9 Aralık 2012 Pazar

Gerçekler Su Yüzüne Çıkıyor





“Sharkwater” 22 Uluslararası ödül sahibi, 2006 yapımı bir belgesel film. Dünya denizlerinin en büyük yırtıcıları olan “köpekbalıklarına” dair... Ama sanılanın aksine köpekbalıkları*nın müthiş avcılık yetenekleri, avlarını nasıl saniyesinde mideye indirdikleri gibi konular üzerine çekilmemiş. Malum, pek çok belgeselin yırtıcı hayvanlarla ilgili bakış açısı bu yöndedir. Hayvan belgeselleri doğadaki ekosistemi avcılar ve avlananlar bakış açısıyla verir genelde. Bunun eksik bir bakış olduğunu “Sharkwater”ı izledikten sonra fark ettiğimi itiraf etmeliyim.

Hayvanlar âleminin insanlara ilgi çekici geldiği bir gerçek; lakin hayvanları da insanları da ekosistemin, evrimin ve dünyanın bir parçası olarak bütünlüklü bir bakış açısıyla anlatmayan belgeseller yetersizdir diye düşünüyorum artık. Belgesellerden çıkardığımız sonuçlar “Ahaha la bu maymunlar da pek bi haylaz!” “Yahu şu timsahlara bayılıyorum, nasıl bir sabırla bekliyorlar avlarını, pes doğrusu!” gibi geyik muhabbetini aşmayacak kıvamda olunca; hayvanların dünyasını daha yakından tanımanın genel kültür hanesine birkaç değersiz bilgi daha eklemiş olmaktan öteye anlamı yoktur. Bizden özge âlemlerin varlığının farkında olmak, bizi dünyamızla ilgili sorumluluklarımızı hatırlatmaya itmeli. Dahası doğayı ve evreni “vahşi kapitalizm”den nasıl kurtaracağız sorusunu sordurtmalı.

Gelelim belgeselimize. Belgeseli birkaç bölümde incelemek mümkün… Belgeselin ilk bölümü insanların gözündeki “köpekbalığı” algısıyla ilgili… Köpekbalıklarının kötü şöhretinden ve aslında gerçeğin böyle olmadığından bahsediliyor. Köpekbalığı saldırısıyla öldürülen insan sayısının azlığı istatistikler ve karşılaştırmalarla kanıtlanıyor. Köpekbalıklarının bu şekilde fişlenmelerinin asıl sebebinin “düşman” ve “canavar” kültüne bayılan medya yönlendirmesinden başka bir şey olmadığının ve bu yönlendirmede meşhur “Jaws” filminin etkilerinden bahsediliyor.

Köpekbalığı uzmanlarının anlattıkları ve Sharkwater’ın yapımcısı/yönetmeni olan belgeselci ve sualtı fotoğrafçısı Rob Stewart’ın bu “vahşi” hayvanlara çok yaklaştığı, onlara dokunduğu, onları okşadığı sahneler köpekbalıklarının insan öldürmeyi seven bir canavar olduğu düşüncesini yerle bir ediyor.


Ardından köpekbalıklarının ekosistemdeki yerinden bahsediliyor belgeselde. Ki belgeselin bu kısmında verilen bilgiler çok önemli. Özellikle köpekbalıklarının 400 milyon yıldır var olduğunu(dinozorlardan bile eski) ve bu zaman zarfında hiç değişmeden günümüze gelen nadir canlılardan olduklarını. Denizlerdeki hayatı düzenleyen temel tür olduklarını ve karalardaki hayatı da büyük ölçüde şekillendirdiklerini öğrenmek gerçekten sürpriz oluyor.

Köpekbalıklarının hem denizlerdeki hem de karalardaki yaşam için ne mühim bir tür olduğunu öğrenmemizin ardından belgeselin yönü birden değişiyor ve belgeselin ikinci bölümü diyebileceğimiz kısım, bizi bilmediğimiz bir başka acı gerçekle yüzleştiriyor: “Köpekbalığı Avcılığı” Aslında buna avcılık demek çok hafif kalıyor; çünkü bunu asıl adı “katliam”.

Tüm dünyada pek çok hayvan türünün korunmasıyla ilgili çeşitli koruma kanunları var; ama köpekbalıklarıyla ilgili bir kanun yok. Bazı ülkeler kendi karasularında köpekbalığı avcılığını yasaklamış ya da sınırlandırmışlar; ama okyanuslarda bunu sınırlayan ya da engelleyen herhangi bir yaptırım yok.

Belgeselin kalan yarısında köpekbalıklarının nasıl katledildiğini izliyoruz çaresizce. Belgeselin geri kalanında Rob Stewart’a, hayatını doğayı katledenlerle mücadeleye adamış bir başka çevreci olan Paul Watson eşlik ediyor. Paul Watson gemisiyle kaçak avlananların peşini sürüp ekibiyle birlikte denizleri kaçak avcılara dar eden radikal bir çevreci aktivist.

Rob ve Paul bir araya geldikten sonra, Paul’ün gemisiyle okyanusa açılıyorlar ve kaçak köpekbalığı avcılarının izini sürmeye başlıyorlar. Rob ve Paul’ün ekibi Kosta Rika açıklarında kaçak avlanan bir tekneyi sıkıştırıyorlar ve Kosta Rika hükümetiyle bağlantıya geçerek kaçak avcıların tutuklanması talebinde bulunuyorlar. Peki sonrasında ne oluyor dersiniz? Kaçak avcılar mı tutuklanıyor? Maalesef, hayır. Tam tersi bizim çevreciler tutuklanıyorlar Kosta Rika polisi tarafından!! Şaka gibi geliyor kulağa; ama değil… !

