31 Ocak 2019 Perşembe

Ne Kasetti Ama – 4 –



Söz konusu Ahmet Kaya ise “Ne kasetti ama!” diyeceğiniz kaset sayısı birden fazla olacaktır kuşkusuz. Öyle benzersiz bir müzikal miras bıraktı ki biz sevenlerine. Yıllarca dinlesek ne bıkarız ne kanarız. Müthiş üretken bir adamdı. Üretimleri nitelik olarak da her zaman üst düzeydi. Bu ülkeden gidişi, ona hasret kalışımız hep burnumu sızlatan bir hikâye olmuştur. O yüzden şarkıları bana eskisinden daha fazla dokunuyor. Fena oluyorum, uzun uzun dinleyemiyorum eskisi gibi. Ne yazık ki!


Bu arada itiraf etmek isterim ki ben hiç Ahmet Kaya kaseti almadım. Çünkü hepsini zaten abim almıştı. Ben üstüne kondum. Eve alınan ilk Ahmet Kaya kasetini hatırlarım: Şafak Türküsü. Hediye olarak sanırım teyzem, abime almıştı. Yanlış hatırlamıyorsam tabi. Sonrasında da birader bütün Ahmet Kaya kasetlerin almıştı.

Dediğim gibi sayısız şahane kaset var. Ben bunlardan sadece birine değineceğim: “Sevgi Duvarı”
Onun şarkılarında üç önemli karakter vardır bence: isyan/başkaldırı, bazen arabeske varan lirizm, ele avuca sığmaz kıpırdaklık.
Ve aşağı yukarı her kasetinde bu üç sınıfa dahil edebileceğimiz şarkılar hep bir arada bulunur. Bu durum “Sevgi Duvarı” kasetinde de vardır. İsyan/başkaldırı kontenjanından “Dardayım”, “Doruklara Sevdalandım” ; lirizm kontenjanından “Sevgi Duvarı”, “Kendine İyi Bak”, “Karar Vermek Zor”, “Hep Sonradan”, “Şiire Gazele” ; kıpırdaklık kontenjanından “Eylül’e İsyan Gibi”, “Gaş Gabah”, “Şiddet” şarkılarını görürüz. Her biri ayrı bir enfes 10 şarkı. Tadından yenmez.


Tabi ki Ahmet Kaya’nın alametifarikalarından biri olan “şiirden besteler” yine bu kasette de vardır. Can Yücel, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Nihat Behram ve Ahmet Erhan şiirleri vardır bu kasette bestelenmiş olarak.

Dingin zamanların kasetidir “Sevgi Duvarı”. Coşturmaz, efkarlandırır; ama perişan eden bir efkar değil. Dingince… Demlenirken gitmez mesela; ama ne zaman olsa dinlenebilir.


“Yorgunum,
Çünkü yorgunluğumun yaşamak gibi bir anlamı var.”

28 Ocak 2019 Pazartesi

Ne Kasetti Ama - 3 -



90’lar, Türkçe popun zirve yaptığı bir dönemdir, aynı şekilde Türkçe sözlü rock müziğin de yükseliş yıllarıdır. Teoman, bu yükselişin başat figürlerinden biridir. 96’dan 2006’ya kadar, 10 yıl boyunca da bu piyasaya tam anlamıyla damgasını vurmuştur. Şarkılarının besteleri çok orijinal değildir, hatta çoğu şarkısının melodisinin esinlenme olduğu bir sır değildir. Lakin o vurucu şarkı sözleriyle ve etkili vokalle unutulmazlara imza atmıştır.


Türkçe müzikte orijinal bir noktada durur kendisi. Selefi de yoktur, halefi de.


Sanatın herhangi bir dalında 15-20 yılın ötesinde üst düzey performans göstermek çok zordur. Elbette istisnalar vardır ama azdır. Teoman’ın kariyerinde de bu böyle olmuştur. 10 yıl boyunca Türk rockını domine eden Teoman sonrasında kendisini tekrar etmeye, orijinal ürünler verememeye, cepten yemeye başlamıştır. Teoman bunu fark etmiş ve takdir edilecek bir davranış göstererek müziği bıraktığını deklare etmiştir. Lakin bu klas hareketinin arkasında duramamış ve müziğe geri dönmüştür. Ama eski Teoman’ın yerinde yeller esmektedir. Yine de o kadar iyi işlere imza atmıştır ki yeri hep ayrı kalacaktır. “O” kaseti bu iyi işlerin ilki ve en iyilerindendir.


Sıradaki kasetimiz “O”. 98 çıkışlı olan “O”, Teoman’ın ikinci kasetidir. 10 şarkıdan oluşan bu kasette de bir tane bile boş şarkı yoktur. Zaten bize “Ne kasetti ama!” dedirtme kriterimiz tam olarak bu: Bir tane bile vasat şarkı olmaması. Bu şarkılardan 7’sinin lirikleri(sözleri) Teoman’a aittir. “Sus Konuşma” gibi dinamik bir parçayla açılır kaset. Ardından kasete adını veren o şahane lirik ve yumuşak şarkı yani “O” gelir. Ardından “Kardelen”le tempo tekrar yükselir. “Bazı Yalanlar” ile tekrar durulan tempo, “Bir Damla Gözyaşı” şarkısıyla tekrar vites artırır, “Yağmur”, “Gemiler”, “Kişisel Bir Şey Değil” ve “Dünya” ile neredeyse bitime kadar hiç düşmez tempo. Kaset, güzel insan Ahmet Erhan’ın şiirinden bestelenmiş, şahane şarkı “Oğul” ile biter ve insan kendinden geçer. Bence Teoman’ın en “rock” kasetidir bu ayrıca.


