21 Aralık 2018 Cuma
"ÖLÜM AŞIP GİDERKEN" ÜZERİNE
GİRİZGAH: “Kırmızı Pazartesi”yi okudunuz mu ya da “Güneş’in Katli”ni? Bu iki eser arasında benzerlikler bulurum. İkisinde de göz göre göre gelen cinayetler anlatılır ve bu iki cinayet de gerçek hayattan alır hikâyelerini. İlkini tanıyan çoktur da ikincisini bilen azdır. “Güneş’in Katli” az bilinen bir şaheserdir bana göre. Eğitimin her kademesinde çalışmış emekli bir eğitim emekçisi olan Memet Türkkan, 70’li yıllardaki siyasal ortam içerisinde ülkedeki karanlık güçler tarafından katledilen devrimci bir öğretmen olan Güneş’i anlatır bu romanında. Mülakat yöntemiyle yazılmış, tekniğiyle de orijinal ve sarsıcı bir romandır “Güneş’in Katli”. Bu yazının konusu ise Memet Türkkan’ın bir başka romanı olan “Ölüm Aşıp Giderken”.
O dönemleri bizzat yaşayan Mehmet Türkkan “Ölüm Aşıp Giderken” romanında bir kez daha bu yakıcı dönemleri ve o dönem devrimcilerinin, eğitim emekçilerinin mücadelesini konu alıyor.
Kitaba adını veren metafor kitapta kahramanımızın ağzından şu şekilde aktarılıyor:
“Ben gerçekten kenarda kaldım Hocam; ölüm beni aşıp geçti, terörün beni öldürmekle bir kazanç sağlayacağını sanmıyorum. Artık, öğretmen öldürmek vukuatı âdiyeden sayılır oldu.”
Yani roman öyle zorlu bir dönemi anlatıyor ki, o dönemde siyasal cinayetler öyle yaygınlaşmış ki mücadelenin içinde bulunan insanlar artık tabiri caizse kelle koltukta geziyorlar.
Türkkan, bu romanında da akıcı bir dil ve anlatım tutturmuş. Canlı diyaloglar, sağlam ruh çözümlemeleri sayesinde kendini okutturan bir roman var karşımızda. Daha özgür ve yaşanası bir dünya düşü kuran, cefâkar ve fedakar insanların kendi hayatlarını hiçe sayan hikâyesi insanı derinden etkiliyor. Bunlar kitabın bıraktığı olumlu etkiler. Objektif olmak adına olumsuz ve eksik yanlara da değinelim.
Bir kere, başkahramanımız olan Mahmut Selim’in kusursuzluğu çok sırıtıyor. Besbelli Mahmut Selim olması gereken “devrimci” profili temsil etmekte. Lakin bu bir roman, bir propaganda kitabı değil. Dolayısıyla bir karakterin bu kadar zorlu süreçlerden geçerken bile hep aklı başında, hep sakin ve sağduyulu, hep özverili ve olgun kalması pek olası değil gibi. İkincisi bu olumlu özelliklerini nereden aldığının altının doldurulmamış olması. Yani Mahmut Selim’in ruhsal portresi eksik. Halbuki Mahmut Selim’in eşinin ve kaynanasının ruhsal portreleri, neden böyle birer insan oldukları muazzam bir şekilde anlatılmıştır. Oysa idealize edilmiş karakterimiz Mahmut Selim’in arka planında ne var bilmiyoruz. Nasıl devrimci oldu, hangi tezgahtan geçti, ne okudu, ne yaşadı? Bunları bilseydik, öyle kusursuz bir devrimcinin nasıl olacağını da öğrenmiş olurduk böylece.
İkinci temel eksik, kitaptaki diğer metaforların yarım bırakılmış olması. Ölümün aşıp gitmesi metaforundan bahsetmiştik. Kitabın alt başlıkları olarak verilen “Darbenin Ayak Sesleri-Fil Bacağı” metaforları roman bittiğinde maalesef havada kalıyorlar. Oysaki kitabın ortalarına kadar freni patlamış bu siyasal kaos ortamının darbeye doğru gittiğinden bahsediliyor. Devletin içindeki karanlığı aydınlatma mücadelesi veren Savcı karakterinin karşılarında çok büyük bir düşman olduğunu fark etmesinden, bunu aşmalarının çok zor olduğunu itiraf etmesinden ve bunu buzdağının görünen kısmına yani filin bacağına benzetmesinden bahsediliyor. Ama sonra bu iki kavramdan epeyce uzaklaşılıp eksen sadece Mahmut Selim’in hayatıyla sınırlı kalıyor.
Netice itibariyle kitap ezilenler adına, emekçiler adına yani bizim adımıza ne hüküm veriyor? Umutsuz mu bitiyor. Hayır, böyle denemez. Umut bitmiyor. Ölüm bizi aşsa da bizi yenemiyor. Hayat yenileniyor ve mücadele devam ediyor.
NEDEN OKUDUM NASIL OKUDUM: “Güneş’in Katli”ni okuduktan sonra sendika tayfası olarak bu hepimizi sarsan eseri oyunlaştırıp sahneye koymak istemiştik ama çeşitli sebeplerden yarım kalan bir girişim olmuştu. O dönemde Memet Türkkan’la buluşup bu projemizden bahsetmiş ve ondan icazet almıştık. Yani Memet Türkkan hocamızla da tanışma fırsatımız olmuştu. 2017 Tüyap’ında Memet Hocayı stantta kitap imzalarken görünce o eski güzel günler aklıma gelmişti ve hemen yanına gidip selam vermiştim, biraz sohbet etmiştik. “Güneş’in Katli”nin üzerimizde bıraktığı etkiden falan bahsettikten sonra Mehmet Hoca bana bu kitabını okuyup okumadığımı sordu ve imzalayıp verdi. O tarihten sonra kitaplıkta bir sene demlenen kitap bu kasım ayında artık zamanı gelmiştir diyerek okundu.
SADET: ÖAG romanı “Güneş’in Katli” kadar sarsıcı bir kitap değil, yukarıda eksik bulduğum yönlerinden de bahsettim zaten. Amacım ukalalık yapmak değil, bir eser ortaya çıkarmanın ne denli zor olduğunu tahmin edebiliyorum. Mehmet Hocamızın emeklerine çok büyük saygım da var ama hissettiğimizi de söylemeliyiz. Hiçbir şey için değilse bile bu ülkenin bağımsızlık mücadelesinde can vermiş tüm insanlarımızın hatırasına adanmış bu gibi eserleri önemli buluyorum. Dömem romanlarıyla ilgilenenlere tavsiye ederim. Ayrıca ÖAG romanı “ Halkevleri Roman Ödülü”ne de layık görülmüş önemli bir eser.