Ve bu noktadan sonra işin altındaki pislik daha bir gün yüzüne çıkıyor. Köpekbalığı avının çok büyük bir pazarı var dünya üzerinde. Ve tabi ki bu büyük pazar kirli insanların elinde… Tam bir hem suçlu hem güçlü hadisesi… Herifler öyle güçlüler ki kaçak avlanan kendi tekneleri olmasına rağmen onları ihbar eden çevrecileri tutuklattırabiliyorlar. Bu kahrolası dünyanın düzeni her yerde aynı işliyor. Her yerde güçlünün kanunu işliyor. Normal aslında, kanunları yapanlar namussuz olunca buna şaşmamak lazım…

Peki, köpekbalığı avının neden bu kadar önemli bir pazarı var? Köpekbalığı avı diyip durduğuma da bakmayın. Köpekbalıklarının tamamı değil av malzemesi yapılan, sadece yüzgeçleri. Ve o köpekbalıklarının yüzgeçlerini alabilmek için onları “trollerle” devasa kancalarla yakalıyorlar. Köpekbalıklarının bir kısmı tekneye çekildiğine ölmüş oluyor zaten. Ölmeyenlerin de sonrasında yaşama ihtimali çok düşük. Çünkü bu orospu çocukları tekneye çektikleri köpekbalıklarının yüzgecini canlı canlı kesiyorlar ve köpekbalıklarını tekrar denize atıyorlar. Zavallı köpekbalıkları kan kaybından, ve artık yüzemedikleri için ölüyorlar. Köpekbalıklarının yüzgeçlerinin canlı canlı kesilmesi öyle bir görüntü ki insanın seyrederken içi almıyor gerçekten. Bildiğiniz bütün küfürleri ediyorsunuz insanoğlunun vahşiliği karşısında.


Dönelim köpekbalığı yüzgeci pazarının neden bu kadar önemli olduğuna… Köpek balığı yüzgeçleri kurutulduktan sonra Uzakdoğu ülkeleri başta olmak üzere pek çok ülkeye fahiş fiyatlarla satılıyor. Ve bu yüzgeçlerden ne yapılıyor biliyor musunuz? Hadi insanlık için, bilim için çok mühim, hayati bir iş için kullanılsalar anlayacağız belki; lakin bu yüzgeçlerden yapıla yapıla bir çorba yapılıyor. Üstelik tadı tuzu olmayan bir şey bu köpekbalığı yüzgeci denen şey, çorbaya bir kıvam vermekten öteye bir işlevi yok. Ne hikmetse dünya zenginleri arasında bir itibar(!) göstergesiymiş köpekbalığı yüzgeci çorbası içmek. Bu haysiyetsiz çorbayı içenlerin sağlıklı olacağına (köpek balığının dünya üzerinde kansere yakalanmayan tek canlı olduğu bilgisinden kaynaklanıyor) inanılıyormuş. Bir başka görüş de afrodizyak etkisi olduğu yönünde. Yani meselenin özeti; haysiyetsiz zenginlerin ağız ve uçkur zevki için heba ediliyor denizlerin en önemli canlısı.

Gelelim sonuca; bu iyice çığırından çıkmış katliam sonucunda köpekbalığı popülasyonu büyük bir tehlike altında. Pek çok köpekbalığı türünün nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıya. Peki, köpekbalıkları tükenirse ne olacak. Köpekbalıklarının tükenmesi demek, “ebemizinkini göreceğiz” demek. Çünkü köpekbalıkları sulardaki ekosistemin en tepesindeki canlı ve dolayısıyla sulardaki hayatın yönlendiricisi ve yöneticisi… Bu şu anlama geliyor. Köpekbalıkları olmazsa sulardaki hayat bitecek. Sulardaki hayat biterse de karalardaki hayat bitecek. Bu basit bir matematik hesabı… Daha fazla kâr, daha fazla para, daha fazla itibar hırsı içerisindeki insanlık kendi sonunu kendisi getirecek. Başka bir deyişle torunlarımızın katili olacağız.

Hep söyledik, söylemeye de devam edeceğiz kapitalizm sağlığa zararlıdır, kapitalizm öldürür.


-------------------------------------------------------------------------------------


*: Köpekbalığı birleşik sözcüğü aslında "köpek balığı" şeklinde yazılıyor. Çünkü birleşik sözcüğü oluşturan sözcüklerden birisinin "gerçek" anlamını devam ettiriyor olması ayrı yazılmasını gerektiriyor. Nitekim "balık" sözcüğü gerçek anlamını devam ettirmekte. Kural böyle diyor; ama ben "köpekbalığı" yazmayı tercih ettim. Ayrı yazmanın bu muazzam canlıya ayıp olduğunu düşündüm. "Köpek" ve "Balık". Cık! Olmuyor öyle. Bitişik yazınca tek bir kelime gibi algılıyor zihnim onu. Daha şık duruyor.

1 Aralık 2012 Cumartesi

Sigarasız Hayat

Sigarayı bıraktım. Üstelik iradeli bir insan da değilimdir ha. Dahası tembel ve disiplinsizim. Sigarayı terk edebildiğim için kendimle gurur duyuyorum bu yüzden. Gerçi uzunca bir süre sigara kullanmış herkes gibi benim de bu konuda temkinli konuşmam lazım. Daha önce de sigara bırakma deneyimi yaşamış ve maalesef tekrar başlamıştım. Bu yüzden hemencecik havaya girmemem lazım. İki ayı geçti sigarayı terk edeli; ama değil iki ay iki sene de olsa temkinli olmam da fayda var.



Sigarayı bırakmayı çok istediğim ve bu konuda kendimi-yaklaşık bir sene-hazırladığım için zor olmadı aslında bırakmak. Öyle bir anda kafasına esip bırakıveren insanlar var. Benim sigarayı bırakmam öyle olmadı. Uzun bir süre bırakma işini psikolojik olarak kafama yerleştirmekle uğraştım. Kendime sürekli “sigarayı bırak” telkininde bulundum. Ve bir hedef koydum kendime. Pek iradeli ve disiplinli bir insan olmadığım için bir şeyleri gerçekleştirebilmek adına çeşitli hedefler koyarım ara sıra. Genelde işe yarıyor.

