6 Ocak 2019 Pazar
E-KİTAPTAN GİRİP YABAN'DAN ÇIKAN YAZI (BÖLÜM 2)
Ben kitap okurken notlar almayı çok severim. Üşenmem; kitapta beğendim cümleleri, bazen paragrafları bile yazarım defterime. Tabletten okurken böyle bir imkân yoktu. Beğendiğim bölümlerin ekran görüntüsünü aldım almasına ama açıp defteri not yazmanın yerini tutmuyor. Söz uçar, yazı kalır demişler ya. Hakikaten öyle. Emek verdiğin şey beyninde daha bir yer ediyor. Bunları yapamadığım bir okuma beni ne tatmin ediyor ne mutlu…
Huzur’u da işte bu huzursuzluk içinde okudum. Yani yazamadan çizemeden.
Neyse kitaba geçiş yapalım biz yine de. Klasik adını verdiğimiz eserler, içerdikleri olay örgüsünden ziyade insanın içindeki karanlığa, derinliğe bakmalarıyla bu mertebeye ulaşmışlardır bence. Huzur romanı da insanın iç dünyasına ışık değil projektör tutuyor adeta. Müthiş ruhsal çözümlemeler barındırıyor. Çok güçlü bir aşk hikâyesi barındırıyor evvela. Basit sözler etmeden, klişelere yüz vermeden aşk hikâyesi anlatmak başlı başına zor bir iş zaten. Ki Tanpınar’ın romanı sadece bu yönüyle okunsa bile yeridir. Bu özelliğinin yanı sıra kitapta varlığını çok fena hissettiren bir kavram daha var: “müzik”. Hatta ki kitabın Mümtaz, Nuran, İhsan ve Suat’tan sonraki beşinci ana kahramanıdır “müzik”. Daha doğrusu “eski musiki”. Bu roman eski musikiye bir saygı duruşudur bir yerde. Kitaptaki şu alıntı kitabın müziğe dair manifestosu olarak kabul edilebilir bence:
“Mümtaz’a göre İstanbul peysajı, bütün medeniyetimiz, kirimiz, pasımız, güzel taraflarımız, hepsi musıkideydi. Garbın bizi anlamaması, aramızda yabancı olarak gezmesi de yine onu anlamamaktan geliyordu. Bu o kadar böyleydi ki, birçok peyzajlar, kendiliğinden nağme ile beraber gözlerinin önüne geldi.
-Kaldı ki sanat, sanat eseri, bizatihi kıymet olan şey, altını musiki çizdiği zaman büsbütün değişiyor. Garip değil mi? İnsan hayatı sonunda sesten başka hiçbir şeyi benimsemiyor, hepsinin üstünden geçer gibi yaşıyoruz, ancak dokunuyoruz. Fakat şiirde, musıkide…”
Musıki’nin insan üzerinde en çok tesir eden sanat olduğu görüşü kitabın pek çok yerinde farklı cümlelerle tekrar vücuda getirilmiş. Hatta eleştirmen Berna Moran, kitabı oluşturan bölümlerin bile bir musıki referansla oluşturulduğunu, her bir bölümün o bölümdeki hakim duyguyu verecek şekilde birer musıki tarzla temsil edildiğini söyler:
“Roman, “İhsan”, “Nuran”, “Suat” ve “Mümtaz” başlıklarını taşıyan dört bölümden oluşuyor. Ama bölümlere bu kişilerin adlarının verilmesinin nedeni, bu bölümlerde bu kişiler anlatıldığı için değil, yapıtın kahramanı Mümtaz’ın oynadıkları rolden ötürü. Daha önemlisi, bu dört bölümden bir müzik yapıtındaki (özellikle belki bir senfonideki) bölümlerin işlevini yüklenmesi. Kuşkusuz Tanpınar Huzur’u bir müzik formuna göre düzenlemeye çalışmış. Bölümlerin her biri belli bir duygunun, bir ruh halinin egemen olduğu “movement”lar gibi kullanılmış. Ukalaca bir kesinlik iddiası gütmeden diyebiliriz ki birinci bölüm sıkıntılı, ikinci bölüm neşeli, üçüncüsü melankolik, dördüncüsü çok sıkıntılı.” (Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1, Bir Huzursuzluğun Romanı:Huzur, s.207)
Müzikle edebiyatın arasındaki bağı Moran’ınki kadar iyi bir gözlemcilikle kestirebilecek bilgi birikimine sahip değilim ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki “müzik” bu kitabın çok önemli bir temel taşı. Kitabın yazıldığı dönemde yaşadığınızı ve eski musıkiye hasta olduğunuzu hayal edin, bu müthiş kitap bir de o yönüyle vururdu sizi. Ne bileyim çok sevdiğim müziklerin anlatının içine bu kadar güzel yedirildiği ve şimdiyi anlatan bir roman okusam dibim düşerdi herhalde. Yakın zamanlarda yazılmış ve müziği eserin içine bu denli iyi yedirmiş bir roman bilen varsa, söylesin de okuyalım hemencecik.