Not1: Bize “Güneş’in Katli” kitabını tanıtan ve döve döve okutan Sevgili Mamak’a bu vesileyle öpücükler gönderiyorum.
Not2: Güneş’in Katli’ni sahneleme macerasına birlikte giriştiğimiz ama sonlandıramadığımız tüm yol arkadaşlarıma da sevgiler. Bu anlamda bir yanım hep eksik ama yine de güzel günlerdi. Belki sırf bu deneyimin hikâyesini yazabilirim bir gün.
Not3: Kırmızı Pazartesiler üzerine Baran Doğan güzel bir yazı yazmıştı. İlgilenenlere. http://www.sinekikilisi.com/buyulu-bir-gercegin-romani/?fbclid=IwAR23Kn4MyvWrGikgTFi3Qeg3OxqebekB4a_ZlwmKA5oZYXugebVFK7nGzCU
Not4: Kırmızı Pazartesi için “büyülü gerçekçilik” tabirini kullanmıştı BD. Bence de güzel bir tabir. Biz de bu sınıflandırmaya tabi tutulabilecek çok fazla eser yoktur. Belki de en iyisi “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”dür. O, büyülü gerçekçilik tanımı en çok ona yakışıyor gibi.
13 Aralık 2018 Perşembe
SAHİ SOKAK ÖLDÜ MÜ?
Dünya görüşümüz okuduğumuz şeyleri doğrudan etkiler. Sağcıların eli Nazım Hikmet’e gitmezken solcular da Necip Fazıl’a ellerini sürmezler. Tabi bu saydığım iki isim ikonik örnekler. İkisi de bir dünya görüşünü belirgin bir şekilde savunup kendi cenahlarının bayrağı olmuş isimler.
Bir de tarafı belli olsa da bu kadar belirgin bir şekilde sembole dönüşmemiş isimler vardır. Eserlerini okuduğunuzda belli bir dünya görüşü ve söylemle karşılaşmazsınız ama yine de bilirsiniz işte neci olduğunu. Kâh kitaplarının yayınlandığı yayınevlerinden kâh yakın durduğu dergi çevresinden.
Yayınevleri ciddi bir fikir verir bu konuda. Ötüken Neşriyat’tan ya da Dergah Yayınları’ndan bir solcunun kitabının çıkmasını beklemezsiniz örneğin. İşte Ötüken Neşriyat’tan basılmış olan Bahaeddin Özkişi’nin kitabını elime aldığımda da bunlar gelmişti aklıma. Tanımazdım kendisini ama Ötüken etiketi bir şeyler anlatıyordu bana. Yine de önyargılı olmamalı ve okumalıydım.
Okudum. Pişman değilim. İyi ki okumuşum diyebiliyorum. Yüz elli beş sayfalık kendisi küçük ama etkisi büyük bir kitap. Bir kere yazarın dil ve anlatımı çok güçlü. Edebi güçlülüğünün yanı sıra oldukça da sürükleyici. Bir türe dahil etmek güç. Hem bir polisiye hem de psikolojik gerilim romanı. Hatta edebiyatımızda çok da rastlanmayan fantazyaya bile bulaşıyor. Anlam ve ifade sınırlarını zorlayan bir tarafı da var, bu yönden bakınca, yazıldığı döneme nazaran postmodern bir tarafı olduğu da söylenebilir. Bazı anlarda “Tutunamayanlar” ya da “Aylak Adam” tadı bile veriyor.
Bu yukarıda saydıklarım romanın artıları. Eksileri yok mu? Var, maalesef. Zaten bu eksikler yüzünden bu çok beğendiğim kitabı bir başyapıt olarak niteleyemem. Birincisi yazar kahramanları arasında bariz bir şekilde taraf tutuyor. Kendi ideolojisini savunan kahramanına gösterdiği özeni karşıt görüşteki kahramanına göstermiyor. Ve bu ideolojik ayrımda tuttuğunu hissettirdiği tarafın söylemi, bazı yerlerde bir cihat manifestosuna bile dönüşüyor. Belki de ben o görüşü beğenmediğim için nesnel davranmıyorum. Bilemem, nihayetinde bu benim görüşüm.
NEDEN OKUDUM NASIL OKUDUM: Bir gün okuma saatinde yanıma kitap almadığımı fark ettim. Okul kitaplığından bir kitap seçeyim dedim. Çoğunluğu çocuk kitabı olan kitapların arasından nasıl olduysa bunu buldum. Adını 100 temel eser listesinden(liseler için olan liste) biliyordum. Lakin 100 temel eserin arasında belki de hakkında en az şey bilinen kitaplardan biriydi. Ne okuyan birini ne de tavsiye edeni görmüştüm. Öylesine bir merakla-açıkçası o dersin sonuna kadar oyalanmak maksadıyla-aldım elime. Beklediğimin çok üzerinde bir şeyle karşılaştım ve üç oturuşta okudum.
SADET: Sokakta; edebi olarak çok başarılı, barındırdığı söylem açısından tartışmalı bir eser. Özellikle Türk romanına ilgi duyanlar için ilgi çekici olacaktır. Gelgelelim genç okurlara çok da tavsiye edemem. 100 temel eser listesindeki kitaplar pedagojik açıdan uygun mu değil mi tartışmaları, bu tavsiye listeleri ilk çıktığı günden bu yana yapıldı. Bir eserin edebi açıdan başarılı olması öğrencilere tavsiye edilebilmesi için yeterli midir? Bence değildir. Edebi bir zevk aşılaması önemlidir elbette. Lakin çocukları ruhsal açıdan olumsuz etkileyecek birtakım unsurlar barındıran eserler tavsiye edilmemelidir. Sokakta romanını edebi olarak çok başarılı bulmama rağmen birtakım metafizik olgulardan etkilenmeye ziyadesiyle meyilli gençler üzerinde olumsuz etkiler bırakabileceğini düşünüyorum.