Lakin bir hedef belirlemek de o kadar kolay bir iş değil. Gerçekten önemli bir tarih bulmak lazım ki kararın arkasında durabilsin insan. Düşündüm, taşındım; hayatımdaki en güzel ve anlamlı değişimle birlikte hayatıma bir artı daha katayım istedim ve sigarayı bırakma konusundaki hedefimi belirledim: “Evlenince bırakacağım.” Ve düğünümüzün ertesi günü bırakma kararımı uygulamaya geçtim. Fakat sevgili eşim bu kararımı biraz daha geciktirmemi söyledi. Balayımızı “sigarayı bıraktığım zaman” olarak hatırlamamı istemiyordu. Hem sigarayı bırakma psikolojisiyle uğraşırken balayını berbat etme ihtimalim de vardı pek tabi. Hanım haklıydı her zamanki gibi.:) Neticede bir hafta sonra-balayının bitiminde-aldığım karara uydum ve sigarayı bıraktım. Tahmin ettiğimden daha çabuk alıştım sigarasız hayata. Daha çok zorlanacağımı düşünmüştüm oysa ki. Önceden planlamamın ve bir tarihi kendime hedef olarak seçmemin bu süreci kolaylaştırdığını düşünüyorum.


Şimdi ki hedefim bir daha asla sigaraya bulaşmamak. Bir tane bile içersem sonrası için büyük bir tehdit oluşturur. Bu yüzden sevgili dostlarım olur a keyifli ya da efkârlı bir anımda-hele de içki masasında -unutursunuz da bir sigara uzatırsınız filan… Yapmayın öyle şeyler! Emeğimi zayi etmeyin. Çalışın “emek edin” sizin de olsun. Nazar etmeyin aslanım. Halla Halla!.. Herkesi sigarasız hayata davet ederim. Bek iyi bek güzel…


Gelelim bu postun(gönderinin) hikâyesine. Blogtaki son posttan bu yana uzun zaman geçmiş. Bu geçen zaman içerisinde pek çok şey yazmak istedim bloga. Ama bir türlü yazamadım. Çok yoğun olduğum zamanlar da oldu tabi; ama blogu iyice boşlayışımın asıl sebebi tembelliğimden başka bir şey değildir. Hep üşendim, hep üşendim. Kafamda tasarladığım, yazdığım yazılar hep orada kaldı. Klavyenin tuşlarına ulaşamadı bir türlü. Blogculuğu çok seven, bundan kopmak istemeyen birisi olarak bu yazı, “dönüş”ün şerefine yazılmıştır. Sigarayı bırakışımın ikinci ayı şerefine tekrar blog yazmaya başlayacağım diye “hedef” koymuştum kendime. Üç gün gecikmeyle de olsa -ki bir tembel için üç gün gecikme hiçbir şey sayılmaz- “sigarasız hayat”la bloga da geri dönmüş oluyorum.

Yeni başlangıç, yeni hayat, yeniden blog…:)

14 Nisan 2012 Cumartesi

Şiirimsi 3



ÖTANAZİ

Yatağa mahkûm bir adam için
İçindeki denizdir

Dünya sirkinde hiçbir gösteride yer bulamayanlar için
Sandığa gitmek zorunda olmadığı bir seçimdir

Yaşam adlı korku filminin kapanışı için
Kazanılmış son bir haktır

Kuşkusuz en güzeli aşktır


Gorki, Nisan 2012

29 Mart 2012 Perşembe

Sitemdir

Yavuz Bingöl’ün “Sitemdir” albümünde “Bekle Buğday Tanesi” adlı güzel bir şarkı vardır. Der ki:
Bekle kar altında kalan buğday tanesi
Yine onun sularıyla yeşereceksin
Gözyaşların çare değil ağlama büyü
Başını dik tutabilirsen boy vereceksin

Her yanımda allı morlu
Güller açar türlü türlü
Bu fırtına dünden belli
Başedeceksin

Korku kâr eylemez bir kez yolla düşene
Sen bir aşkın içindesin yaşayacaksın
Dört yanını börtü böcek sarsa ne çıkar
Toprağa sıkıca sarıl başedeceksin

Her yanımda allı morlu
Güller açar türlü türlü
Bu fırtına dünden belli
Başedeceksin


Bu ülkede gericiliğe, ırkçılığa, faşizme ve kapitalizmin vahşi dünyasına karşı mücadele eden insanlara hediye ediyorum bu şarkıyı. Yürüdüğümüz yol hiçbir zaman kolay olmamıştı ve olmayacak da. Asla baş eğmeyeceğiz kötülere, zalimlere ve baş edeceğiz zorluklarla. Tıpkı şarkıda söylediği gibi…



Bugün yarın ya da öbür gün yeni eğitim yasası yürürlüğe girebilir; ama bizim mücadelemiz son bulmayacak asla. Çünkü onlar durmayacak hep daha fazla sömürü ve daha fazla karanlık için işbaşında olacaklar. Biz de öyle... Her zaman tetikte her zaman uyanık olacağız, olmak zorundayız. Mücadelenin ortasındayız, pes etmiyoruz.



Başta sitemdir albümünden bahsetmiştik. Bu yazı albüm tanıtımı için yazılmadı, bu yazı isyandır; ama bir yerde de sitemdir anlayanlara.



Bizi hak arama mücadelemizde yalnız bırakan herkese… Durumundan şikâyetçi olan; ama taşın altına elini sokmayan sendikalı/sendikasız tüm öğretmenlere, çocukları için mücadele verdiğimiz, sömürülmesinler diye uğraştığımız velilerimize, eylemlerimizi/mücadelemizi sadece arbede yaşandığında otuz saniyelik bir haber olarak veren medyaya, eylemlerimize küçücük sembolik gruplarla destek veren tüm parti ve örgütlenmelere, iğfal edilmedik bir tek kulağının arkası kalmasına rağmen hala uykusundan uyanmayan halkımıza…

Sitemdir…

14 Mart 2012 Çarşamba

Şiirimsi 2


ZÜĞÜRT TESELLİSİ

Bu kadar uzak mıydı
bu kentin iki yakası
Yoksa özlemek miydi
anlamlandıran mesafeleri

Buna da şükretmeli belki de
Aynı göğe bakıyoruz neticede
ve aynı bulutları benzetiyoruz bir şeylere

de
Sen Viyana’dayken ben olsam Budapeşte’de
Gök yine aynı gök olmayacak mıydı aynı sonsuz mavilikte

Laf işte

Züğürt tesellisi
dedikleri
bu besbelli

Yanı başımda da olsan
özlem dediğin bitmez ki…


Mart 2012, Gorki

Dindar Nesiller Yetiştirmek

Başbakan dindar gençlik yetiştireceğiz dediği zaman toplumun pek çok kesiminden tepki aldı. Bizden de aldı :). (Bkz. Biz de tinerciyiz) Tepki verildi; çünkü insanlar gerim gerim gerilmiş durumda. Baskılar, tutuklamalar, sindirme ve yok sayma politikaları önceki dönemlere nazaran o kadar yoğun yaşandı ki kimsenin daha fazlasına tahammülü kalmadı. Baskılandığı ve korkutulduğu için kendini sokağa vurup avazı çıktığınca bağıramayan, hep içine atmak zorunda kalan insanların artık daha fazlasına tahammülü yok. O yüzden homurtular yükseldi, herkes kendince protesto etti bu açıklamaları.