Romanda geçen musıkiye dair şu alıntıyla toparlayalım bu bahsi: “Yahya Kemal, bizim romanımız şarkılarımızdır, diyor.” Çok güzel bir ifade ediş doğrusu.
Gerçi kitapta pek çok şeye dair manifestovari sözler var.
Aşk üstüne söylenmiş şu sözler gibi:
“Uzviyetlerin birbiriyle tanışmasından evvel sevişmek imkansızdı. Romancıların kabahati, hikayelerini, asıl başlaması lazım gelen yerde bitirmeleriydi. Çünkü asıl aşk uzviyet tecrübesine dayanan, onunla devam eden aşktı. Bu itibarla ilk ciddi ten tecrübesinde tesadüfün ihanetine uğrayanlar, ömürlerinin sonuna kadar, eğer tesadüf denkleri ile karşılaştırmazsa, mahzun arayışlarına devam edeceklerdi.”
Ya da insana dair şu sözler:
“İnsanlıktan ümit kesmedim, fakat insana güvenmiyorum. Bir kere bağları çözüldü mü; o kadar değişiyor, o kadar kurulmuş makine oluyor ki… Bir de bakıyorsun ki, o sağır ve duygusuz tabiat kuvvetlerine benzemiş. Harbin, ihtilalin korkunç tarafı, asırlarca gayretle, terbiye ile, kültürle yendik sandığımız bu kaba kudreti birdenbire başı bol bırakmasıdır.”
“Ben insanı seviyorum. Onun şartlarıyle döğüşme kudretini seviyorum. Kaderini bile bile hayatı yüklenmesini, o cesareti seviyorum. Hangimiz yıldızlı bir gecede kainatı bütün ağırlığıyle sırtımızda taşımayız. Hiçbir şey insanoğlunun cesareti kadar güzel olamaz. Şair olsaydım tek bir manzume yazardım; büyük bir destan. İki ayağı üstüne kalkan ilk ceddimizden bugüne kadar insanlığın macerasını anlatırdım. İlk düşünceler, ilk korkular, ilk sevgi, kainatı gittikçe ihata eden, kendi başlarına mevcut olan her şeyi birleştiren zekanın ilk kımıldanışı, tabiata izafe ettiğimiz bir yığın zenginlikler… Allah’ı etrafımızda ve kendi içimizde yaratmamız. Evet tek bir manzume yazardım. İnsanı teganni etmek istiyorum, derdim; maddeyi uykusundan ve kainata kendi ruhunu geçireni teganni edeceğim, ey bütün büyüklüğü ihata eden lisan! Sen bana yardım et!”
Üst taraftakiler ana kahramanımız Mümtaz’ın görüşleri değil lakin. Mümtaz-bir yerde yazarı asıl temsil eden kişi-daha uhreviyatçı. Cumhuriyeti gerekli gören ama köklerden kopmayı da çok doğru bulmayan bir kesimin de sözcüsü niteliğinde. Bu modernleşelim, batılılaşalım ama sufilere(cemaatlere) dokunmayalım, onlar gönül adamıdır yaklaşımı Halide Edip’in “Sinekli Bakkal”ında da vardı. Bunları Tanpınar gibi dile getirebilmek ise ustalık istiyor:
“Bu insanlara yeni hayat şekilleri hazırlamadan evvel, onlara hayata tahammül etmek kudretini veren eskilerini bozmak neye yarar. Büyük ihtilaller bunu çok tecrübe etti. Netice itibariyle insanı çıplak bırakmaktan başka bir şeye yaramadı.”
“-Şark bu, güzelliği de burada. Tembel, değişmekten hoşlanmaz, geleneklerinde adeta mumyalanmış bir dünya, fakat her şeyi, çok büyük bir şeyi keşfetmiş. Belki vaktinden çok evvel bulduğu için kendine zararı dokunmuş.
-Nedir o?
-Kendisini ve bütün alemi tek bir varlık halinde görebilmenin sırrını. Belki de gelecek ıstıraplarını hissettiği için bu panzehiri bulmuş. Ama unutmayalım ki dünya ancak bu noktadan kurtulur.
-Zannetmem, fakat bu buluşta kendini avuttuğu için hareket imkanlarını az çok azaltmış. Yarı şiir bir hülyada, realitenin sınırlarında yaşamış. Mamafih bu hali benim hoşuma gitmiyor, deve kervanı ile seyahat gibi ağır ve yorucu geliyor.”
Velhasılı Huzur, her bir karakteri hakkında bile uzun uzun söz söylenebilecek tonla alıntı yapılabilecek bir roman.
Yaban’a da yine aldığım notlar/alıntılar üzerinden devam etmek istiyorum. Hoş, tablet üzerinden sadece ekran görüntüsü aldığım için bunlara not demek biraz zor.
(DEVAMI GELECEK)
Not: Alıntı yaptığım Berna Moran'ın "Türk romanına eleştirel bir bakış" adlı eserini de Türk romanına ilgi duyan, bir eseri nasıl okumalıyız, nelere dikkat etmeliyiz diye kafa yoranlara tavsiye ederim. 3 ciltlik bu eserin her bir cildi ayrı bir hazine.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder