmişler kendilerini; ülkenin başkentinde emekçiler kapıda bekleyen yeni sömürü paketlerine karşı koymak için omuz omuza verdikleri için coplanmışlar, gaz yemişler, yerlerde sürüklenmişler; yine o ülkede ihmaller yüzünden iş yerleri patlamalarla darmadağın olan bir düzine insan hayatını kaybetmiş. Bizse oturmuşuz artık aramızda olmayan birinin iffetini tartışıyoruz. Hıncal Uluç gibi Serdar Arseven gibi tipler çıkıyor; su testisi suyolunda kırılır, zaten kucakta hoplatılıyordu gibi rezalet şeyler yazıyor. İşin kötüsü böyle düşünenler sadece bu ismini saydığım köşe yazarları değil, onlar köşem var ağzıma geleni yazarım şeklinde takılırken sokaktaki sıradan insanın da bu konudaki argümanları onlarınkinden farksız değil.
Bu ülkede yaşamak bazen gerçekten zorlayıcı olabiliyor. Şimdi birileri çıkıp sevmiyorsan terk et kardeşim de der. O kadar da kendimizden emin ve küstahızdır. Dünyanın en vatansever ve en namuslu milletiyizdir aynı zamanda. Tabi ki bizim namus anlayışımız kadınların bacak arasıyla ilgilidir sadece. Doğuştan namus bekçisiyizdir. Erkeğe her yol mubahtır; ama kadın yaparsa orospudur. Tecavüze uğrayan kızlarımızı tecavüzcüsüyle evlendirip namusumuzu kurtarırız. O olmazsa veririz delikanlılarımızın eline silahı, temizleriz namusumuzu en hijyeniğinden. Bu yüzden evli, üstelik çocuklu bir kadının bir başka erkeğin evinde olmasını affedemeyiz, namusumuza o kadar düşkünüzdür ki kendi namusumuza halel gelmiş kabul ederiz. Ülkeyi hep bu alkol ve seks düşkünü “geniş” insanlar batırdığı için onların ölümünü reva görürüz; hatta Allahtan da lafta korktuğumuz için arkalarında konuşmakta da sakınca görmeyiz. Yeter ki namusumuz yerinde olsun tek.
Namuslu dediğin insan dürüsttür oysa. Yalansız, dolansız olmaktır namuslu olmak. Transparency İnternational(Uluslar arası Şeffaflık Derneği)’ın 2010 yılında yayınladığı verilere göre yolsuzluk ve rüşvet sıralamasında Avrupa 1.si, Dünya 6.sı bir ülkenin vatandaşıyız. Ne kadar gurur verici. E, hani nerde namus, nerde dürüstlük, temizlik. Hep o dinsiz, imansızların yüzünden değil mi(!) Asıl tartışılması gereken bu değil midir arkadaş!! Her geçen gün fakirleştirilirken, ötekileştirilirken genç yaşta ölmüş gitmiş bir insanın seçimlerimidir bizim tartışmamız gereken.
Bu nasıl bir iki yüzlülüktür yahu… Bokun içinde yüzüyoruz resmen. İnsanın midesi kaldırmıyor artık. Elalemin iffetinden, padişahın uçkurundan değil kendimizden başlamalıyız temizliğe, eğer cesaretimiz ve gerçeklerle yüzleşecek yüzümüz varsa.
3 Şubat 2011 Perşembe
KÖRLÜK
Size bir soru: Mecbur kalırsanız duyu organlarınızdan hangisini feda edebilirsiniz, hangisinden vazgeçebilirsiniz? İnsan böyle bir soru karşısında ürperir elde olmadan. Hiçbirinden vazgeçmek istemez doğal olarak; ancak işin ucunda bir mecburiyet varsa oturur, düşünür ve bence koku alma, tat alma ve hatta işitme duyularından vazgeçebilir. Peki ya dokunma ve görme. Bu ikisi arasında seçim yapacak olanlar vardır tahminimce; ama benim için yitimini düşünmek bile istemediğim duyum kesinlikle görme olacaktır.