SBŞD (Son Bir Şey Daha)(Not gibimsi):
Esasen sokağın kendisi bile ideolojik bir ayrım konusu. Yazarın tasavvurundaki sokak insanların bir bütün şekilde hayatlarını sürdürdüğü, yaşayan bir organizma olduğu yönünde. (Alıntılarda paylaşacağım üzere çok çarpıcı cümlelerle dile getiriyor bunu kitapta.) Bu bütüncül yaşam gereği hem birleştirici hem de bir yerde sınırlandırıcı bir metafor. Sol cenah içinse “sokak” özgürleşmenin sembolü. Sokağa inmek, sokağa çıkmak, sokağı savunmak… Bugün itibariyle sokak iki manada da ölüyor gibi. Ne birleştiriyor ne özgürleştiriyor. Öyle değil mi?
ALINTILAR:
“Otuz yıl önce boydan boya sokak bir tek ev, yetişkin kız herkesin ablası, kadın herkesin teyzesi ve çocuk, bütün sokağındı. Bu o kadar karşı çıkılmaz şekilde böyleydi ki, bunun aksini düşünmek çılgınlık olurdu.” (Sokakta, s.27)
“Ancak kendime söyleyebiliyorum bazı şeyleri. Söyledikleri çevre tarafından anlaşılmazsa susmalı insan.” (Sokakta, s.33)
“… Bu kolektif oluşun faydaları hatta daha fazla zararları vardı. İnsanlar, aynı kültürle yoğruluyor, aynı hatıralarla kökleniyorlardı. Oysa insanın ilerleme ve özgür olma şansı böylece hudutlanıyordu. Sevgimiz ve nefretimiz de sokağın bir bakıma kontrolundaydı.” (Sokakta, s.57)
“İnsanlar nedense kelimeleri pek hor kullanırlar. Bakarsınız türlü ihtimamla sarf edilmesi gereken bir kelime, olur olmaz yerde sık sık kullanılmaktan yıpranır, eğrilir, büzülür, lime lime olur. Çok zaman pek zayıf bir kelimecik güçsüz omuzlarına taşıyamayacağı yükler yüklenir. Onun bu zavallı ve aciz durumu rahatsız eder insanı. Bazense kocaman etli canlı bir kendime, adaleli omuzlarında hafif bir anlam yüklenir. İsrafın akıl almaz bir şeklidir bu.” (Sokakta, s.111-112)
9 Aralık 2018 Pazar
DENİZ GEZMİŞ’İN AYDINLATTIĞI ODA
GİRİZGAH: Tarihsel kişilikler üzerine yazılar yazmak zor iştir. Hele ki tarihsel bir kişiliği kurgu bir metnin içine yerleştirmek ciddi riskleri de beraberinde getirir. Bu riski göze alıp bu işe soyunuyorsanız o kişiyi çok iyi tanımanız, yaşadığı dönemi çok iyi etüt etmiş olmanız gerekir. Yoksa kaş yapayım derken göz çıkarır, büyük ihtimalle de ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranamazsınız.
Bahsi geçen tarihsel kişilik artık bir efsaneye dönüşmüş ise, toplum belleğinde sempatiyle yaşatılan birisi ise yukarıda saydığımız riskler katlanır. Usta bir gazeteci olan Osman Balcıgil eminim ki Deniz Gezmiş üzerine bir kitap yazarken bu risklerin hepsini düşünmüştür. Sonuçta boru değil “Deniz Gezmiş”ten bahsediyoruz. Adına şarkılar bestelenmiş, türküler yakılmış, mücadelenin sembolü olmuş bir fenomen o. Böyle biri hakkında yaptığınız iş ne kadar güzel olursa olsun, hep eksik bir yanı kalacaktır. İsim o kadar büyük ki yanına koyduğunuz her şey bir anda küçülüverir.
Osman Balcıgil’in iyi niyet ve büyük emekle ortaya çıkardığı eseri için olumsuz bir şey söyleyemem ama yukarıda bahsettiğim sebeplerden ötürü herhangi bir okurdan tam not alması pek olası değil.
Karanlık Oda, deneme kategorisinde sunulmuş piyasaya lakin bu adlandırmaya itirazım olacak. Zira deneme temelde bir düşünce yazısı türüdür. Yazar bu eserinde dönemin siyasal olaylarıyla ilgili düşüncelerini paylaşıyor olsa da yine de bunu bir kurgunun içerisinde yapıyor. Kurgu demek olay anlatısı demektir ve deneme bir olay anlatısı değildir. Ben olsam uzun hikâye diye adlandırırdım. Sonuçta hikâyelerde düşünceler paylaşılamaz diye bir kural yok. Hikâye ve roman yazarları kendi söylemek istedikleri şeyleri çoğu zaman kahramanların ağzından söyletmezler mi zaten? Burada yazar kendini de bir olay kahramanına dönüştürmüş durumda. (Dikkat Tatkaçıran*: Yazar, evindeki karanlık odada, çektiği eski fotoğrafları elden geçirirken Deniz Gezmiş’in fotoğrafına rastlar ve bir anda Deniz Gezmiş’in hayali yanında beliriverir. Birlikte, fotoğrafların çağrışımından yola çıkarak Denizlerin yaşadığı siyasal sürecin öncesini ve sonrasını soru cevap, sohbet karışımı bir şekilde hatırlarlar.) Biz de okurken bunun aksini düşünmüyoruz. E o halde, yazıyı yanlış lanse eden bu tanımlamanın ne anlamı var? Roman ya da hikâye de, geç. Olayın tek mekanda ve sınırlı bir zaman dilimi içerisinde başlayıp bittiğini ve kitabın hacmini düşünecek olursak bence en iyi tanımlama uzun hikâye olacaktır.
NEDEN OKUDUM NASIL OKUDUM: Bir arkadaşımın elinde gördüm, bu ne ki diye sordum. Açık olan çantamdan içeri bırakıverdi. Al sen okursun dedi. Tabi ki okumam demedim ve okudum. Zaten Deniz Gezmiş’e dair herhangi bir şey ilgimi çekmiştir her zaman.
SADET: Eserin her türlü okuyucuya hitap edebilecek basit bir anlatımı var. Kolay okunuyor. Bilhassa o dönemlerin siyasal manzarasından habersiz yeni kuşaklar için faydalı bir eser. Sonuçta elinde kitapla değil de telefonla yaşayan gençliğe tarihsel olayları didaktik metinlerle ulaştırmak bir hayli zor. Herkesin için değil de bu türden genç okur için ilgi çekici olabilir. İçinde Deniz Gezmiş’e dair bir şeyler bulunan her şeyi okurum diyenler, Deniz Gezmiş’i bir kere de kurgu kahraman olarak görelim diyenler de okuyabilirler.