Halbuki yeni değil dindar nesil yetiştirme mevzuu. Bu memlekette evvel eski bir dindar nesil yetiştirme telaşı vardı. Vardı lakin o bahsi geçen dindar kesim bu kadar palazlanmadığı için aman ne olacak canım deyip geçebiliyorduk. Bugün artık göz ardı edilemeyecek kadar büyükler ve güçlüler. Bu durum bizim gibileri tedirgin ediyor doğal olarak; çünkü dindar nesil dincilerin elinde çok tehlikeli bir silaha dönüşebiliyor. Örneği çok: Sivas’ta, Maraş’ta, Çorum’da yaşananlar; Hizbullah vahşeti vs. Ki bunlar uç örnekler. En basitinden Anadolu’da bir kente gidin ramazan ayında oruç tutmuyorsanız başınız belada demektir. Dindar insanların dincilerin elinde nasıl yobazlaştığını görürsün oralarda.

Yukarıda bir iki sefer adını zikrettiğimiz iki kavram var. Birisi “dindar” birisi “dinci”. İkisi arasında çok fark var. Dindar, inandığı dinin gerekleri doğrultusunda yaşamaya çalışan insan olarak tanımlanabilir. Ama dinci öyle değil. Dinci, dini kendi menfaatleri doğrultusunda kullanan, dindar insanların duygularından ve inançlarından beslenen kişileri anlatıyor. Dinciler, dindar filan değildir; çünkü onlar din tüccarıdırlar, dini satarlar, kendi dünyevi iktidarlarını pekiştirebilmek ve güçlendirmek için Tanrı’yı kullanırlar.

Benim inanan insanlarla bir sorunum yok şahsen. Yalnız dini sömüren partiler, kurumlar, cemaatlerle sorunum var. Çünkü bunlar Allah’la kul arasına giren kurumlardır. Halbuki inanmak için bir aracıya ihtiyaç yoktur. Allah ile kul arasına bu tür kurumlar girdiğinde zaman içerisinde ister istemez şöyle bir denklem oluşmaktadır: Dini savunan(savunduğunu iddia eden) kurumlar da kutsallaştırılır. Parti, cemaat vs. bir şey istediği ya da talep ettiği zaman bu sanki artık dinin bir buyruğuymuş gibi algılanır ve toplum da bu yönde davranışlar göstermeye başlar. Ki bu davranışlar itaat etmek, biat etmek ve kabullenmektir. İşte bu yüzden de yöneten sınıf her zaman dindar nesilleri sevmiş ve yetiştirme politikasını benimsemiştir.

Daha önce zikrettiğimiz noktaya geldik. Bu sadece AKP ile sınırlı bir şey değil. Halktan yana politikalar izlemeyen bütün iktidarlar dindar nesil yetiştirme niyetinde ve gayretinde olmuştur her zaman. Din derslerini zorunlu yapan, yüzlerce kuran kursu ve imam hatip açan bir CHP gerçeği vardır örneğin yakın tarihimizde. Sadece ülkemizde değil dünyada da örneklerini görürüz bunun. Dini, çıkarlarına alet etmek insanoğlunun en eski ve en alçakça yöntemlerinden biridir.



Bilim ve Gelecek dergisi de Mart sayısında bu konuya eğilmiş ve bununla ilgili bir dosya hazırlamış. Okunması gereken değerli yazılar var içerisinde. Kendi alanında uzman kişiler tarafından kaleme alınmış bu yazıların her biri gayet ufuk açıcı. “Kim, nasıl, neden yetiştiriyor?” üst başlığıyla hazırladıkları “Dindar Nesiller” dosyasının içerisinde şu başlıklara yer vermişler:

“İmam-Hatip’lerden Işık Evleri’ne, Aydınlar Ocağı’ndan MTTB’ye…”
(Cumhuriyet tarihinin dindarlaşma sürecini merak edenler için..)
“Egemenler dindar mı dinci mi? İnsanlık dindarlaşarak mı ilerliyor?”
(Sermaye sınıfının dindar nesilleri nasıl kullandığıyla ilgili çarpıcı bir yazı..)
“Dindarlar daha mı ahlaklı? Bunca suçu ve ahlaksızlığı ateistler mi yaptı?”
(Dünyada yapılan araştırmalar ve bunlara ait somut verilerden yola çıkarak dünyayı çekilmez bir yer haline getirenlerin aslında dinsiz, imansız vb. insanlar olmadığını, vicdan sahibi ahlaklı bir insan olmak için dindar olmak da gerekmediğini anlatan mühim bir yazı.)
“Dinsel(İslamcı) düşüncede bilime yer var mı?”
(İslam bilginleri bilime ne kadar katkı sunabilmiştir bunu irdeleyen bir yazı..)

Mümkünse okuyunuz/okutunuz Bilim ve Gelecek'in bu sayısını...

13 Mart 2012 Salı

Zaman Aşımına Uğrayan İnsanlık


İnsanlık tarihi acıların, gözyaşlarının tarihi... Savaşlarla, soykırımlarla, haksızlıklarla, işkencelerle dolu. Uzağıyla yakınıyla bu memleketin tarihi de öyle.