Doğuştan görmemek nasıl bir şeydir bilemeyiz, bu durumu yaşayan bir insanın tecrübelerini bize aktarması bile bizim bunu anlamamız için yeterli olmayacaktır. Görme yetisini sonradan yitirmenin nasıl bir şey olabileceğini düşünmek ise çok fena. Belli bir zamana kadar gördüğünüz her şey karanlığa hapsolacak. Artık sizin için renkler olmayacak, sevdiğiniz insanların yüzünü bir daha göremeyeceksiniz, güzel bir manzaraya doyasıya bakamayacaksınız, bir televizyon ya da bilgisayar artık sizin için bir şey ifade etmeyecek, yürüdüğünüz yollar sizin için tekinsiz olacak, sevdiğiniz şeylerin silueti sadece zihninizde canlanacak ve uzun süre görmeyince yavaş yavaş zihninizden de silinecek. Çok mu karamsar bir tablo çizdim. Sanki gözlerin yoksa yaşamanın ne anlamı var demek gibi oldu değil mi? Doğru. Bu kadar da karamsar olmanın âlemi yok. Gözleri görmeyen insanlar da pek ala hayatlarını diğer insanlar gibi sürdürebiliyorlar hatta öyleleri var ki gözü görenlerden daha dolu dolu yaşıyorlar hayatı. Gönül gözleri açık çünkü. Ve de onlara yardım eden, yeri geldiğinde onlara bir çift göz olan sevdikleri var etraflarında.
Peki ya herkes kör olsaydı. Doğuştan kör değil ama. Sonradan kör. İnsanlar beklenmedik bir şekilde arka arkaya kör olmaya başlasaydı, dünya nasıl bir yer haline gelirdi. Hayal etmesi bile korkunç olan bu durumu yaşamak isterseniz Nobel Ödüllü Portekizli yazar Jose SARAMAGO’nun KÖRLÜK adlı romanını okuyun. Saramago’nun ustaca anlatımı ve kurgusu sayesinde tabiri caizse o körlük halini 290 sayfa boyunca yaşıyorsunuz.
Hayatım boyunca okuduğum en sarsıcı kitapların başında geliyor KÖRLÜK. Kitabı okurken de bittiğinde de dayak yemiş gibi hissediyorsunuz kendinizi. Bir salgın haline dönüşüp tüm insanları esir alan körlük, sizin de elinizi kolunuzu bağlıyor ve eli kolu bağlanmışlığı, çaresizliği iliklerinize kadar hissediyorsunuz.
Kitaptaki körlük salgını ve sonrasında gelişenler aslında bir metafor olarak da düşünülebilir. Zira kitaptaki asıl felaket insanların topluca kör olması değil; insanın insana yaptığı zulmün, alçaklığın bu şartlar altında dahi ve en iğrenç haliyle devam etmesi. İnsanların düştüğü acınası durumlar, yöneticilerin insanlara hayvan muamelesi yapması ve onları kendi kaderleriyle baş başa bırakması gibi okuyucuyu isyan ettiren, tüylerinin diken diken olmasına yol açan olaylar dizisi asıl felaketi oluşturuyor. Gözlerin kör olmasından daha fenası duyuların körleşmesi galiba.
KÖRLÜK okuyan herkeste iz bırakacak ve kolay kolay unutulmayacak bir kitap. İşlediği konu zaten yeterince rahatsız ediciyken yazarın kendine has üslubu da okuyucu için bir diğer ilginçlik. Kitapta hiçbir özel isim bulunmaması, diyalogların karmaşıklığı ve noktalama işaretlerinin kullanımı da eseri orijinal kılan etmenlerden. Okunması farzdır kanımca.