“Bazı yalanlar güzel
Bazı gerçekler acıymış”

25 Ocak 2019 Cuma

NE KASETTİ AMA -2-


Serinin ilk yazısında Levent Yüksel’e yer vermiştim. Sertab, gücenmesin diye hemen ikinci yazıda Sertab’ı alıyorum kürsüye. Sertab, genel performansa baktığımızda Levent’ten çok çok öndedir ama üzgünüz Sertab, tek ve vurucu kaset dediğimizde akla ilk “Med Cezir” geldiği için onunla başladım.


Sıradaki kasetimiz “Lâl”. Sertab’ın “Lâl” kaseti de yine baştan başa bir şaheserdir. Su gibi akar gider; ne zaman başladı, ne zaman bitti anlamazsınız. Dur şunu atlayayım ya da artık bitse dediğiniz şarkı yoktur.

Kasetlerde sıralama sandığımızdan daha önemlidir, zira şimdiki gibi şarkı atlama şansınız yoktur. Kasetlerin en vurucu şarkısı genellikle A1’dedir. Sonrası gelişir. Bazen kasetin dinamik şarkılarının aralara serpiştirildiği görülür. “Lâl”de bu serpiştirme çok başarılıdır ve kaset bittiğinde kendinizi bir dinginliğin içinde bulursunuz. “Lâl” de her şey dört dörtlüktür. Şarkılar sıralamalarıyla bile muazzam bir uyum oluştururlar. Hepsi romantik bir hikâyenin unsurları gibidir.


Devir; öyle sevgiliye atar gider yapılan, arkasından ölsün gebersin denen devir değildir. Her şey acısıyla tatlısıyla kabul edilir. Acının bile çekilmeye dair saygın bir tarafı vardır. O yüzden eski sevgiliye olsa olsa sitem edilir. Bu kasetteki aşk şarkıları da bu naifliğin ürünleridir. Birbirleriyle örtüşürler, birbirlerini tamamlarlar. Sanki romantik bir filmin soundtrack’i* gibidir “Lâl”.

“Lâl”, “Med Cezir” gibi bir ilk kaset değildir. Sertab’ın ikinci kasetidir. Sertab’ın ilk kasetinde de “Aldırma Deli Gönlüm, Yalnızlık Senfonisi, Vurulduk, Unutamadım” gibi şaheserler vardır. Hatta bunlar bire birde diğerlerinden daha ağır bile basabilir ama “Lâl”in gücü toplamındadır.
Bu albüme de tabi ki damgasını vuran yine “Sezen Aksu”dur. Bir şarkı hariç hepsinin sözleri Sezen Aksu’ya aittir.
Sertab, Levent Yüksel gibi bir kasetle tüketmemiştir cephanesini, sonrasında da iyi işler çıkarmıştır, mesela bir “Sertab Gibi” kaseti vardır ki dinlemekten asla bıkmam, yine de bence ortalamasına baktığımızda “Lâl” en özgün haliyle bir numaradır.


İlk kaseti olan “Sakin Ol”un üzerinden 27, “Lâl”in üzerinden 25 yıl geçmiş. Vay canına. Sertab, 2010’larda çok vurucu işler çıkartamadı,ki bu doğaldır. Bir sanatçının çok üst düzey olduğu yıllar üç aşağı beş yukarı 20 yıldır. Sertab’ın sesi hâlâ çok güçlü. İyi ki kendisini dinleyebildik. Var ol Sertab.


23 Ocak 2019 Çarşamba

NE KASETTİ AMA -1-




Böyle bir seriye başlıyorum. Kimse kusura bakmasın “albüm” falan diyemem. Benim kuşağım için aslolan kasettir. Biz mecbur olduğu için bir kaseti baştan sona dinleyenleriz. Bu mecburi dinleyiş sayesinde tüm şarkıların sözlerini ezberler, hangi şarkıdan sonra hangi şarkının geldiğini bilirdik.


Bir kaseti baştan başa dinlemek her zaman çok zevkli değildir; çünkü bazı şarkıları seversin ama bazıları da bitiversin diye beklersin.


Gelgelelim öyle kasetler vardır ki her bir şarkı kıymetlidir, hiçbirini dinlemekten sıkılmazsın. Tekli dediğimiz “single”lar yok o zamanlar daha. Plak gibi iki şarkıdan ibaret de değil. Kaset devrine yetişenler bilir, bir kasette çoğunlukla on şarkı vardır. Bu sayı bazen sekize düşer bazen on ikiye çıkar ama ekserisi vasatisi on şarkıdır. Boru değil, tam on şarkı. Yani sıkılmadan dinlenilebilen on şarkı muazzam bir sayıdır.


Serimizin ilk kaseti: “Med Cezir”. Levent Yüksel’in ilk kaseti olan “Med Cezir” aynı zamanda kendisinin son iyi kasetidir. Bir daha bunun yanına bile yaklaşamamıştır. “Med Cezir” ise o kadar iyidir ki az bilinen şarkıları sayabileceğimiz “Uçurtma Bayramları” ve “Yeniden Başla” bile küçük birer başyapıttır.



Doksanlar pop, Sezen Aksu demektir. “Med Cezir” de tam anlamıyla Sezen Aksu damgası taşır. On şarkının dokuzunun sözleri ona ait. Arkanızda Sezen Aksu gibi bir desteğiniz varsa alır yürürdünüz 90’larda. Levent Yüksel de boş adam değildir lakin. Çok güzel bir ses rengi vardır, az bulunur cinstendir, bu kasette de resmen coşar. Ne yazık ki bu performansın yanına bir daha yaklaşamamıştır. Diğer kasetlerinde bırakın on şarkıyı, toplamda beş tane nitelikli şarkı bulmak zordur. Yine de kalbimizdeki yeri ayrıdır.