Yakın tarihin en utanç verici hadiselerinden Sivas Katliamı zaman aşımına uğradı. İçimdeki tiksintiyi anlatacak sözcük bulamıyorum. Ve yüzyıllardır işleyen bu çark tersine döndürülmedikçe bu insanlık suçları işlenmeye devam edecek ve bulantımız geçmeyecek. İnsanlık modern çağ barbarlığı elinde inlemeye devam edecek.

Sivas’ın üzeri kapatılırken öbür yandan da eğitim sistemini değiştiriyorlar yangından mal kaçırırcasına. İki olayında denk düştüğü yerler var kuşkusuz. Yeni eğitim programının yeni dindar nesiller yetiştirmek gibi bir misyonu var biliyoruz ki. Eski dindar kesimler görevlerini gayet iyi bir şekilde yerine getirdiler. Ülkenin git gide muhafazakarlaşıp karanlığa sürüklenmesinde üstlerine düşen görevi layıkıyla yerine getirdiler, getiriyorlar.

Şimdi yenilerine ihtiyaç var. Yeni bir dindar kuşağa. Yeni dindar kuşakla birlikte hiç kuşkusuz sadece din odaklı bir dönüşüm tasarlanmıyor. Sermayeye önümüzdeki 30-40 yıl hizmet edecek ezilmiş ve ezilmişliğini tevekkül içinde kabullenmiş ucuz iş gücü gerekiyor hiç kuşkusuz. Sermaye için dindarlaşan, dindarlaştıkça fakirleşen; ama kılını bile kıpırdatamayacak kadar uyuşturulmuş bir kuşak lazım. Bunu ancak eğitim başarabilir!

Toplumun balık hafızasına güvendiler şimdiye kadar. Nasıl olsa unutuyorlar dediler. Hatırlar gibi olup da diğer insanları da dürterek hatırlatmaya çalışanların da hep ensesine bindiler. Ve evet unuttuk pek çok şeyi; hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam ettik, ediyoruz. Korktuk ve korkmaya da devam ediyoruz. Tavşanın kaçışını gördüm etinden tiksindim derler Anadolu’da. O hesap, korkaklığımızdan tiksindim artık. Biz devekuşu misali kafamızı toprağa gömerek yaşarken toprak dışında kalan kısmımıza neler neler yapıyorlar! Ama unutuyoruz nasıl olsa, unutacağız da. Devam edeceğiz lay lay lom hayatımıza. Diziler, yarışmalar, izdivaçlar, süper ekonomimiz falan filan… Bunlar yetmeli. Yetmeli çünkü başımızı çevirmeyegörelim ekrandan, yeriz tokadı anında. Gerek yok!



4+4+4+4+4+…….4 Kaç tane 4 olduğunun da önemi yok. Bugün, bu zamanda, tam da şimdi, aha da günümüzde olunabilecek en kötü şeylerden biri de eğitimci olmak galiba. Bu düzenin devam ettiricisi nesiller yetiştireceğiz. Sistemin devam ettirici unsuru olmak ne acı…

Hani dedik ya yukarıda, uyandırmaya çalışanların da kafasına vurdular diye. Yakın zamanda demokrasiye kavuşacağız bence, kafamıza vurmayacaklar artık; çünkü güç kullanmalarına gerek kalmayacak. Kimsenin sesini çıkardığı yok nasıl olsa ya da kafamıza vura vura aptal mı ettiler yoksa bizi…! Amaaaaaan, çok çok canlarını sıkarsak çakarlar bir kibrit üstümüze yandı bitti kül oldu işte…

-Bir sonraki zaman aşımında görüşmek dileğiyle, korkuyla kalın-

8 Mart 2012 Perşembe

Banka Kazınan


BANKA KAZINAN
Bulutlardan yazılmış iki harf
gökyüzünde
İkindi güneşiyle bir banka vuran yansıması
Salacak'ta bir bank...

Tesadüfi olan mı romantiktir..
Planlanan mı..?

Maden suyu şişesinde bile balık olabilir insan
Ayıkken bile tökezleyebilir
hatta dolaşabilir dili

Romantizm
Mart kedisi olmak gibidir
boğaz gören bir evin çatısında
Planlı plansızlıklarda uçmak ve İstanbul'a gökyüzünden bakmaktır
Bir efsanenin soluğunu ensende hissederken

de sen hala neyi planlamaktasın
Allah baba..
Bırak da yaşayalım
Bırak da uzanalım çimenlere boylu boyunca
Bırak da yaşayalım
Kazıyalım ruhumuzu o tesadüfi banka...

7 Mart 2012 Çarşamba

Kadınlarımıza...

Uzaktan davulun sesi hoş gelir derler. O hesap insanlar kendilerini karşı cinsin yerine koydukları muhabbetlerde mangalda kül bırakmazlar. "Var ya ben erkek olsaydım çok çapkın olurdum" ya da "Ben kadın olsaydım çok fena olurdum" gibi cümleler kurmayı severler kadınlar ve erkekler. Empatiden yoksun kolaycı bir bakış açısıdır bu. Benim bu konuda kurabileceğim en iddialı cümle muhtemelen şu olurdu:"Ben kadın olsaydım azılı bir feminist olurdum."

Evet, muhtemelen bir feminist olurdum. Hem de en koyusundan. Erkek egemen bir toplumda kadın olarak yaşamak zor bir şey olsa gerek. Üç büyük dinin ortak söyleminin en başında kadın erkek eşitsizliği başlar örneğin. Havva Adem'in kaburga kemiğinden yaratılmıştır der dinler tarihi. Üstelik erkeğinin bedeninden yaratılmış olan Havva-bu lütufa rağmen-efendi gibi duramaz ve Adem'i ayartarak cennetten kovulmalarına sebep olur. Kadim kitaplarda ve kültürler de bile kadının yeri bellidir işte. Kadim kültürler de bile diyorum çünkü aslında ilerleyen zamana ve gelinen çağa bakınca göreceli olarak kadın hakları ve kadının toplumdaki yeri gelişme göstermiş gibi görünse de kadın günümüzde git gide daha da aşağılanmakta ve tüketilmektedir.