Benim kitaplarla aram pekiyi değil derseniz filmi de var. Bana göre kitaptan uyarlama bütün filmler yetersizdir. Körlük için de bu geçerli. Peki, film kötü mü, kesinlikle değil. Yalnız şunu unutmamak lazım; kitap bir başyapıt olmasına rağmen film bir başyapıt değil. Ama yine de kitabı okumak istemeyenler için tavsiye edilebilir. Neticede iyi bir yönetmenin(Fernando Meirelles) elinden çıkma ve oyuncu kadrosu(Julianne Moore, Mark Ruffalo, Gael Garcia Bernal, Danny Glover) da gayet iyi. Ben ikisine de göz atmak isterim derseniz. Mutlaka önce film izlenmeli sonra kitap okunmalı. Bunun tek olumsuz tarafı kitabı okurken filmdeki sahnelerin kafanızdaki kurguyu yönlendirmesi ve hayal gücünüzü kısıtlaması olacaktır. Gerçi, filmden kitaba geçiş süresi kısa olmazsa bu problem yaşanmaz. Ben filmi izledikten yaklaşık bir sene sonra kitabı okuduğum için bende böyle bir etki yaratmadı. Ama aksi bir durumu tavsiye etmem. Yani önce kitabı okuduysanız filmi izlemenizi tavsiye etmem, film yavan kalacaktır.
"neden kör olduk, bilmiyorum, bunun nedeni bir gün keşfedilir, ne düşündüğümü söylememi ister misin, söyle, sonradan kör olmadığımızı düşünüyorum, biz zaten kördük, gören körler mi, gördüğü halde görmeyen körler."
Doğuştan görmemek nasıl bir şeydir bilemeyiz, bu durumu yaşayan bir insanın tecrübelerini bize aktarması bile bizim bunu anlamamız için yeterli olmayacaktır. Görme yetisini sonradan yitirmenin nasıl bir şey olabileceğini düşünmek ise çok fena. Belli bir zamana kadar gördüğünüz her şey karanlığa hapsolacak. Artık sizin için renkler olmayacak, sevdiğiniz insanların yüzünü bir daha göremeyeceksiniz, güzel bir manzaraya doyasıya bakamayacaksınız, bir televizyon ya da bilgisayar artık sizin için bir şey ifade etmeyecek, yürüdüğünüz yollar sizin için tekinsiz olacak, sevdiğiniz şeylerin silueti sadece zihninizde canlanacak ve uzun süre görmeyince yavaş yavaş zihninizden de silinecek. Çok mu karamsar bir tablo çizdim. Sanki gözlerin yoksa yaşamanın ne anlamı var demek gibi oldu değil mi? Doğru. Bu kadar da karamsar olmanın âlemi yok. Gözleri görmeyen insanlar da pek ala hayatlarını diğer insanlar gibi sürdürebiliyorlar hatta öyleleri var ki gözü görenlerden daha dolu dolu yaşıyorlar hayatı. Gönül gözleri açık çünkü. Ve de onlara yardım eden, yeri geldiğinde onlara bir çift göz olan sevdikleri var etraflarında.
Peki ya herkes kör olsaydı. Doğuştan kör değil ama. Sonradan kör. İnsanlar beklenmedik bir şekilde arka arkaya kör olmaya başlasaydı, dünya nasıl bir yer haline gelirdi. Hayal etmesi bile korkunç olan bu durumu yaşamak isterseniz Nobel Ödüllü Portekizli yazar Jose SARAMAGO’nun KÖRLÜK adlı romanını okuyun. Saramago’nun ustaca anlatımı ve kurgusu sayesinde tabiri caizse o körlük halini 290 sayfa boyunca yaşıyorsunuz.
Hayatım boyunca okuduğum en sarsıcı kitapların başında geliyor KÖRLÜK. Kitabı okurken de bittiğinde de dayak yemiş gibi hissediyorsunuz kendinizi. Bir salgın haline dönüşüp tüm insanları esir alan körlük, sizin de elinizi kolunuzu bağlıyor ve eli kolu bağlanmışlığı, çaresizliği iliklerinize kadar hissediyorsunuz.