13 Ocak 2019 Pazar

YEŞİL MÜREKKEP - BİR SABAHATTİN ALİ ROMANI



GİRİZGAH: Biyografiler ilgimi çeker, biyografik romanlar ise daha fazla çeker. Kuru kuruya hayat hikayesi okumaktansa estetik bir kurgu daha çekicidir. Lakin tehlikeli bir tür olduğu da bir gerçektir. Netice itibariyle kaynağını gerçekten almalıdır. Her ne kadar kurguyla estetize edilse de gerçekte olmayan şeyleri yazamazsınız. Dilinizi, üslubunuzu da çok iyi ayarlamanız lazım gelir. Hele ki biyografisi ele alınan isim “büyük” bir isimse bence yazarın işi daha da zordur.


“Karanlık Oda” üzerine yazdığım yazıda da söylemiştim, “büyük” isim demek ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamama tehlikesi demektir.


Bunlar biyografik roman yazmanın zor tarafı olsa gerek. Kolay tarafı da var elbet. O da önünüzde hazır bir malzeme olması. Acaba ne kurgulasam/uydursam diye kıvranmanıza gerek yoktur, yeter ki işlek bir kaleminiz olsun.


Yeşil Mürekkep de bir biyografik roman. Bir Sabahattin Ali romanı. Sabahattin Ali’nin kendi eserleri kadar onun hakkında yazılan şeyler de ilgimi çektiği için bu eser de hemen radarıma takılmıştı. Fırsatını bulunca da okudum. Osman Balcıgil’in kalemi de yukarıda sözünü ettiğimiz üzere gayet işlek. Rahat, su gibi okunan bir kitap yazmış. İşin gerçekliğe sadık kalma kısmında da çok büyük bir kabahat işlediğini iddia edemeyiz. Bunlar artıları ama beni rahatsız eden bir nokta vardı: yazarın-çok fazla olmamasına rağmen-romancı olduğunu unutarak yaptığı yorumlar. Bu bence-eğer kurgusal anlatıya bir katkı sunmuyorsa-büyük bir gaftır.


Kitabın beni memnun etmemesinin bir değil, iki temel sebebi var aslında. Birincisi çizilen Sabahattin Ali profiliyle ilgili muhalefetim, ikincisi de biraz önce söylediğim üzere yazarın roman tekniğiyle ilgili gafı. Birincisi beni bağlayan bir şey ama ikincisi öyle değil, daha özen gösterilmesi gereken bir durum.


Bir kere Sabahattin Ali’yi olduğundan daha saldırgan ve fazlasıyla kadın düşkünü gösterdiğini düşünüyorum romanın. Ve bunu anlatırken yazarın sadece olaylarla yetinmediğini, bir yazar olarak kendi yorumlarını da kullandığını görüyoruz. Bu durum bir roman yazarı için kaçınılması gereken bir durumdur. Başkaları da var ama çok uzatmadan, burada şu iki alıntıyı yapmak istiyorum:


“Dünyada ve Türkiye’de yaşayan aydınların büyük bir kısmı da tıpkı onun gibi, SSCB’de ne olup bittiğini tan anlamıyla anlayamıyordu.” (Yeşil Mürekkep, s.143)
“Düğüne gider zurnaya, hamama gider kurnaya aşık olurdu.” (Yeşil Mürekkep, s.169)


Yukarıdaki cümleler romandaki karakterlerin ağzından değil, anlatıcının ağzından sayfalara dökülmüş. Burada bir gariplik yok mu? Roman karakterinin siyasal tercihlerindeki yanlışları ya da kadınlarla ilgili zaafları yazarı niye ilgilendirir ya da yazar bu konuda neden görüş bildirir?


Ben, Sabahattin Ali hayranlığından dolayı nesnel değerlendiremiyor olabilirim belki de durumu, belki de Sabahattin Ali, gerçekten insan ilişkilerinde biraz saldırgancadır ve gerçekten kadın düşkünüdür. Velev ki öyle olsun. Hiç kimse süper olmak zorunda değildir. Sabahattin Ali’nin muhteşem romancılığına rağmen muhteşem bir kişiliği olmayabilir. İnsan zaafları bulunan bir yaratıktır ve o da bir insandır. Zaaflarıyla, yanlışlarıyla… Sıkıntı bu değil zaten. Bu beni rahatsız edebilir ama bunu bir gaf olarak değerlendirmem, lakin bunu dile getirmenin bile bir üslubu olmalıdır ve teknik olarak bir incelik gerektirmektedir. Neticede Osman Balcıgil’i herkes tanımaz, ama Sabahattin Ali’yi tanırlar ve bu romanı okuyacak insanlar, Osman Balcıgil yazdığı için değil Sabahattin Ali’yi anlattığı için alırlar. Yani üzerinden ekmek yediğiniz insan daha fazla önemi ve saygıyı hak etmektedir. Ve roman yazmanın da belli başlı teknikleri vardır.


SADET: Sabahattin Ali bu ülkenin en büyük romancı/öykücülerinden biridir, edebiyatımızda toplumcu gerçekçiliğin başlatıcılarından biridir, belki de ilkidir. Romancılığının/hikâyeciliğinin ötesinde zamanının önünde giden bir aydındır, fikir adamıdır. Baskılara, hapisliklere, yıldırmalara karşın her zaman bildiğini yazmış biridir. O yıllarda memleketin gitgide Amerikan politikalarının güdümüne bırakılıvermesine karşı bayrak açmış ve bağımsızlığı savunmuştur. Anti-Amerikancıdır yalnız zannedilenin aksine Sovyetçi değil, tam tersine yerli ve millicidir. Ne yazık ki şimdilerde yerli ve millici kesilenlerin ağababaları eliyle ortadan kaldırılmıştır. Düşünceleri yüzünden katledilmiştir. Düşüncelerinden o derece korkulmuştur ki ölümünden neredeyse yirmi yıl sonra kitapları tekrar basılmaya ancak başlanmıştır. Adlı sanlı, kerli ferli, muteber edebiyat tarihçilerimiz korktukları için hazırladıkları antolojilere, ders kitaplarına onun eserlerini almamış, adını bile anmamışlardır.