Derinnot: Kitabın kapağındaki ve içindeki çizimler, benim çok sevdiğim bir karikatürist olan Kutlukhan Perker’e ait. İçerisinde nispeten bolca resim bulunduran kitap, Perker’in çizgi dili sayesinde zaman zaman çizgi roman tadı da veriyor.
*Tatkaçıran sözcüğünü “spoiler” yerine kullanıyorum. Yaşasın “artık yerleşmiş olsalar da bazı yabancı kelimelerin yerine ısrarla ve nafile bir çabayla Türkçelerini bulmaya çalışma hareketi”. Ne var? Mis gibi kelime:tatkaçıran.
Bahsi geçen tarihsel kişilik artık bir efsaneye dönüşmüş ise, toplum belleğinde sempatiyle yaşatılan birisi ise yukarıda saydığımız riskler katlanır. Usta bir gazeteci olan Osman Balcıgil eminim ki Deniz Gezmiş üzerine bir kitap yazarken bu risklerin hepsini düşünmüştür. Sonuçta boru değil “Deniz Gezmiş”ten bahsediyoruz. Adına şarkılar bestelenmiş, türküler yakılmış, mücadelenin sembolü olmuş bir fenomen o. Böyle biri hakkında yaptığınız iş ne kadar güzel olursa olsun, hep eksik bir yanı kalacaktır. İsim o kadar büyük ki yanına koyduğunuz her şey bir anda küçülüverir.
Osman Balcıgil’in iyi niyet ve büyük emekle ortaya çıkardığı eseri için olumsuz bir şey söyleyemem ama yukarıda bahsettiğim sebeplerden ötürü herhangi bir okurdan tam not alması pek olası değil.
Karanlık Oda, deneme kategorisinde sunulmuş piyasaya lakin bu adlandırmaya itirazım olacak. Zira deneme temelde bir düşünce yazısı türüdür. Yazar bu eserinde dönemin siyasal olaylarıyla ilgili düşüncelerini paylaşıyor olsa da yine de bunu bir kurgunun içerisinde yapıyor. Kurgu demek olay anlatısı demektir ve deneme bir olay anlatısı değildir. Ben olsam uzun hikâye diye adlandırırdım. Sonuçta hikâyelerde düşünceler paylaşılamaz diye bir kural yok. Hikâye ve roman yazarları kendi söylemek istedikleri şeyleri çoğu zaman kahramanların ağzından söyletmezler mi zaten? Burada yazar kendini de bir olay kahramanına dönüştürmüş durumda. (Dikkat Tatkaçıran*: Yazar, evindeki karanlık odada, çektiği eski fotoğrafları elden geçirirken Deniz Gezmiş’in fotoğrafına rastlar ve bir anda Deniz Gezmiş’in hayali yanında beliriverir. Birlikte, fotoğrafların çağrışımından yola çıkarak Denizlerin yaşadığı siyasal sürecin öncesini ve sonrasını soru cevap, sohbet karışımı bir şekilde hatırlarlar.) Biz de okurken bunun aksini düşünmüyoruz. E o halde, yazıyı yanlış lanse eden bu tanımlamanın ne anlamı var? Roman ya da hikâye de, geç. Olayın tek mekanda ve sınırlı bir zaman dilimi içerisinde başlayıp bittiğini ve kitabın hacmini düşünecek olursak bence en iyi tanımlama uzun hikâye olacaktır.
NEDEN OKUDUM NASIL OKUDUM: Bir arkadaşımın elinde gördüm, bu ne ki diye sordum. Açık olan çantamdan içeri bırakıverdi. Al sen okursun dedi. Tabi ki okumam demedim ve okudum. Zaten Deniz Gezmiş’e dair herhangi bir şey ilgimi çekmiştir her zaman.
SADET: Eserin her türlü okuyucuya hitap edebilecek basit bir anlatımı var. Kolay okunuyor. Bilhassa o dönemlerin siyasal manzarasından habersiz yeni kuşaklar için faydalı bir eser. Sonuçta elinde kitapla değil de telefonla yaşayan gençliğe tarihsel olayları didaktik metinlerle ulaştırmak bir hayli zor. Herkesin için değil de bu türden genç okur için ilgi çekici olabilir. İçinde Deniz Gezmiş’e dair bir şeyler bulunan her şeyi okurum diyenler, Deniz Gezmiş’i bir kere de kurgu kahraman olarak görelim diyenler de okuyabilirler.
Derinnot: Kitabın kapağındaki ve içindeki çizimler, benim çok sevdiğim bir karikatürist olan Kutlukhan Perker’e ait. İçerisinde nispeten bolca resim bulunduran kitap, Perker’in çizgi dili sayesinde zaman zaman çizgi roman tadı da veriyor.
*Tatkaçıran sözcüğünü “spoiler” yerine kullanıyorum. Yaşasın “artık yerleşmiş olsalar da bazı yabancı kelimelerin yerine ısrarla ve nafile bir çabayla Türkçelerini bulmaya çalışma hareketi”. Ne var? Mis gibi kelime:tatkaçıran.
8 Aralık 2018 Cumartesi
ŞIPSEVDİ ROMANI ve HÜSEYİN RAHMİ’NİN MİZAHI
GİRİZGAH: Mizah, her daim egemenleri tedirgin eden muzip ve bazen de muzır bir güç olmuştur. Yönetici sınıfını, bozuk düzenin işlemeyen çarklarına zekice sokulmuş mizah çomağı kadar rahatsız eden az şey vardır ve mizah, zeka ile yapılan bir muhalefet türü olduğu için de karşı tarafı çoğunlukla çaresiz bırakır.
Hüseyin Rahmi’nin Şıpsevdi’si de müthiş bir mizah bombardımanı. Osmanlıdaki baskıcı siyasal düzene, yanlış batılılaşmaya, ikiyüzlülükle dolu toplumsal yaşama… Her birine itinayla sokuyor çomağını.
Teknik olarak bazı sıkıntıları yok değil. Özellikle kitabın başında yer alan ve bir tramvayda geçen bölüm, çok eğlenceli nüveler vermekle beraber kitabın kurgusuna hiçbir katkıda bulunmuyor. Ana kahramanın pek de inandırıcı olmayan değişimi de teknik bir sıkıntı bence. Bu teknik sıkıntıların biraz da tefrika geleneğinden kaynaklandığının düşünüyorum. (Şöyle ki o dönemde romanlar dahil pek çok edebi eser, gazeteler yoluyla ulaşıyor okuyucuya. Yani gazetede parça parça tefrika ediliyor. Dolayısıyla-çok muhtemel olarak-tefrika edildiği uzunca müddet içerisinde yazarlar, eser üzerindeki hakimiyetlerini bir miktar yitiriyorlar.) Yazıldığı dönem-Türk romanının emekleme dönemi diyebiliriz- göz önünde bulundurulduğunda da aslında bu sıkıntılar çok göz ardı edilebilir şeyler.