Kitaptaki körlük salgını ve sonrasında gelişenler aslında bir metafor olarak da düşünülebilir. Zira kitaptaki asıl felaket insanların topluca kör olması değil; insanın insana yaptığı zulmün, alçaklığın bu şartlar altında dahi ve en iğrenç haliyle devam etmesi. İnsanların düştüğü acınası durumlar, yöneticilerin insanlara hayvan muamelesi yapması ve onları kendi kaderleriyle baş başa bırakması gibi okuyucuyu isyan ettiren, tüylerinin diken diken olmasına yol açan olaylar dizisi asıl felaketi oluşturuyor. Gözlerin kör olmasından daha fenası duyuların körleşmesi galiba.
KÖRLÜK okuyan herkeste iz bırakacak ve kolay kolay unutulmayacak bir kitap. İşlediği konu zaten yeterince rahatsız ediciyken yazarın kendine has üslubu da okuyucu için bir diğer ilginçlik. Kitapta hiçbir özel isim bulunmaması, diyalogların karmaşıklığı ve noktalama işaretlerinin kullanımı da eseri orijinal kılan etmenlerden. Okunması farzdır kanımca.
Benim kitaplarla aram pekiyi değil derseniz filmi de var. Bana göre kitaptan uyarlama bütün filmler yetersizdir. Körlük için de bu geçerli. Peki, film kötü mü, kesinlikle değil. Yalnız şunu unutmamak lazım; kitap bir başyapıt olmasına rağmen film bir başyapıt değil. Ama yine de kitabı okumak istemeyenler için tavsiye edilebilir. Neticede iyi bir yönetmenin(Fernando Meirelles) elinden çıkma ve oyuncu kadrosu(Julianne Moore, Mark Ruffalo, Gael Garcia Bernal, Danny Glover) da gayet iyi. Ben ikisine de göz atmak isterim derseniz. Mutlaka önce film izlenmeli sonra kitap okunmalı. Bunun tek olumsuz tarafı kitabı okurken filmdeki sahnelerin kafanızdaki kurguyu yönlendirmesi ve hayal gücünüzü kısıtlaması olacaktır. Gerçi, filmden kitaba geçiş süresi kısa olmazsa bu problem yaşanmaz. Ben filmi izledikten yaklaşık bir sene sonra kitabı okuduğum için bende böyle bir etki yaratmadı. Ama aksi bir durumu tavsiye etmem. Yani önce kitabı okuduysanız filmi izlemenizi tavsiye etmem, film yavan kalacaktır.
"neden kör olduk, bilmiyorum, bunun nedeni bir gün keşfedilir, ne düşündüğümü söylememi ister misin, söyle, sonradan kör olmadığımızı düşünüyorum, biz zaten kördük, gören körler mi, gördüğü halde görmeyen körler."
2 Şubat 2011 Çarşamba
MEMLEKET İNSANININ İNTERNETLE İMTİHANI
İnternet çok acayip bir şey. Önüne ne istersen getiriyor. Bir şey mi öğrenmek istiyorsun, yazıyorsun hazreti google’a şıppadanak söyleyiveriyor sana. Uzun zamandır dinlemediğin bir şarkıyı mı dinleyesin geldi, hemen bulsun sana. Hani bir film vardı yıllardır vermiyorlar televizyonda, internette bulursun mutlaka. Dizini mi kaçırdın dert etme. Muhabbet edesin mi geldi, bul hemen eşi dostu akrabayı sıkılma, dahası özlediysen suretini de gör karşında.
Acayip bir şey işte. Kaç yıldır var bu internet denen meret hayatımızda ? Heralde 97 filandı biz ilk bilgisayarı aldığımızda. O zaman internet yaygın değildi o kadar. 146’dan bağlanırdık internete, o da inanılmaz pahalıydı. Bir iki sene internetin yaygınlaşması sürdüyse, 2000’li yıllara yaklaştığımızda internet yaygınlaşmaya başlamış olsa, 12-13 bilemedin 15 yıldır hayatımızda olsun. Daha yeni sayılır aslında. Lakin etrafınıza şöyle bir bakın, insanların uygarlık tarihinin başlangıcı olarak interneti gösterebilecekleri bir dönemde yaşıyoruz adeta.