İşte Sabahattin Ali’nin romanı yazılacaksa onun düşünce dünyasının oluşmasını sağlayan kaynaklar anlatılmalıdır, neler okudu neleri takip etti de yaşadığı dönemde gündemi belirleyen bir adama dönüştü, bu anlatılmalıdır. Romanlarını, öykülerini nasıl yazdı, nelerden bahsetti daha geniş bir şekilde yer bulmalıdır. Özel hayatı-kadınlara düşkünlüğü ya da saldırgan mizacı da buna dahil-tabi ki anlatılmalıdır, sonuçta bu bir biyografik romandır ve bunlar da gereklidir ama söz konusu Sabahattin Ali’yse başrolü bu unsurlar işgal etmemelidir.
İki yukarıdaki paragrafta bahsettiğim üzere katledildiği yetmemiş gibi edebiyattaki izleri bile silinmeye çalışılmış olan Sabahattin Ali şimdilerde çok popüler. Ölümünün üzerinden yetmiş yıl geçmesine rağmen kitapları peynir ekmek gibi satıyor. O yüzden bu “büyüklüğü” anlatan eser her kelimesiyle tartılıp yazılmış olmalıdır, yoksa onun popülerliğinden faydalanmak için yazıldığı izlenimini uyandırmaktadır. Onu anlatan eserin onu her yönüyle dört dörtlük anlatmak gibi bir misyonu olmalıdır. Bu güzel adamın öcü en azından belki de böyle alınabilir. Zira onu öldüren gerçek katil sadece iki yıl ceza çekmiş, onu öldürten karanlık güçler ve zihniyet ise hiçbir zaman cezalandırılmamış ve bu ülkenin başına daima bela olmuştur, olmaya da devam etmektedir.


Meraklısına Notlar 1: Yazarın yukarıda bahsettiğim bu üslup sıkıntısını, daha önce okuduğum ve hakkında yazı da yazdığım “Karanlık Oda” eserinde de fark etmiştim aslında. Yazarın kendinden yaşça büyük olan, gerçek hayatta aralarında bir yakınlık, akrabalık ve muhabbet de bulunmayan Deniz Gezmiş’i eser boyunca kendisine “ağabey” diye hitap ettirmesine uyuz olmuştum. Kurgu gereği, emektar bir gazeteci olan yazarımız fotoğraflarını karıştırırken Deniz Gezmiş’in fotoğraflarına rastlar, geçmişi yad ederken birden yirmi beş yaşındaki Deniz Gezmiş, yazarın yanında beliriverir ve karşılıklı bir sohbet başlar ve Denizlerin idamına kadar olan siyasal süreç bu sohbet esnasında okuyucuya anlatılır. Fikir güzel, niyet halisane ama şeytan ayrıntıda gizlidir ve o şeytan bazen mide bulandırır. Sinek miydi len yoksa o? Neyse yazıyı mizah yaparak bulandırmayalım, şu anda ihtiyaç yok. Koskoca Denizin kurgusal da olsa tanımadığı bir adama-hürmeten bile olsa-bütün bir kitap boyunca “ağabey, ağabey” diye hitap etmesi beni rahatsız etmişti. Yine kitabı okuma hevesi taşıyacaklarda ön yargı oluşturmamak adına kitapta beni rahatsız eden bu detaydan yazıda bahsetmemiştim.


Meraklısına Notlar 2: Kitabı bitirdikten sonra romanda çizilen Sabahattin Ali profilinin kafamı karıştırması ve bazı şeylerin hoşuma gitmemesi üzerine 2 hafta kadar sürecek bir okuma serüvenine verdim kendimi. Gidip kütüphaneden Asım Bezirci’nin “Sabahattin Ali Biyografisi”ni , Sabahattin Ali’ye yazılan ve onun yazdığı mektuplardan oluşan “Hep Genç Kalacağım” kitaplarını aldım. Kitaplığımda var olan ve ara ara açıp okuduğum ve Sabahattin Ali’ye hayranlığımı her seferinde katlayan kitap olan “Markopaşa Yazıları ve Ötekiler”i de ekledim bu ikiliye. Bu üçünü de okuduktan sonra ulaştığım kanaat şudur ki: “Yeşil Mürekkep” Sabahattin Ali’nin profilini çizmekte gerçekten de yetersiz kalmaktadır. Sabahattin Ali’nin hayatını nesnel ve yalın bir şekilde okumak için Sivas katliamında elimizden çalınan bir diğer güzel insan olan Asım Bezirci’nin kaleme aldığı biyografi okunabilir. Bezirci zaten bu işin duayeni ve kendisi nesnel eleştirinin ve edebiyat tarihçiliğinin de babalarından sayılıyor. Mektuplar kitabı benim gibi gerçekten meraklılarına hitap ediyor ama insan Sabahattin Ali’yi tanımak adına faydalıdır, okunabilir. “Markopaşa Yazıları ve Ötekiler” ise mutlaka okunmalıdır. Sabahattin Ali’den ve onun düşüncesinden neden bu kadar korktuklarını orada görmek mümkündür.


Meraklısına Notlar 3: Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna”sını, “Kuyucaklı Yusuf”unu ve hikâyelerini peş peşe okuyup büyülendiğim sıralar, al bir de bunu oku diyerek “Markopaşa Yazıları ve Ötekileri” bana hediye eden ve gerçek Sabahattin Ali ile tanışmamı sağlayan dostum Elmas Okumuş’a da teşekkür ederim.


Meraklısına Not 4: Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan romanı kütüphanemde bulunmasına rağmen bilerek ve isteyerek hâlâ okumadım. Çünkü onu okuyunca Sabahattin Ali’nin okumadığım eseri kalmayacak. Bu çok üzücü. Bilerek ve isteyerek geciktiriyorum okumayı. Yıllardır öylece duruyor. Gerçi üzerine o kadar çok şey okuduğum için artık romanın her şeyini biliyorum ama olsun bir türlü tüketemiyorum onu. Ama biliyorum bundan daha fazla kaçamam. Pek yakında bu gerçekle yüzleşecek ve üzülerek okuyacağım onu. (Ağzını topla, sensin manyak! İstediğim zaman okurum, halla halla!)