Hüseyin Rahmi’nin dili öyle tatlı ki kitabın buna benzer kusurlarını, konudan ve kurgudan alakasız duran ilk bölümünü bile hoş görüyle karşılıyor insan. Hüseyin Rahmi’nin dili ve anlatımı tatlı dedim ama bu yalın olduğu şeklinde anlaşılmasın sakın. Orijinalinden okumaya kalkmayın, ellinci sayfaya gelmeden pes edebilirsiniz. Mutlaka dilinin sadeleştirildiği iyi bir basımını bulmak lazım.
Hüseyin Rahmi’nin bu eseri, Abdülhamit’in istibdat dönemine tesadüf ettiği için sansürlenmiş ve yasaklanmış. İlk basımından ancak on yıl sonra sansürsüzce neşredilebilmiş. Toplumdaki iki yüzlü din anlayışına, bastırılmış kadın erkek ilişkilerine, yozlaşmış yönetime varana değin birçok mizahi eleştiriye sahip olan bu kitap, yazıldığı dönem için biraz ileride gerçekten de ve bu yüzden baskı görmesi de normal.
Hele kitabın bazı bölümleri bir hayli erotik unsurlar da barındırıyor. Bu erotizmi, mizahla çok güzel seviştiren Hüseyin Rahmi, bana çok yerde kahkahalar attırdı.
NEDEN OKUDUM NASIL OKUDUM: Plansız ve obez okuma alışkanlığımı belki bir hal yola koyabilirim düşüncesiyle bir okuma grubuna katıldım bu eylül başında. Bu grup güzel insanlarla dolu Çekmeköy Dayanışması’nın okuma grubuydu. Şıpsevdi romanı da okuma grubuyla birlikte okuduğumuz 2.kitaptı. Öncesinde Mai ve Siyah’ı okumuştuk. Şıpsevdi’den sonra da Sinekli Bakkal’ı ve Kiralık Konak’ı okuduk grupça. Bu güzel etkinlikten beni haberdar eden ve sorgusuz sualsiz beni gruba dahil eden herkese müteşekkirim. Özellikle Çekmeköy ve yakınlarında oturuyorsanız, grubumuza yakın durun. Kitapseverleri bekleriz.
SADET: Yukarıda da değindiğim üzere kitabın roman tekniği üzerine birtakım sıkıntıları var lakin bu büyük ustanın öyle bir mizahı var ki nasıl yazıldığından ziyade ne anlattığına bakmak gerekiyor. Türk romanının henüz emeklediği bir dönemde böyle bir eser yazmak büyük iş. Bu yaşıma kadar Hüseyin Rahmi Gürpınar okumadığım için kendimi kınıyorum. Aşk olsun bana!
Not: Bu arada kitabın 1902 yılında ilk basıldığındaki adı “Alafranga” imiş. (Ki bence bu isim de yetersiz bir isim.) Sonra “Alafranga” önce sansürlenip sonra toplatılınca 1911 yılında tekrar yayınlanan kitaba bu sefer “Şıpsevdi” adını vermişler. Ben olsam kitabın ismini “Şıpsevdi” koymazdım. Kitabı yeterince yansıtabildiğini düşünmüyorum. Ben kitaba “Kabak Çiçeği Gibi Açılanlar” ya da “Kimin Eli Kimin Cebinde” ismini koyardım.
Hüseyin Rahmi’nin Şıpsevdi’si de müthiş bir mizah bombardımanı. Osmanlıdaki baskıcı siyasal düzene, yanlış batılılaşmaya, ikiyüzlülükle dolu toplumsal yaşama… Her birine itinayla sokuyor çomağını.
Teknik olarak bazı sıkıntıları yok değil. Özellikle kitabın başında yer alan ve bir tramvayda geçen bölüm, çok eğlenceli nüveler vermekle beraber kitabın kurgusuna hiçbir katkıda bulunmuyor. Ana kahramanın pek de inandırıcı olmayan değişimi de teknik bir sıkıntı bence. Bu teknik sıkıntıların biraz da tefrika geleneğinden kaynaklandığının düşünüyorum. (Şöyle ki o dönemde romanlar dahil pek çok edebi eser, gazeteler yoluyla ulaşıyor okuyucuya. Yani gazetede parça parça tefrika ediliyor. Dolayısıyla-çok muhtemel olarak-tefrika edildiği uzunca müddet içerisinde yazarlar, eser üzerindeki hakimiyetlerini bir miktar yitiriyorlar.) Yazıldığı dönem-Türk romanının emekleme dönemi diyebiliriz- göz önünde bulundurulduğunda da aslında bu sıkıntılar çok göz ardı edilebilir şeyler.
Hüseyin Rahmi’nin dili öyle tatlı ki kitabın buna benzer kusurlarını, konudan ve kurgudan alakasız duran ilk bölümünü bile hoş görüyle karşılıyor insan. Hüseyin Rahmi’nin dili ve anlatımı tatlı dedim ama bu yalın olduğu şeklinde anlaşılmasın sakın. Orijinalinden okumaya kalkmayın, ellinci sayfaya gelmeden pes edebilirsiniz. Mutlaka dilinin sadeleştirildiği iyi bir basımını bulmak lazım.
Hüseyin Rahmi’nin bu eseri, Abdülhamit’in istibdat dönemine tesadüf ettiği için sansürlenmiş ve yasaklanmış. İlk basımından ancak on yıl sonra sansürsüzce neşredilebilmiş. Toplumdaki iki yüzlü din anlayışına, bastırılmış kadın erkek ilişkilerine, yozlaşmış yönetime varana değin birçok mizahi eleştiriye sahip olan bu kitap, yazıldığı dönem için biraz ileride gerçekten de ve bu yüzden baskı görmesi de normal.
Hele kitabın bazı bölümleri bir hayli erotik unsurlar da barındırıyor. Bu erotizmi, mizahla çok güzel seviştiren Hüseyin Rahmi, bana çok yerde kahkahalar attırdı.