Bunun pek çok sebebi var tabi ki. Kadının aşağılanması ve sömürülmesi günümüz siyasal ve ekonomik düzeninin devam ettirici unsurlarından biri halinde. Böyle bir zamanda kadınların özgürlük mücadelesi tabi ki çok değerli ve anlamlı ama kadınların özgürleşmesi için kadın hareketleri tek başına yeterli gelmeyecektir. Bu mücadele zaman içerisinde değişik formlara dönüşmüştür ama bugün sınıf mücadelesinden bağımsız düşünülemez. Yani topyekün bir özgürleşme gerçekleşmeden kadınların özgürleşmesi de mümkün değildir.





İş bu durumda kadın mücadelesine olanca gücümüzle destek vermek boynumuzun borcudur. Ama yetmez. Bu mücadeleyi sınıf mücadelesiyle birleştirmek ve daha güçlendirmek gerekir.

Hayatın var edicisi, vazgeçilmezlerimizin, kadınlarımızın dünya kadınlar günü kutlu olsun.

3 Mart 2012 Cumartesi

Gönüllerin Fatihi!



• Bu film, “ya bizde niye hollywoodvari filmler çekilmiyor” serzenişinde bulunanları kesinlikle memnun edecek bir film.

• Savaş karşıtı bir insan olmama rağmen tarihi savaş filmlerini sevdiğimi itiraf etmeliyim. Masal gibi geliyor ya insana ondan hani. Yoksa baya baya adamların ağızlarına sıçılmış savaşlarda. Biz de vay canına kahramanlıklara bak diye izliyoruz. Neyse neyse ikiyüzlülüğe gerek yok makul ölçülerde seviyorum bu filmleri. (Peki bu filmi sevdim mi. Sevmedim. Niye mi. Devamı aşağıda.)

• Özellikle savaş sahnelerindeki görsellik ve gerçekçiliğe yakınlık-diğer Türk sineması örnekleriyle kıyaslayınca-açısından pek çok Amerikan filmiyle aşık atabilecek cinsten. Savaş sahnelerinin pek çok filmden aşırma olduğu söyleniyor lakin bu da çok önemli değil. Bu tarz tarihi konulu savaş filmleri ister istemez birbirinin kopyası oluyor zaten.

• Yalnız mevzubahis hikayeyi herkes bildiği için bir sürükleyicilik unsuru yok filmde. Ne zaman ne olacağını aşağı yukarı kestirebiliyorsunuz seyirci olarak. Bu bir dezavantaj. (Filmin sonunda İstanbul’u fethediyorlar ha, söyleyeyim..:D:D)

• Herkesin bildiği bir hikayeyi sıkıcı olmaktan kurtarmak için II. Mehmet’in hikayesiyle beraber Hasan’ın(Ulubatlı) hikayesi yedirilmiş filme. Koskoca padişahı şebek etmemek için Hasan’ı sürmüşler ortaya. Her filmin olmazsa olmaz aşk ve cinsellik unsurları da bu sayede Hasan’ın üzerinden telafi edilmiş. Hasan da hasan yalnız. Herifçioğlu bir Osmanlı askerinden çok Yüzüklerin Efendisi’nden çıkmış bir karakter gibi. Osmanlı’nın Aragorn’u yapmışlar herifi.:) Hatta Aragorn hafif kalır, süper kahraman olmuş desek yeridir bir yerde. Atıyla en önde gidip okların hedefi olmayan, patlatılan kuleden sağ çıkan, bir süpersonik o. Bizans saflarındaki muadili Guistiniani’nin de poz kesme konusunda bizim Aragorn’dan aşağı kalır yanı yok. Kadın kahramanlar ise filmi sırf güzellikleriyle süslesinler diye konulmuş, derinlikten uzak karakterler. Hoş senaryonun zayıf yönlerinden biri de zaten derinliksiz karakterlerden oluşmuş olması. Aman neyse.




• Velhasılı film görsel olarak başarılı; lakin içerik olarak zayıf kalmış. Pek çok klişeyle dolu filmimiz. Yerli Aragorn’un Bizanslıların hayatlarını karartırken gösterdiği performans Malkoçoğlu, Kara Murat filmlerini aratmıyor. Hele Guistiniani’yle yaptıkları düelloya diyecek yok. O kadar uzun ve gereksizdi ki filmi yapanlara sorsanız açıklayamazlar sebebini. Ulubatlı’nın sancağı dikerken sevdiceğiyle iki yüz metreden göz göze gelişi filmin efsane sahnesi zaten. Kartal gibi göz var ikisinde de maaşallah.

• Elalem yapınca iyi oluyor da bizimkiler yapınca mı kötü oluyor diye soracaklara peşinen cevap: Amerika dünyayı ele geçirmeye çalışırken eleştiren, lanetleyen bizler; kendi atalarımız her önüne gelen yeri fethetmiş diye niye övünürüz, ben bunu anlamam. Arasında bir benzerlik yok mu? Bence var. Denilecektir ki "bizim atalarımız yüzyıllarca adaletle yönetmişler gittikleri yerleri, batılılar gibi zulmetmemişler." Eyvallah. Avrupalılardan daha medeni ve insancıl olduğumuz kesindir; gelgelelim biz tarihimizi sadece destansı, lirik bir tarih olarak anlatmaya devam ettiğimiz ve yanlışları, eksikleri görmediğimiz sürece Batının bizden niye nefret ettiğini bir türlü çözemeyeceğiz.



• Bu destansı tarih anlayışı beni kesmediği için başarılı yönleri olmasına rağmen filmi yetersiz buluyorum. Destansı tarih anlayışı beni kesmiyor; çünkü İstanbul’u fethettiği için II.Mehmet’in adı tarihe Fatih diye yazılmıştır, ama İstanbul fethedilebilsin diye canını veren yüz binlerce insanın adı ancak mezar taşlarına yazılabilmiştir(bu da lafın gelişi savaşta ölenin mezar taşı bile olmaz). Hadi diyelim ki onu da şöyle kurtardık.” İşte o insanlar da “Gaza” çağrısına uyarak Allah yolunda ölmüşlerdir, dolayısıyla cennete gitmişlerdir.” Buna da eyvallah, neticede boşa ölmemişlerdir dedik işin içinden sıyırdık. Peki ya Bizans halkı ve askerleri, onlar ne için öldü. Türkler şanlı tarihlerine yeni bir sayfa daha ekleyebilsinler diye. Öyle mi. Yoksa hristiyan olmaları öldürülmeleri için yeterli miydi!!?? Acaba onlar da cennete gitti mi!?