İğneyi başkasına çuvaldızı kendine batır demişler. İtiraf etmeliyim ki ben de bir internet ve bilgisayar bağımlısıyım. Hadi, bu teknolojinin ortasına doğan çocukları geçtim ama belli bir yaşın üzerindeki insanlar için nasıl oluyor da bilgisayar ve internet bu kadar bağımlılık yapar hale geliyor. İlginç doğrusu.
Neyse canım, bununla ilgili araştırmalar yapıyorlardır herhalde bilim insanları benim derdim o değil. Benim derdim interneti nasıl ve ne için kullandığımız. Merak ediyorum şimdi kaç kişi çıkıp da diyebilir ki ben interneti çok önemli işler için kullanıyorum. İnterneti etkin bir şekilde kullanan, mesleğinin gerektiği işleri internet üzerinden halleden mutlaka bir dolu insan vardır ama birçoğumuz için internet iyi zaman geçirme ve eğlenme anlamı taşıyor. Ki genellikle bu iyi zaman geçirme, şuursuzca ve önü alınamayan bir zaman geçirmeye dönüşüyor. Sosyal paylaşım sitelerinde, oyun sitelerinde, sözlüklerde ömrümüzün yarısı heba oluyor.
Olsun, bu da bir tercihtir. Bu da bir tercihtir ama bunun bile hakkını veremediğimizi düşünüyorum. Hele ki paylaşım konusundaki keşmekeşe diyecek yok. Ben de birçok insan gibi her gün-her gün olmasa bile en kötü ihtimalle iki üç güne bir-düzenli bir şekilde feysbuk denen zamazingoya giriyorum. Bakıyorum insanlar neler paylaşıyor, neler yazıyor, neler tartışıyor. Bir yığın çöple karşılaşmama rağmen bu alışkanlığımdan vazgeçmiyorum; çünkü paylaştıklarını takip etmekten hoşlandığım pek çok arkadaşım da var feysbukta. İşin bir başka boyutu da şu: İnsanların ana akım medya dışında bir iletişim ağı oluşturmalarında bu tarz oluşumların ileride daha çok rolü olacak. Bu yüzden önemsiyorum aslında feysbuk türü paylaşım sitelerini. Ama o kadar niteliksiz bir paylaşım ortamı söz konusu ki içinden iyi şeyler bulup çıkarmak için dakikalarca uğraşabiliyorsunuz.(Aynı şey benim çok sevdiğim ama artık okumaktan çok yorulduğum ekşisözlük için de geçerli. Ekşiyle ilgili de bir şeyler yazasım var.)
Bu yazının konusu da aslında bu niteliksiz paylaşımla ilgili. Bu memleket insanının garip bir kavrayış hızı var. Hayatına giren her şeyi çok çabuk kavrayabiliyor. Ancak bu kavrayış çok çabuk gerçekleştiği için özümseyemiyor, içselleştiremiyor o meseleyi; sadece tüketiyor. İnternetin geneli için de feysbukun özeli için de böyle.