NEDEN OKUDUM NASIL OKUDUM: Plansız ve obez okuma alışkanlığımı belki bir hal yola koyabilirim düşüncesiyle bir okuma grubuna katıldım bu eylül başında. Bu grup güzel insanlarla dolu Çekmeköy Dayanışması’nın okuma grubuydu. Şıpsevdi romanı da okuma grubuyla birlikte okuduğumuz 2.kitaptı. Öncesinde Mai ve Siyah’ı okumuştuk. Şıpsevdi’den sonra da Sinekli Bakkal’ı ve Kiralık Konak’ı okuduk grupça. Bu güzel etkinlikten beni haberdar eden ve sorgusuz sualsiz beni gruba dahil eden herkese müteşekkirim. Özellikle Çekmeköy ve yakınlarında oturuyorsanız, grubumuza yakın durun. Kitapseverleri bekleriz.
SADET: Yukarıda da değindiğim üzere kitabın roman tekniği üzerine birtakım sıkıntıları var lakin bu büyük ustanın öyle bir mizahı var ki nasıl yazıldığından ziyade ne anlattığına bakmak gerekiyor. Türk romanının henüz emeklediği bir dönemde böyle bir eser yazmak büyük iş. Bu yaşıma kadar Hüseyin Rahmi Gürpınar okumadığım için kendimi kınıyorum. Aşk olsun bana!
Not: Bu arada kitabın 1902 yılında ilk basıldığındaki adı “Alafranga” imiş. (Ki bence bu isim de yetersiz bir isim.) Sonra “Alafranga” önce sansürlenip sonra toplatılınca 1911 yılında tekrar yayınlanan kitaba bu sefer “Şıpsevdi” adını vermişler. Ben olsam kitabın ismini “Şıpsevdi” koymazdım. Kitabı yeterince yansıtabildiğini düşünmüyorum. Ben kitaba “Kabak Çiçeği Gibi Açılanlar” ya da “Kimin Eli Kimin Cebinde” ismini koyardım.
7 Aralık 2018 Cuma
VAROLMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ ÜZERİNE
GİRİZGAH: Kabul edelim, her şey cinsellik üzerine dönüyor. Yani ana konumuz hep cinsellik. Diğerleri hep tali konular. Düşünsenize koskoca dinler tarihi bile bununla başlıyor. Havva, Adem’i ayartıp elmayı(ayvayı) yedirtiyor da bütün hikaye ondan sonra başlıyor falan. Hâl böyle olunca tabi ki sanatın da ana konuları arasında kadın erkek ilişkileri ve cinselliğin daha usturuplu sunumu olan “aşk” var. Öyle derin bir mevzu ve öyle bitmez bir kaynak ki üzerine milyonlarca sayfa yazılmış ama tükenmemiş. Hâlâ yazılmaya devam ediyor, hâlâ erkek milleti kadınları anlamaya ve de hâlâ kadın milleti erkekleri ehlileştirmeye çalışıyor. Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği romanı da bu kadim mevzu üzerine yazılmış. Ana kahramanlarımız Tomas ve Tereza, lakin yalnız değiller. Birkaç parçalı, birkaç farklı ve ortak aktörlü aşk ve aldatma hikâyesi kitabın omurgasını oluşturuyor.
Basit bir aşk romanının ötesinde insan psikolojisine dair de çok iyi değinmeler barındırıyor kitap. Yazarın aşk ve insanlık üzerine muazzam tespitleri var. Bir kısmını alıntılar kısmında paylaşacağım. Hem aşk ve insan psikolojisini bu kadar iyi anlat hem de bunu çok çarpıcı bir tarihsel fonu kullanıp bir dönem romanı haline getir. Bahsettiğimiz tarihsel fon “Prag Baharı” diye bilinen, Sovyetlerin Çekoslovakya’yı işgaliyle biten dönem. İşte bunların birleşimi romanı bir modern zamanlar klasiği haline getiriyor.
NEDEN OKUDUM NASIL OKUDUM: “Ölmeden Önce Okumanız Gereken Zilyonuncu Kitap Listeleri”nde adı geçen bir kitaptı zaten VDH. O yüzden kendisine aşinaydım. Lakin VDH’yi edinmem dostum Berduş’un(M.Dede) ısrarlı tavsiyesi üzerine oldu. 2017 Tüyap’ında edindiğim bu kitabı tabi ki önce nadasa bıraktım. Kitap uzunca bir süre, kitaplıktaki tozlarla haşır neşir oldu. Bir sene kadar sonra günün birinde Berduş’un da “Okudun mu, okudun mu?” darlamalarına dayanamayıp elime aldım kitabı. Otobüslü hayatın bana kazandırdığı zaman sayesinde bir haftada şipşak bitirdim kitabı. (Otobüslü hayatın nimetleri üzerinde de duracağım bir ara.)
SADET: VDH üst düzey bir roman. Gerek akıcı diliyle ve anlatımıyla(burada çevirmen Fatih Özgüven’e de şapka çıkartalım), gerek yazarın delici üslubuyla, gerek kurgusuyla ve söylemiyle bu sınıflandırmayı hak ediyor. Bu kitabın sol cenahta çok da sevilmediğini biliyorum zira ülkesi Sovyet işgaline uğrayan birisi olarak Kundera, Sovyetlere bolca geçirmiş kitabında. Bu tarz eleştiriler özellikle bizim Stalinist solumuzda kolay sindirilir şeyler değil. Bizde bu tarz eleştiriler karşı kampın elini güçlendirdiği gerekçesiyle pek hoş karşılanmaz. Neyse, kitabın böyle bir tarafı olması çok doğal bence. Hem Kundera’nın bir Çek olarak “Prag Baharı”na ve sonrasına tanıklık etmesi hem de romanın o dönemi fon olarak alması bu tarz bir eleştiriyi kaçınılmaz kılıyor zaten.
Meraklısına Not: Kitabın bir de 1988 yapımı bir sinema uyarlaması var. Ben izlemedim. İmdb notu 7.4, yani izlenir. Ben izlemeyi düşünmüyorum çünkü önce kitabını okuduğum hiçbir film beni tatmin edemedi bugüne kadar.