Alakasız Not 1: Geçen gün öğrencimin biri yazdığı hikâyede gerçekten de “halla halla” yazmıştı.


Alakasız Not 2 ya da Kendime Not 1: Okuyanı yazının bağlamından koparacak notlar yazmamak lazım. Bunu Baran Doğan da çok yapıyor. Yazmış yazmış, not kısmında espri yapıyor. Normalde beğen ya da muhteşem basacağım yazıya istemsizce kahkaha basıyorum. Oldu mu şimdi?

7 Ocak 2019 Pazartesi

E-KİTAPTAN GİRİP YABAN'DAN ÇIKAN YAZI (BÖLÜM 3)





Yaban’a da yine aldığım notlar/alıntılar üzerinden devam etmek istiyorum. Hoş, tablet üzerinden sadece ekran görüntüsü aldığım için bunlara not demek biraz zor. Sadece alıntılar ve alıntılar etrafında oluşan birtakım izlenimler:


“Hiçbir intihar bu kadar şuurlu, bu kadar iradeli, bu kadar sürekli ve çetin olmamıştır.”


“Allah insanları intihaba davet için, o büyük Tufan cezasını tertip etmek zahmetine katlanmamalı idi. Nuh’un ümmetini, böyle bir toprak üstünde bu çıplak tepelerle çevrilmiş yere bırakmalı idi.”


“Onlarda adalet duygusunu kurcalamaya çalışıyorum. Nafile, taş gibidirler.
Bunlar, henüz bir sosyal yaratık haline bile girmemiştir.
Ta, yontulmamış taş devrindeki insanlar gibi yaşıyorlar. O vakitler de, kabilenin en güçlüsü, elinde bir ağaç baltayla sizin üstünüze yürür, ağzınızdan lokmanız, ininizden karınızı alıp götürürdü ve bu, herkese tabii olaylar gibi sakınılmaz, önlenemez görünürdü.”


“Gün geçtikçe daha iyi anlıyorum: Türk entelektüeli Türk aydını, Türk ülkesi denilen bu engin ve ıssız dünya içinde bir garip yalnız kişidir. Bir münzevi mi? Hayır, bir acayip yaratık demeliyim.”


“Türkiye’nin aydın sınıfı, gerçekten bu toplumun kaynağı mıdır? Eğer böyle ise, bu Salih Ağalardan, Bekir Çavuşlardan, bu İsmaillerden, bu Zeynep Kadınlardan bende bir şey bulunması gerekmez miydi? Oysa, ben burada hayvanlara insanlardan daha yakınım. Onları, tiksinmeden, şefkatle sevmesini biliyorum ve bu sevgim onlara geçebiliyor.
Boz eşek bana iyiden iyiye alışmış. Zira, onun başını koltuğumun altına alıp saatlerce okşarken, o tatlı tatlı bana bakar ve bazen ben yürüyünce kendiliğinden arkama takılır.
Oysa, küçük İsmail, bana karşı hala ilk geldiğim geceki yabancılığını, uzaklığını muhafaza etmektedir. Ona, dostluk ve sevgi göstermiyor muyum? Eski çamaşırlarımı hep ona vermiyor muyum? Avucuna ikide bir paralar sıkıştırmıyor muyum? Yaptığım iyiliklerin hiçbiri, hiçbiri onu bana meylettirmiyor!”


“Onlar gibi olmak, onlar gibi giyinmek, onlar gibi yiyip içmek, onlar gibi oturup kalkmak, onların diliyle konuşmak…
Haydi bunların hepsini yapayım. Fakat onlar gibi nasıl düşünebilirim?
Nasıl onlar gibi hissedebilirim? Odamı dolduran bütün bu kitapları yakmak… Bu resimleri, bu levhaları ayaklarımın altına alıp ezmek. Neye yarar? Hepsi benim içime girdiler. Bende, silinmez, kaçınılmaz, yıkanıp temizlenmez izler bıraktılar. Benim iç duvarlarım, bütün bu yabancı nakışlar, çizgiler, işaretler, renkler ve hiyerogliflerle doludur. Dış cephem değişmiş neye yarar? Ben, asıl ben, bu toprağın malı olmayan ve hepsi dışarıdan gelen maddeler ve unsurlarla yoğrula yoğrula adeta sınai, adeta kimyevi bir şey halini almışım.”


“Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun.
Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve ktılığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün bir yabani ot gibi bitti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi?”


Yaban’a dair pek çok şey söylenebilir, ben sadece yukarıda yaptığım alıntılardan hareketle “Yaban” imgesinin süreğenliği üzerine biraz yazmak istiyorum. Alıntıların sırası ve içeriğine bağlantılı olarak özetin özetinin özeti: Roman kahramanımız bu köye yerleştiğinde manen bitik durumdadır. Köyde kendini sağaltacağını düşünür ama beklediği gibi olmaz. Onların vurdumduymazlığından, nobranlığından, coğrafyanın çetinliğinden nefret eder, tiksinir ve bunlardan yakınır. Yaşadıkları onu sürekli bir sorgulama sürecinin içine çeker.