İnsanlar ne paylaşırlarsa paylaşsınlar beni ilgilendirmez. İcabında bakmam, ilgilenmem geçip giderim. Ama yalan yanlış şeyler paylaşıyorlar ya işte o zaman nefret ediyorum şu internet dünyasından. Çünkü bilmediğini bilmeyen bu yüzden de sürekli çarpık bir üretim içinde bulunan insan profili yaratıyor internet dünyası. Feysbuk kullanan insanların pek çoğunun takip edebildiği üzere insanların son zamanlarda en çok rağbet ettiği şeylerden biri şiir ya da özlü söz paylaşmak. Aman ne şiirler, ne sözler…! Dünyanın en can alıcı cümlelerini kurduğunu ve şiir sanatını yeniden var ettiğini zanneden bir liselinin yazdığına benzer bir ton şiir, söz. Bazı bazı güzel şiirler de çıkıyor tabi ki içlerinde onları tenzih edelim. Önemli olan şiirlerin ya da sözlerin iyi ya da kötü olması da değil. Altlarında yazan isimler. Dikkat edin, en çok Can YÜCEL ismini görürsünüz. Bakın bakalım Can YÜCEL kitaplarına ya da antolojilere bu şiirlerden kaçını bulabileceksiniz. Çoğunu bulamazsınız çünkü Can Baba’ya ait değiller. Bazı aklı evveller kendi şiirlerini ya da orda burada buldukları isimsiz şiirlerin altına ünlü şairlerin isimlerini yazıp yazıp paylaşıyor. Önemli olan “beğen” tuşuna kaç kişinin tıkladığı(Popülarite manyaklığı-bununla ilgili de bir şeyler yazacağım). Nasıl olsa insanlar beğendikleri şeyin gerçekten kime ait olduğunu merak etmiyorlar ya da araştırmıyorlar. Bu işin tek mağduru Can YÜCEL değil tabi ki. Nazım HİKMET, Edip CANSEVER, Özdemir ASAF, Paul AUSTER, Paolo COELHO, Oğuz ATAY, Lev TOLSTOY en çok istismar edilen isimler ve hatta MEVLANA. Şiir kitapları zaten az kitap okunan bu ülkede nerdeyse hiç satılmayan bir kategoriye giriyor. Şiir denince sadece, beylik birkaç sözün yan yana iliştirildiği aşk soslu şiirler geliyor insanların aklına bu ülkede. Hal böyle olunca şiir sevgisi ya da duyarlılığı değil de bir kepazelik çıkıyor ortaya.
İnsanların bir kısmı istismar ediyor gerçekten. Bir kısmının suçu ise sadece bilinçsizce paylaşmak. İnternet şahane bir şey ama inanılmaz bir bilgi kirliliğinin bulunduğu bir yer aynı zamanda. Bir şeyler paylaşmak güzel ama önce bir kaynak araştırması yapmak daha da güzel olanı. Hasan Âli YÜCEL ile ilgili bir ödev vermiştim bir keresinde. Hasan Âli Yücel, Can YÜCEL’in babası olmanın yanı sıra cunhuriyet tarihinin ilk maarif vekillerinden, modern tarzda bir eğitim programı için emekleri geçmiş önemli bir isim. Şairlik konusunda oğluyla karşılaştırılınca berbat; ama önemli olan bu değil. Dünya klasiklerinin Türkçe’ye kazandırılmasıyla ilgili önemli işlere imza atmış. Ben de ders kitabında bir yazısı bulunan Hasan Âli YÜCEL’i araştırıp gelmelerini istemişim öğrencilerden. Bir öğrencinin araştırmasında özetle şunlar yazıyor: Dinsiz,imansızın tekidir, Türkiye’ye modernleşme adı altında dinsizliği ve gavurlaşmayı getiren insanlardan biridir. Vatan hainidir falandır filandır… Gidiyor bu böyle, bir sürü saydırmış da saydırmış yazan vatandaş. Öğrenci de ödevi çıktı halinde getirmiş. Çıktı almış ama hiç okumamış bile. Zaten okusa öğretmen, hakkında kötü şeyler söylenen birisini araştırmamızı istemezdi herhalde diye düşünür, bilginin doğruluğunu başka yerlerden teyit ederdi. Bu bir örnek.
İnternette çok bilgi var. Ama maalesef çoğu çöpten ibaret.
Onu doğru kullanmaksa insanlara düşüyor. Yurdum insanının böyle bir derdi var mı acaba !?!