ALINTILAR:
“Gündelik hayatımız bir rastlantılar sağanağı altında yaşanır ya da daha kesin konuşmak gerekirse kişilerle olayların kazara bir araya gelmesiyle örülür. İki olay hiç beklenmedik bir biçimde aynı anda meydana gelir, kesişir: Tomas otelin lokantasında radyoda Beethoven çalarken boy gösterir. Böylesi kesişmelerin büyük bir çoğunluğunu fark etmeyiz bile. Tomas’ın oturduğu yerde oturan yörenin kasabı olsa, Tereza radyoda Beethoven çalındığını hiç fark etmeyecekti. Ama filizlenmekte olan aşkı, güzellik duyusunu tutuşturdu, o müziği bir daha hiç unutmadı Tereza. Ne zaman duyduysa yüreğinde bir kıpırtı oldu. O anda çevresinde olup biten her şey müzikle halelendi, onu güzelliğine büründü.” (s.61-62)
“…Babasına ihanet etmeye duyduğu özlemi tümüyle doyuramamıştı; komünizm de babadan başka bir şey değildi çünkü, babası kadar kısıtlı ve sıkı bir baba, ona aşkı da Picassoyu’da yasaklayan bir baba.” (S.102)
“… Peşine düştüğümüz hedefler hep bir parça sislerle örtülüdür. Evliliği özleyen genç kız bilmediği bir şeyi özler. Ün peşinde koşan gencin ün denen şey hakkında en ufak bir bilgisi yoktur. Attığımız her adıma anlamını veren şey o adım hakkında hiçbir şey bilmememiz gerçeğidir.” (s.136)
“… Romanlarımdaki kişiler kendime ilişkin gerçekleşmemiş olabilirliklerdir. Onlardan eşit derecede hoşnut olmam ve dehşete düşmem de bu yüzden. Her biri benim ancak kenarında dolaştığım bir sınırı aşmıştır. Bana en çekici gelen şey bu aşılmış sınırdır. Çünkü romanın sorguladığı sır o sınırın ötesinde başlar. Roman yazarın itirafları değildir, bir tuzak haline gelmiş dünyamızda yaşanan insan yaşamının araştırılmasıdır.” (S.239)
“Platon’un Şölen’indeki ünlü efsane aklına geldi ansızın:Tanrı onları ortadan ikiye ayırıncaya kadar bütün insanlar hermafroditti, o zamandan beri bu yarılar birbirlerini arayarak dünyanın dört bir bucağında gezinip duruyorlar. Aşk kaybettiğimiz yarıyı özleyişimizdi işte.” (s.257)
“Yaratılış Kitabı’nın en başında bize Tanrı’nın insanoğlunu balıklar, kuşlar ve tüm yaratıklar üzerinde egemenlik kursun diye yarattığı söylenir. Yaratılış Kitabı’nı yazan insandı elbette, at değil. Tanrı’nın insana hayvanlar üzerinde egemenlik kurma iznini verip vermediği pek belli değil. Daha akla yakın olanı, insanın inekle at üzerinde kurduğu egemenliği kutsasın diye Tanrı’yı yaratmış olması. Evet, bir geyiği ya da ineği öldürme hakkı insanoğlunun üzerinde görüş birliğine vardığı tek şey, en kanlı savaşlar sırasında bile.
Bu hakkı verili saymamızın nedeni hiyerarşinin en tepesinde olmamız. Ama hele oyuna üçüncü kişi girsin-kendisine Tanrı tarafından, “Bütün öteki yıldızlardaki yaratıklar üzerinde egemenlik kuracaksın,” denen, başka gezegenden bir yaratık- Yaratılış Kitabı’nı elde bir saymamız o an imkansızlaşır. Bir Marslının arabasına koşulan ya da Samanyolu sakinleri tarafından şişte kızartılan bir insanoğlu belki tabağındaki dana pirzolasını hatırlar da, inekten(çok geç olarak!) özür diler.” (s.304)
Basit bir aşk romanının ötesinde insan psikolojisine dair de çok iyi değinmeler barındırıyor kitap. Yazarın aşk ve insanlık üzerine muazzam tespitleri var. Bir kısmını alıntılar kısmında paylaşacağım. Hem aşk ve insan psikolojisini bu kadar iyi anlat hem de bunu çok çarpıcı bir tarihsel fonu kullanıp bir dönem romanı haline getir. Bahsettiğimiz tarihsel fon “Prag Baharı” diye bilinen, Sovyetlerin Çekoslovakya’yı işgaliyle biten dönem. İşte bunların birleşimi romanı bir modern zamanlar klasiği haline getiriyor.
NEDEN OKUDUM NASIL OKUDUM: “Ölmeden Önce Okumanız Gereken Zilyonuncu Kitap Listeleri”nde adı geçen bir kitaptı zaten VDH. O yüzden kendisine aşinaydım. Lakin VDH’yi edinmem dostum Berduş’un(M.Dede) ısrarlı tavsiyesi üzerine oldu. 2017 Tüyap’ında edindiğim bu kitabı tabi ki önce nadasa bıraktım. Kitap uzunca bir süre, kitaplıktaki tozlarla haşır neşir oldu. Bir sene kadar sonra günün birinde Berduş’un da “Okudun mu, okudun mu?” darlamalarına dayanamayıp elime aldım kitabı. Otobüslü hayatın bana kazandırdığı zaman sayesinde bir haftada şipşak bitirdim kitabı. (Otobüslü hayatın nimetleri üzerinde de duracağım bir ara.)
SADET: VDH üst düzey bir roman. Gerek akıcı diliyle ve anlatımıyla(burada çevirmen Fatih Özgüven’e de şapka çıkartalım), gerek yazarın delici üslubuyla, gerek kurgusuyla ve söylemiyle bu sınıflandırmayı hak ediyor. Bu kitabın sol cenahta çok da sevilmediğini biliyorum zira ülkesi Sovyet işgaline uğrayan birisi olarak Kundera, Sovyetlere bolca geçirmiş kitabında. Bu tarz eleştiriler özellikle bizim Stalinist solumuzda kolay sindirilir şeyler değil. Bizde bu tarz eleştiriler karşı kampın elini güçlendirdiği gerekçesiyle pek hoş karşılanmaz. Neyse, kitabın böyle bir tarafı olması çok doğal bence. Hem Kundera’nın bir Çek olarak “Prag Baharı”na ve sonrasına tanıklık etmesi hem de romanın o dönemi fon olarak alması bu tarz bir eleştiriyi kaçınılmaz kılıyor zaten.
Meraklısına Not: Kitabın bir de 1988 yapımı bir sinema uyarlaması var. Ben izlemedim. İmdb notu 7.4, yani izlenir. Ben izlemeyi düşünmüyorum çünkü önce kitabını okuduğum hiçbir film beni tatmin edemedi bugüne kadar.