Yaban romanının “yaban”ının yani “aydın”ın yaşadığı bunalım bence hâlâ devam etmektedir. Türkiye’de “aydın” dediğimiz insanlar hâlâ toplumun dışındadır. Bu tartışmada genellikle-yazarın da kitabın sonunda yaptığı üzere-fatura aydına kesilir.
(Yazarımız bir Cumhuriyet aydınıdır ve müthiş devrimlerin ve değişimlerin mümessilidir. Yaptıkları işle gurur duymaktadır. Lakin halkın bunca emeğe ve idealizme değip değmediği konusunda kararsız ve şaşkındır. Dolayısıyla iki arada bir derededir. Bu ikilem yüzünden bu tespiti yapmıştır ama özellikle o dönem aydınına haksızlık etmektedir. Zira dönemin aydını, dönemin yöneticisi bile değildir ki o halkın geri kalmışlığından sorumlu tutulabilsin. Yazar için ikilem içindedir dedim aslında şu pasaj cumhuriyet aydınının neden ikilem içinde olduğunu ve aslında ülkenin hangi ideoloji üzerine kurulduğunun da itirafıdır:
“Anadolu’nun ortası, asıl anavatanın göbeği tuzlu göllerden, kireçli topraklardan ibaret bir çorak ülkedir. Burada, Türk milleti, çölde Beni İsrail’i andırır. Şimdi ise bir cehennem çemberi onu, her tarafından kuşatmıştır. Bütün bereketli ve zengin toprakları çepeçevre elinden alınmıştır. İstiklal Mücadelesinin ya ölürüz, ya kurtuluruz, parolası işte bundan ileri geliyor.”)



Yukarıda kaldığımız yerden devam edersek, aydın haksızca suçlanan taraftır. Toplumun değerlerinden uzak olmakla, toplumu anlayamamakla, toplumun seviyesine inememekle suçlanır “aydın” kişi. Gelgelelim; bu toplumun değer diye sarıldığı şeylerin büyük bir çoğunluğu eskimiş, köhnemiş şeylerdir, kendisi anlaşılmak ve herhangi bir şeyi anlamak çabası içerisinde olmamıştır ve de onu yerden kaldırmak için kendisine el uzatanların elini hep havada bırakmış hatta o eli ısırmaya bile kalkmıştır.


Aydın açmazı(bunalımı) devam ediyor demiştik. El artırıyorum ve iddia ediyorum bence günümüz aydının işi kitapta bahsi geçen cumhuriyet aydınınkinden bile daha zordur. Zira kitapta cahillikleri ve vurdumduymazlıklarıyla mücadele ettiği bir kitle vardır aydınımızın karşısında. Yine de bu bahsi geçen kitle, tüm sevimsizliğine rağmen biraz da kader kurbanıdır. Çünkü bilerek cahil bırakılmıştır, değer verilmemiştir, unutulmuş, unutturulmuştur ve kendi karanlığına terk edilmiştir. Korkaktır, kaypaktır, haindir ama doğası gereği değil yukarıda saydığımız ihmallerden ötürü böyledir.


Bugün Türkiye aydınının karşısındaki kitle daha zorlu ve tehlikelidir. Yabanın köylüsü en azından bilmediğini bilmez, bugünün köylüsü bilmemekle gurur duyar. Yabanın köylüsü gerçekten görmemiştir. bugünün köylüsü ise gördüğünü bile inkar eder. Yabanın köylüsü bana dokunmayın yeter vurdumduymazlığı içindedir, bugünün köylüsü ise kendisi bir yerlere dokunmaya cüret edecek kadar özgüven sahibi olmuştur. Bu arada bugünün köylüsü diye bahsettiğim şey aslında bir zihniyettir. Salt köylü değildir. Böyle diyerek köyde yaşayanı kast etmiyorum. Toplumun içindeki değişime kapalı her kesimi bunun içine yazabiliriz.


Velhasılı bugün, iş daha çetin. Yabanlık hâlâ zor zanaat.


Not: Bu uzun ve savruk yazı da böylece bitmiş oldu. Tabletten okuduğum için ruhen bütünleşemediğim bu iki kitap hakkında hiçbir şey yazamamak içime dokunacaktı lakin okuma sürecim de yazmayı besleyecek verimlilikte geçmemişti. Ortaya böyle biraz dağınık ve uzun bir şey çıktı. Bu yüzden kolay okunsun diye üçe böldüm. Arşivimde de bu haliyle kendine yer buldu. Darısı yeni kitaplara yeni yazılara.

6 Ocak 2019 Pazar

E-KİTAPTAN GİRİP YABAN'DAN ÇIKAN YAZI (BÖLÜM 2)




Ben kitap okurken notlar almayı çok severim. Üşenmem; kitapta beğendim cümleleri, bazen paragrafları bile yazarım defterime. Tabletten okurken böyle bir imkân yoktu. Beğendiğim bölümlerin ekran görüntüsünü aldım almasına ama açıp defteri not yazmanın yerini tutmuyor. Söz uçar, yazı kalır demişler ya. Hakikaten öyle. Emek verdiğin şey beyninde daha bir yer ediyor. Bunları yapamadığım bir okuma beni ne tatmin ediyor ne mutlu…


Huzur’u da işte bu huzursuzluk içinde okudum. Yani yazamadan çizemeden.

Neyse kitaba geçiş yapalım biz yine de. Klasik adını verdiğimiz eserler, içerdikleri olay örgüsünden ziyade insanın içindeki karanlığa, derinliğe bakmalarıyla bu mertebeye ulaşmışlardır bence. Huzur romanı da insanın iç dünyasına ışık değil projektör tutuyor adeta. Müthiş ruhsal çözümlemeler barındırıyor. Çok güçlü bir aşk hikâyesi barındırıyor evvela. Basit sözler etmeden, klişelere yüz vermeden aşk hikâyesi anlatmak başlı başına zor bir iş zaten. Ki Tanpınar’ın romanı sadece bu yönüyle okunsa bile yeridir. Bu özelliğinin yanı sıra kitapta varlığını çok fena hissettiren bir kavram daha var: “müzik”. Hatta ki kitabın Mümtaz, Nuran, İhsan ve Suat’tan sonraki beşinci ana kahramanıdır “müzik”. Daha doğrusu “eski musiki”. Bu roman eski musikiye bir saygı duruşudur bir yerde. Kitaptaki şu alıntı kitabın müziğe dair manifestosu olarak kabul edilebilir bence:

“Mümtaz’a göre İstanbul peysajı, bütün medeniyetimiz, kirimiz, pasımız, güzel taraflarımız, hepsi musıkideydi. Garbın bizi anlamaması, aramızda yabancı olarak gezmesi de yine onu anlamamaktan geliyordu. Bu o kadar böyleydi ki, birçok peyzajlar, kendiliğinden nağme ile beraber gözlerinin önüne geldi.