Acayip bir şey işte. Kaç yıldır var bu internet denen meret hayatımızda ? Heralde 97 filandı biz ilk bilgisayarı aldığımızda. O zaman internet yaygın değildi o kadar. 146’dan bağlanırdık internete, o da inanılmaz pahalıydı. Bir iki sene internetin yaygınlaşması sürdüyse, 2000’li yıllara yaklaştığımızda internet yaygınlaşmaya başlamış olsa, 12-13 bilemedin 15 yıldır hayatımızda olsun. Daha yeni sayılır aslında. Lakin etrafınıza şöyle bir bakın, insanların uygarlık tarihinin başlangıcı olarak interneti gösterebilecekleri bir dönemde yaşıyoruz adeta.
İğneyi başkasına çuvaldızı kendine batır demişler. İtiraf etmeliyim ki ben de bir internet ve bilgisayar bağımlısıyım. Hadi, bu teknolojinin ortasına doğan çocukları geçtim ama belli bir yaşın üzerindeki insanlar için nasıl oluyor da bilgisayar ve internet bu kadar bağımlılık yapar hale geliyor. İlginç doğrusu.
Neyse canım, bununla ilgili araştırmalar yapıyorlardır herhalde bilim insanları benim derdim o değil. Benim derdim interneti nasıl ve ne için kullandığımız. Merak ediyorum şimdi kaç kişi çıkıp da diyebilir ki ben interneti çok önemli işler için kullanıyorum. İnterneti etkin bir şekilde kullanan, mesleğinin gerektiği işleri internet üzerinden halleden mutlaka bir dolu insan vardır ama birçoğumuz için internet iyi zaman geçirme ve eğlenme anlamı taşıyor. Ki genellikle bu iyi zaman geçirme, şuursuzca ve önü alınamayan bir zaman geçirmeye dönüşüyor. Sosyal paylaşım sitelerinde, oyun sitelerinde, sözlüklerde ömrümüzün yarısı heba oluyor.
Olsun, bu da bir tercihtir. Bu da bir tercihtir ama bunun bile hakkını veremediğimizi düşünüyorum. Hele ki paylaşım konusundaki keşmekeşe diyecek yok. Ben de birçok insan gibi her gün-her gün olmasa bile en kötü ihtimalle iki üç güne bir-düzenli bir şekilde feysbuk denen zamazingoya giriyorum. Bakıyorum insanlar neler paylaşıyor, neler yazıyor, neler tartışıyor. Bir yığın çöple karşılaşmama rağmen bu alışkanlığımdan vazgeçmiyorum; çünkü paylaştıklarını takip etmekten hoşlandığım pek çok arkadaşım da var feysbukta. İşin bir başka boyutu da şu: İnsanların ana akım medya dışında bir iletişim ağı oluşturmalarında bu tarz oluşumların ileride daha çok rolü olacak. Bu yüzden önemsiyorum aslında feysbuk türü paylaşım sitelerini. Ama o kadar niteliksiz bir paylaşım ortamı söz konusu ki içinden iyi şeyler bulup çıkarmak için dakikalarca uğraşabiliyorsunuz.(Aynı şey benim çok sevdiğim ama artık okumaktan çok yorulduğum ekşisözlük için de geçerli. Ekşiyle ilgili de bir şeyler yazasım var.)
Bu yazının konusu da aslında bu niteliksiz paylaşımla ilgili. Bu memleket insanının garip bir kavrayış hızı var. Hayatına giren her şeyi çok çabuk kavrayabiliyor. Ancak bu kavrayış çok çabuk gerçekleştiği için özümseyemiyor, içselleştiremiyor o meseleyi; sadece tüketiyor. İnternetin geneli için de feysbukun özeli için de böyle.