• İnsanoğlu yetinmeyen, hep daha fazla isteyen bir varlıktır. Bizim(!) yani Osmanoğullarının tarihi de o yetinmeyen insanların tarihidir. Hep daha fazla toprak, daha fazla nam ve daha fazla ganimet isteyen insanların tarihi. Onlar hep daha fazla istediği için pek çok savaş olmuş, pek çok insan ölmüştür. Hangi din, hangi ırk uğruna yapılırsa yapılsın savaş savaştır. Kendini savunmak için yapmıyorsan haklılığın yoktur ve savaş insan öldürür. En yalın gerçek budur.

• Hal böyle olunca ben bu filmden tat alamadım. İnsanlığın kanlı tarihi eleştiri yerine övgüyle anlatıldığı sürece de bu tat alamama durumum devam edecek maalesef.

1 Mart 2012 Perşembe

Saçma Toplumun Saçma Bireyi

Akılları pazara çıkarmışlar herkes yine kendi aklını satın almış diye bir söz vardır ya hani. Bu söz gerçekten de bizim milleti, içinde yaşadığımız toplumu çok güzel özetliyor. Kadını, erkeği; yaşlısı, genci; sağcısı, solcusu; profesörü, ev hanımı, şoförü, sporcusu, sanatçısı hiç fark etmez. Bizim bildiğimiz bize yeter ve zaten her şeyi de biliyoruzdur. Böyle de bir özgüvenimiz vardır. Kendini beğenmişlik dediğimiz bu durum beraberinde bencilliği de getirir haliyle.

Genetik kodlarımızda mı var bu, yoksa bu memleketin havası suyu mu bizi böyle yapıyor bilmiyorum. İkincisi daha kuvvetli gibi geliyor bana. Türkiye’ye gelip yerleşen yabancılara şöyle bir bakın, bir süre sonra bizden birileri haline dönüştüklerini görürsünüz. Bir vurdumduymazlık, bir tembellik, bir adam sendecilik, bir bana dokunmayan yılan bin yaşasıncılık işleyiverir onların da kanına.


Genellemelere genel(!) olarak karşıyımdır aslında. Çünkü herhangi bir genellemenin sınırlarını çizdiği çemberin içinde olmaktan sıkıntı duyarım. Ki bir erkek olarak, bir öğretmen olarak, bir solcu olarak bir filanca olarak bir şekilde o genellemeler çemberinin içindeki yerimi almam kaçınılmazdır. Bense hangi kimliğimle var olursam olayım hiçbir genellemenin ya da ön kabulün beni sınırlandırmasını istemem. Hal böyleyken niye genelleme yapıyorsun diyeceksiniz doğal olarak. Bir genelleme yaparak cevap vereyim: Türk insanı kadar genellemeye yakışan bir topluluk bulmak zordur.

Bu ülke insanı birbirine çok benzer gerçekten de. Birbirinin aynı hayatlar yaşar burada, birbirinin aynı olan insanlar. Neredeyse doğduğunda ne yaşayıp ne yaşamayacağı üç aşağı beş yukarı bellidir. Sosyal statüsüne, aileden gelen zenginliğine göre küçük farklar ve sapmalarla benzer hayatları yaşarlar. Farklı olana karşı sevimsiz bir ön yargı-önyargının sevimlisi var mı ki-vardır bizim insanımızda. Farklı olanın ne yapacağı belli olmaz ve güvenli genelleme çemberinin dışına çıkıp huzuru bozabilir farklı olan.

Hal böyle olunca da herkesin birbirine benzediği bir coğrafyada herkesin yine kendini beğenmesi anormal değildir bir yerde. Aslında biraz daha zorlarsak şöyle bir sonuca bile varabiliriz. Kendini beğenen her bir boku bilen bu insanlar topluluğu birbirine bu kadar benzediğine göre aslında birbirini sevmektedir de. Çünkü bir diğeri aslında kendisidir. Yani kendini severken aslında diğerlerini de sevmektedir. Ee, şimdi böyle insanlara bencil nevinden nahoş sıfatlar takmak haksızlık değil midir? Düpedüz terbiyesizlik benim bu yaptığım. Kendi kendimi çürüttüm. Yaşasın saçmalamak.

17 Ocak 2012 Salı

Entelköy Efeköy'e Karşı Niçin Kötü Bir Film?!

Sinema ticari boyutu olan bir meşgale. Bunu kabul etmek gerekir. Yapımcısıydı,reklamıydı, gişesiydi, kıldı, tüydü… Ama en nihayetinde bir sanat... 7.sanat payesini vermişiz boru mu? Ticari kaygıyla çekilen filmler kötüdür de diyemem, tonla örnek var aksini gösteren. Lakin az bütçeyle de anlatabilecek değerli konuların içine sırf gişe yapsın diye sıçtıkları zaman bu konudaki iyi niyetim buhar olup uçuveriyor.

Aşağıda yazacağım sebeplerden ötürü Yüksel Aksu’nun 2. uzun metraj filmi olan “Entelköy Efeköy’e Karşı” benim için tam bir hayal kırıklığı oldu.



Yerlerde Sürünen Mizah
Filmdeki mizah anlayışı çok basit kalmış. Sadece küfüre, bel altı espriye ve argoya dayanan bir mizah anlayışı olmaz olsun arkadaş. Filmde bu ögeler öylesine abartılmış ve samimiyetten uzak kullanılmış ki bir ara Recep İvedik serisinden birini izlediğimi sanmaya başladım. Denebilir ki küfür ve argo olağandır. Hele ki film kırsal da geçiyorsa asıl bunları kullanmamak ve yokmuş gibi davranmak samimiyetsiz bir davranış olacaktır. Evet, tam da böyledir. Gelgelim filmin amacı üzüm yemek değil bağcıyı dövmek. Türkiye’de kabul gören bayağı mizah anlayışının ve bu tarz mizahın seyirciyi salonlara çektiği gerçeğinin kullanılmak istendiği çok açık. Bunu filmi izleyen herkes idrak edebilir ve bu, filmi samimiyetsiz yapan noktalardan biri.