-Kaldı ki sanat, sanat eseri, bizatihi kıymet olan şey, altını musiki çizdiği zaman büsbütün değişiyor. Garip değil mi? İnsan hayatı sonunda sesten başka hiçbir şeyi benimsemiyor, hepsinin üstünden geçer gibi yaşıyoruz, ancak dokunuyoruz. Fakat şiirde, musıkide…”
Musıki’nin insan üzerinde en çok tesir eden sanat olduğu görüşü kitabın pek çok yerinde farklı cümlelerle tekrar vücuda getirilmiş. Hatta eleştirmen Berna Moran, kitabı oluşturan bölümlerin bile bir musıki referansla oluşturulduğunu, her bir bölümün o bölümdeki hakim duyguyu verecek şekilde birer musıki tarzla temsil edildiğini söyler:

“Roman, “İhsan”, “Nuran”, “Suat” ve “Mümtaz” başlıklarını taşıyan dört bölümden oluşuyor. Ama bölümlere bu kişilerin adlarının verilmesinin nedeni, bu bölümlerde bu kişiler anlatıldığı için değil, yapıtın kahramanı Mümtaz’ın oynadıkları rolden ötürü. Daha önemlisi, bu dört bölümden bir müzik yapıtındaki (özellikle belki bir senfonideki) bölümlerin işlevini yüklenmesi. Kuşkusuz Tanpınar Huzur’u bir müzik formuna göre düzenlemeye çalışmış. Bölümlerin her biri belli bir duygunun, bir ruh halinin egemen olduğu “movement”lar gibi kullanılmış. Ukalaca bir kesinlik iddiası gütmeden diyebiliriz ki birinci bölüm sıkıntılı, ikinci bölüm neşeli, üçüncüsü melankolik, dördüncüsü çok sıkıntılı.” (Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1, Bir Huzursuzluğun Romanı:Huzur, s.207)
Müzikle edebiyatın arasındaki bağı Moran’ınki kadar iyi bir gözlemcilikle kestirebilecek bilgi birikimine sahip değilim ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki “müzik” bu kitabın çok önemli bir temel taşı. Kitabın yazıldığı dönemde yaşadığınızı ve eski musıkiye hasta olduğunuzu hayal edin, bu müthiş kitap bir de o yönüyle vururdu sizi. Ne bileyim çok sevdiğim müziklerin anlatının içine bu kadar güzel yedirildiği ve şimdiyi anlatan bir roman okusam dibim düşerdi herhalde. Yakın zamanlarda yazılmış ve müziği eserin içine bu denli iyi yedirmiş bir roman bilen varsa, söylesin de okuyalım hemencecik.

Romanda geçen musıkiye dair şu alıntıyla toparlayalım bu bahsi: “Yahya Kemal, bizim romanımız şarkılarımızdır, diyor.” Çok güzel bir ifade ediş doğrusu.

Gerçi kitapta pek çok şeye dair manifestovari sözler var.
Aşk üstüne söylenmiş şu sözler gibi:

“Uzviyetlerin birbiriyle tanışmasından evvel sevişmek imkansızdı. Romancıların kabahati, hikayelerini, asıl başlaması lazım gelen yerde bitirmeleriydi. Çünkü asıl aşk uzviyet tecrübesine dayanan, onunla devam eden aşktı. Bu itibarla ilk ciddi ten tecrübesinde tesadüfün ihanetine uğrayanlar, ömürlerinin sonuna kadar, eğer tesadüf denkleri ile karşılaştırmazsa, mahzun arayışlarına devam edeceklerdi.”
Ya da insana dair şu sözler:

“İnsanlıktan ümit kesmedim, fakat insana güvenmiyorum. Bir kere bağları çözüldü mü; o kadar değişiyor, o kadar kurulmuş makine oluyor ki… Bir de bakıyorsun ki, o sağır ve duygusuz tabiat kuvvetlerine benzemiş. Harbin, ihtilalin korkunç tarafı, asırlarca gayretle, terbiye ile, kültürle yendik sandığımız bu kaba kudreti birdenbire başı bol bırakmasıdır.”
“Ben insanı seviyorum. Onun şartlarıyle döğüşme kudretini seviyorum. Kaderini bile bile hayatı yüklenmesini, o cesareti seviyorum. Hangimiz yıldızlı bir gecede kainatı bütün ağırlığıyle sırtımızda taşımayız. Hiçbir şey insanoğlunun cesareti kadar güzel olamaz. Şair olsaydım tek bir manzume yazardım; büyük bir destan. İki ayağı üstüne kalkan ilk ceddimizden bugüne kadar insanlığın macerasını anlatırdım. İlk düşünceler, ilk korkular, ilk sevgi, kainatı gittikçe ihata eden, kendi başlarına mevcut olan her şeyi birleştiren zekanın ilk kımıldanışı, tabiata izafe ettiğimiz bir yığın zenginlikler… Allah’ı etrafımızda ve kendi içimizde yaratmamız. Evet tek bir manzume yazardım. İnsanı teganni etmek istiyorum, derdim; maddeyi uykusundan ve kainata kendi ruhunu geçireni teganni edeceğim, ey bütün büyüklüğü ihata eden lisan! Sen bana yardım et!”