İnsanlar ne paylaşırlarsa paylaşsınlar beni ilgilendirmez. İcabında bakmam, ilgilenmem geçip giderim. Ama yalan yanlış şeyler paylaşıyorlar ya işte o zaman nefret ediyorum şu internet dünyasından. Çünkü bilmediğini bilmeyen bu yüzden de sürekli çarpık bir üretim içinde bulunan insan profili yaratıyor internet dünyası. Feysbuk kullanan insanların pek çoğunun takip edebildiği üzere insanların son zamanlarda en çok rağbet ettiği şeylerden biri şiir ya da özlü söz paylaşmak. Aman ne şiirler, ne sözler…! Dünyanın en can alıcı cümlelerini kurduğunu ve şiir sanatını yeniden var ettiğini zanneden bir liselinin yazdığına benzer bir ton şiir, söz. Bazı bazı güzel şiirler de çıkıyor tabi ki içlerinde onları tenzih edelim. Önemli olan şiirlerin ya da sözlerin iyi ya da kötü olması da değil. Altlarında yazan isimler. Dikkat edin, en çok Can YÜCEL ismini görürsünüz. Bakın bakalım Can YÜCEL kitaplarına ya da antolojilere bu şiirlerden kaçını bulabileceksiniz. Çoğunu bulamazsınız çünkü Can Baba’ya ait değiller. Bazı aklı evveller kendi şiirlerini ya da orda burada buldukları isimsiz şiirlerin altına ünlü şairlerin isimlerini yazıp yazıp paylaşıyor. Önemli olan “beğen” tuşuna kaç kişinin tıkladığı(Popülarite manyaklığı-bununla ilgili de bir şeyler yazacağım). Nasıl olsa insanlar beğendikleri şeyin gerçekten kime ait olduğunu merak etmiyorlar ya da araştırmıyorlar. Bu işin tek mağduru Can YÜCEL değil tabi ki. Nazım HİKMET, Edip CANSEVER, Özdemir ASAF, Paul AUSTER, Paolo COELHO, Oğuz ATAY, Lev TOLSTOY en çok istismar edilen isimler ve hatta MEVLANA. Şiir kitapları zaten az kitap okunan bu ülkede nerdeyse hiç satılmayan bir kategoriye giriyor. Şiir denince sadece, beylik birkaç sözün yan yana iliştirildiği aşk soslu şiirler geliyor insanların aklına bu ülkede. Hal böyle olunca şiir sevgisi ya da duyarlılığı değil de bir kepazelik çıkıyor ortaya.
İnsanların bir kısmı istismar ediyor gerçekten. Bir kısmının suçu ise sadece bilinçsizce paylaşmak. İnternet şahane bir şey ama inanılmaz bir bilgi kirliliğinin bulunduğu bir yer aynı zamanda. Bir şeyler paylaşmak güzel ama önce bir kaynak araştırması yapmak daha da güzel olanı. Hasan Âli YÜCEL ile ilgili bir ödev vermiştim bir keresinde. Hasan Âli Yücel, Can YÜCEL’in babası olmanın yanı sıra cunhuriyet tarihinin ilk maarif vekillerinden, modern tarzda bir eğitim programı için emekleri geçmiş önemli bir isim. Şairlik konusunda oğluyla karşılaştırılınca berbat; ama önemli olan bu değil. Dünya klasiklerinin Türkçe’ye kazandırılmasıyla ilgili önemli işlere imza atmış. Ben de ders kitabında bir yazısı bulunan Hasan Âli YÜCEL’i araştırıp gelmelerini istemişim öğrencilerden. Bir öğrencinin araştırmasında özetle şunlar yazıyor: Dinsiz,imansızın tekidir, Türkiye’ye modernleşme adı altında dinsizliği ve gavurlaşmayı getiren insanlardan biridir. Vatan hainidir falandır filandır… Gidiyor bu böyle, bir sürü saydırmış da saydırmış yazan vatandaş. Öğrenci de ödevi çıktı halinde getirmiş. Çıktı almış ama hiç okumamış bile. Zaten okusa öğretmen, hakkında kötü şeyler söylenen birisini araştırmamızı istemezdi herhalde diye düşünür, bilginin doğruluğunu başka yerlerden teyit ederdi. Bu bir örnek.
İnternette çok bilgi var. Ama maalesef çoğu çöpten ibaret.
Onu doğru kullanmaksa insanlara düşüyor. Yurdum insanının böyle bir derdi var mı acaba !?!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)