Sallanan, Samimiyetsiz Sol Söylem
Filmin söylemi de arızalı. Evet, verilmek istenen bir mesaj var. Çok da önemli bir mesaj… Vahşi kapitalizmin insanı ve doğayı sömürüsü üzerine önemli tespitler var. Bu tespitler doğru ve değerli olmakla beraber veriliş şekli arızalı bence. Bir kere oradaki çevreci aktivist topluluğun köylülere rağmen bir zafer kazanması çok elitist ve jakobence bir bakış. Halbuki bu ülkede çevreci aktivist örgütler kadar-hatta belki de daha fazla-halk direnişleri gördük bu tarz olaylar karşısında. Bergamalı kahraman köylüler, Karadeniz halkının HES’lere karşı verdiği mücadele, son olarak da Gerze halkının Anadolu Grubu’na karşı gösterdiği direniş belleğimizde. Hal böyleyken zaferi çevreci aktivistlerin tek başlarına kazanmaları(ki aslında o da yukarıdan hallediliyor, mahkeme yürütme kararını durduruyor filan) köylünün gözünü para hırsı bürümüş bir grup cahil kitle olarak gösterilmesi gayet ayıp, etik dışı ve arızalı bir bakış açısı. Hükümetin bu haberi “müjdelemek” için yabancı heyet eşliğinde köye bakan göndermesi hadisesine ise hiçbir diyeceğim yok. O ne lan! Biz mi uzayda yaşıyoruz acaba. Bu ülkeye öyle sağduyulu, insan ve doğasever hükümetler geldi de bizim mi haberimiz yok. Bizzat bu ülkenin her karış toprağının içine sıçan, her damla suyunu zehirleyen mevcut iktidarlar değilmiş gibi o iktidarı temsilen sevimli bir bakan- o kadar sevimli ki köyün marjinal kişisi sosyalist insan “aykırı”nın arkadaşı filanmış meğer- tiplemesi çizilmesi filan gayet yapmacık. Çevreci aktivistlerin kazandığı başarıların “Hürriyet” gazetesinde manşet olup durması bu saçmalıklara iyice tüy dikiyor. Ulan bu bizim boyalı basınımız ne zaman böyle şeyleri manşetine taşımış, ne zaman sermayeden sömürenlerden yana değil de emekçiden insandan yana saf tutmuş? Hürriyet bir de… Pehhh… Sponsor yalamak da bu olsa gerek.

Nereden Tutsan Elinde Kalıyor
Bir yönetmen düşünün “Dondurmam Gaymak” filmiyle büyük övgüler ve tonla ödül alsın. Hatta oscara aday gösterilsin . Sonra da tutsun böylesine güzel bir konuyu, bu denli samimiyetsiz ve piyasacı bir mantıkla çeksin. “Dondurmam Gaymak”la kazandığı karizmayı fena halde çizdiğini düşünüyorum ben. Filmin o kadar çok eleştirilecek noktası var ki. Ana karakterlerden biri olan muhtar karakteri örneğin. İnandırıcılıktan fersah fersah uzak… Bir de “ÇGHB” popülaritesinden faydalanmak için yapılan bir Şahin Irmak seçimi var ki bu karakterdeki derinliği sıfıra doğru çekmiş iyice. Muhtar ile Katrin arasındaki aşk hikayesi de inandırıcılıktan uzak. Üstüne üslük asıl mevzunun da önüne geçiyor zaman zaman. Filmde her şey var biraz da erotizm koyalım zihniyetiyle filme yerleştirilmiş “Muhtarın Rüyası” bölümüne ise diyecek laf bile bulamıyorum. Köylülerin yaptığı karşı eylemde “efeler”in “falancana filancana ölürüm türkiyem” şarkısıyla konser alanına girmeleri var ki. Bildiğin felaket. Efe dediğin, Zeybekle, Harmandalıyla, Kerimoğluyla filan girer, “….. ölürüm Türkiyem” de neyin nesi. Nasıl bir saçmalık. Yüksel Aksu’nun filmin sonunda çıkıp filmin mesajını anlatması ayrı bir antin kuntinlik. Mesajı alan alır arkadaş, o ne öyle! Bir de çıkıp üstüne; işte bu film izlenirse, yapımcı bize para verir, biz de bunun devamını çekebiliriz demez mi. İşte orada hepten bitti gözümde.

Yüksel Aksu’nun Amacı Ne?
Yuh be arkadaş bu kadar da eleştirilmez ki, filmde hiç mi iyi şey yok diyenler için: Var elbette… Bir kere konunun kendisi şahane, işlenişi berbat olsa da. Ve köylünün yanlış yaptıklarını anlayıp da sosyalist “aşırı”nın yanına gittikleri, “aşırı”nın da bunlara çok basit bir dille “olan biteni” (kapitalizmin çelişkileri) anlattığı bölüm gayet güzeldi. Belki de filmdeki tek güzellikti.

Velhasılı bu kötü bir film. Muhalif filan olduğunu iddia edebilirler; ama maalesef çok sığ ve sulandırılmış bir muhalefet söz konusu. Komik olduğunu iddia edebilirler, riyakarlık etmeyeyim güldüğüm kısımlar da oldu lakin böyle sulu bir mizah anlayışıyla “mesajlı” film çekilmez. Geniş bütçeye ihtiyaç duyduklarını bu yüzden de popülariteyi kullanmak ve sponsor yalamak zorunda olduklarını söyleyebilirler; ama iyi film yapmak için büyük bütçelere ihtiyaç yok. Bakınız bağımsız sinemacılara. Taş gibi filmleri var.

Yüksel Aksu belki bu filmle iyi gişe yapar, iyi para kaldırır; ama gerçekçi ve samimi sinemanın özünden uzaklaşmış olur. Benim yazıyı okuyacağını ve kaale alacağını zannetmem; ama umarım birileri Yüksel Aksu’yu uyarır.