Üst taraftakiler ana kahramanımız Mümtaz’ın görüşleri değil lakin. Mümtaz-bir yerde yazarı asıl temsil eden kişi-daha uhreviyatçı. Cumhuriyeti gerekli gören ama köklerden kopmayı da çok doğru bulmayan bir kesimin de sözcüsü niteliğinde. Bu modernleşelim, batılılaşalım ama sufilere(cemaatlere) dokunmayalım, onlar gönül adamıdır yaklaşımı Halide Edip’in “Sinekli Bakkal”ında da vardı. Bunları Tanpınar gibi dile getirebilmek ise ustalık istiyor:

“Bu insanlara yeni hayat şekilleri hazırlamadan evvel, onlara hayata tahammül etmek kudretini veren eskilerini bozmak neye yarar. Büyük ihtilaller bunu çok tecrübe etti. Netice itibariyle insanı çıplak bırakmaktan başka bir şeye yaramadı.”
“-Şark bu, güzelliği de burada. Tembel, değişmekten hoşlanmaz, geleneklerinde adeta mumyalanmış bir dünya, fakat her şeyi, çok büyük bir şeyi keşfetmiş. Belki vaktinden çok evvel bulduğu için kendine zararı dokunmuş.
-Nedir o?
-Kendisini ve bütün alemi tek bir varlık halinde görebilmenin sırrını. Belki de gelecek ıstıraplarını hissettiği için bu panzehiri bulmuş. Ama unutmayalım ki dünya ancak bu noktadan kurtulur.
-Zannetmem, fakat bu buluşta kendini avuttuğu için hareket imkanlarını az çok azaltmış. Yarı şiir bir hülyada, realitenin sınırlarında yaşamış. Mamafih bu hali benim hoşuma gitmiyor, deve kervanı ile seyahat gibi ağır ve yorucu geliyor.”
Velhasılı Huzur, her bir karakteri hakkında bile uzun uzun söz söylenebilecek tonla alıntı yapılabilecek bir roman.
Yaban’a da yine aldığım notlar/alıntılar üzerinden devam etmek istiyorum. Hoş, tablet üzerinden sadece ekran görüntüsü aldığım için bunlara not demek biraz zor.
(DEVAMI GELECEK)


Not: Alıntı yaptığım Berna Moran'ın "Türk romanına eleştirel bir bakış" adlı eserini de Türk romanına ilgi duyan, bir eseri nasıl okumalıyız, nelere dikkat etmeliyiz diye kafa yoranlara tavsiye ederim. 3 ciltlik bu eserin her bir cildi ayrı bir hazine.

E-KİTAPTAN GİRİP YABAN'DAN ÇIKAN YAZI (BÖLÜM 1)


Her şey cebe girdi. Her şey artık telefonda tablette. Kahve falından okeye her şey… Ama kitap giremiyor kardeşim bir türlü. Olmuyor. Olmayacak da. Mutaassıp olmayayım. Zamana uymak lazım diye düşünüyorum ama bazı şeylerin de bir ruhu var yani. Yokmuş gibi davranamayız. Kitap da böyle bir şey işte. Kağıt yığınından öte bir şey.


Uzun süredir kitap almıyorum ve bir süre daha almamayı düşünüyorum. Bunun iki sebebi var, birincisi evdeki kitaplıklarda okumadığım hâlâ bir sürü kitabım var, ikincisi kitap artık gerçekten pahalı. Ve ben eski ben değilim, kitap fetişistliğini bırakmaya karar verdim. Neticede kitabın kendisine sahip olmanın değil içindekilere sahip olmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden kitap satın almama kararıma uymaya çalışıyorum. Ya evdekilerden okuyorum ya da kütüphaneden ödünç alıyorum. Kendi tabirimle obez okur, Baran Doğan’ın tabiriyle çöp okur olmamak adına katıldığım Çekmeköy Dayanışması okuma grubuyla eş zamanlı okuma yapmaya çalışıyorum hâlâ. Güzel bir listemiz, nitelikli kitaplarımız var. Lakin son iki kitabı kütüphanede bulamayınca mecburen internetten pdfsini indirip tabletten okudum. Tabletten okumanın artıları yok mu? Var, elbet. En basitinden 400 sayfalık kitap yerine incecik bir tablet taşıyorsun çantanda. Bunun yanı sıra tablette pek çok kitap saklayabileceğinden, sıkıldığında başka bir kitaba geçiş yapabiliyorsun. Gelgelelim kitabın o sıcaklığı, romantizmi yok arkadaş, yok. Kindle gibi direkt bu iş için üretilmiş elektronik kitap okuyucular var. Onlardan okumak elbette fark yaratıyordur lakin yine de kitap okuyucularının bunları bağırlarına yakın zamanda basacaklarını düşünmüyorum.


İşte Yakup Kadri’nin Yaban’ı ile Tanpınar’ın Huzur’unu istemeye istemeye de olsa tabletten okumak zorunda kaldım. Bu süreç beni ciddi anlamda yordu. Daha önce tabletten kitaplar okumuştum ama onlar araştırma-inceleme kitaplarıydı. Romanların ise sizi içine davet eden bir ruhu var ve tabletten okurken ben bu ruhu bir türlü bulamadım. Bu iki güçlü romanın da kıyılarında gezinip derinliklerine inemedim o yüzden. Gerçi ikisini de ikinci okuyuşumdu. Yabancı değildim onlara ama birini on altı yaşında diğerini on sekiz yaşında okumuştum ve o yaşlarda kıyısında bile dolaşamamış sadece karşıdan bakabilmiştim. O haldeyken bile beni çok etkilediklerini hatırlıyorum.


Ben kitap okurken notlar almayı çok severim. Üşenmem; kitapta beğendim cümleleri, bazen paragrafları bile yazarım defterime. Tabletten okurken böyle bir imkân yoktu. Beğendiğim bölümlerin ekran görüntüsünü aldım almasına ama açıp defteri not yazmanın yerini tutmuyor. Söz uçar, yazı kalır demişler ya. Hakikaten öyle. Emek verdiğin şey beyninde daha bir yer ediyor. Bunları yapamadığım bir okuma beni ne tatmin ediyor ne mutlu…


Huzur’u da işte bu huzursuzluk içinde okudum. Yani yazamadan çizemeden.