ALINTILAR:
“Gündelik hayatımız bir rastlantılar sağanağı altında yaşanır ya da daha kesin konuşmak gerekirse kişilerle olayların kazara bir araya gelmesiyle örülür. İki olay hiç beklenmedik bir biçimde aynı anda meydana gelir, kesişir: Tomas otelin lokantasında radyoda Beethoven çalarken boy gösterir. Böylesi kesişmelerin büyük bir çoğunluğunu fark etmeyiz bile. Tomas’ın oturduğu yerde oturan yörenin kasabı olsa, Tereza radyoda Beethoven çalındığını hiç fark etmeyecekti. Ama filizlenmekte olan aşkı, güzellik duyusunu tutuşturdu, o müziği bir daha hiç unutmadı Tereza. Ne zaman duyduysa yüreğinde bir kıpırtı oldu. O anda çevresinde olup biten her şey müzikle halelendi, onu güzelliğine büründü.” (s.61-62)
“…Babasına ihanet etmeye duyduğu özlemi tümüyle doyuramamıştı; komünizm de babadan başka bir şey değildi çünkü, babası kadar kısıtlı ve sıkı bir baba, ona aşkı da Picassoyu’da yasaklayan bir baba.” (S.102)
“… Peşine düştüğümüz hedefler hep bir parça sislerle örtülüdür. Evliliği özleyen genç kız bilmediği bir şeyi özler. Ün peşinde koşan gencin ün denen şey hakkında en ufak bir bilgisi yoktur. Attığımız her adıma anlamını veren şey o adım hakkında hiçbir şey bilmememiz gerçeğidir.” (s.136)
“… Romanlarımdaki kişiler kendime ilişkin gerçekleşmemiş olabilirliklerdir. Onlardan eşit derecede hoşnut olmam ve dehşete düşmem de bu yüzden. Her biri benim ancak kenarında dolaştığım bir sınırı aşmıştır. Bana en çekici gelen şey bu aşılmış sınırdır. Çünkü romanın sorguladığı sır o sınırın ötesinde başlar. Roman yazarın itirafları değildir, bir tuzak haline gelmiş dünyamızda yaşanan insan yaşamının araştırılmasıdır.” (S.239)
“Platon’un Şölen’indeki ünlü efsane aklına geldi ansızın:Tanrı onları ortadan ikiye ayırıncaya kadar bütün insanlar hermafroditti, o zamandan beri bu yarılar birbirlerini arayarak dünyanın dört bir bucağında gezinip duruyorlar. Aşk kaybettiğimiz yarıyı özleyişimizdi işte.” (s.257)
“Yaratılış Kitabı’nın en başında bize Tanrı’nın insanoğlunu balıklar, kuşlar ve tüm yaratıklar üzerinde egemenlik kursun diye yarattığı söylenir. Yaratılış Kitabı’nı yazan insandı elbette, at değil. Tanrı’nın insana hayvanlar üzerinde egemenlik kurma iznini verip vermediği pek belli değil. Daha akla yakın olanı, insanın inekle at üzerinde kurduğu egemenliği kutsasın diye Tanrı’yı yaratmış olması. Evet, bir geyiği ya da ineği öldürme hakkı insanoğlunun üzerinde görüş birliğine vardığı tek şey, en kanlı savaşlar sırasında bile.
Bu hakkı verili saymamızın nedeni hiyerarşinin en tepesinde olmamız. Ama hele oyuna üçüncü kişi girsin-kendisine Tanrı tarafından, “Bütün öteki yıldızlardaki yaratıklar üzerinde egemenlik kuracaksın,” denen, başka gezegenden bir yaratık- Yaratılış Kitabı’nı elde bir saymamız o an imkansızlaşır. Bir Marslının arabasına koşulan ya da Samanyolu sakinleri tarafından şişte kızartılan bir insanoğlu belki tabağındaki dana pirzolasını hatırlar da, inekten(çok geç olarak!) özür diler.” (s.304)
6 Aralık 2018 Perşembe
SAPİENS (OKUMAYAN KALMASIN!)
Girizgah: Babam biz çocukken Bilim Teknik dergisine abone olmuştu, sağ olsun. (Uzun süre de Atlas aboneliğimiz vardı.) Tübitak’ın henüz çocuklara yönelik dergi çıkarmadığı dönemlerdi. Yazıların %99’unu anlamazdım ama bir gayretle okurdum yine de. O %1 sayesinde bilimi seven, bilime saygı duyan Baran Doğan’ın tabiriyle bilim burcu insanlar olduk elhamdülillah.
Eskiden bilimsel makaleler gerçekten çok ağır olurdu ve anlayamazdık. Ortalama insanların büyük bir çoğunluğu bilimsel metinleri anlamadıkları için bu yönde okuma yapmayı sevmezler. (Bilimin sevdirilmesi zorunluluktur.) Ben de bu ortalama güruhun bir parçasıyım. Sosyal medyaya(internete) erişimin kolaylaşmasının en güzel yanlarından birisi bu alanda da artık herkesin okuyabileceği şeylere ulaşma imkanının olması. Evrim Ağacı diye muhteşem bir sayfa var örneğin. Bizim gibilerin de en azından %30’unu filan anlayabileceği şahane yazılar yazıyorlar. İşte Sapiens tam bu kalemde bir kitap. Herkesin anlayabileceği düzeyde ve herkesin ilgisini çekebilecek bir konu hakkında yazılmış. Konusu insan ve insana dair her şey…
Neden Okudum Nasıl Okudum: Sapiens çıktığı ilk zamandan itibaren çok satan ve üzerine çok konuşulan bir kitap oldu. Bense piyasaya çıktığı ilk zamanlarda değil, daha yenice okudum. Popüler kitapları okumamak gibi havalı(!) bir tavrım vardır ama bunun hava civayla ilgisi yok. Tamamen savruk, plansız okuma alışkanlığımla alakalı. Sapiens’i bana ünlü SM fenomeni Baran Doğan hediye etti. Kendisi SM’de Sapiens kitabından da bahsetmişti zaten. Neyse BD bana hediye ettikten sonra, her kitaba yaptığımı yapıp Sapiens’i kitaplığa kaldırdım ve onu orada unuttum. Bir süre sonra eşimle beraber onu amacı dışında kullanmaya başladık. Elimizde artırabildiğimiz 100-200 lira olursa kitabın arasına koyuyor, zor zamanlar için orada bekletiyorduk. Adı da Sapiensbank olmuştu. Paramız mı bitti, hop Sapiensbank’a bakıyorduk. Bu bir süre böyle devam etti. En son yaz sonuna doğru elim bir umutla sayfalarını araladığında gözlerim acı gerçekle yüzleşti. Sapiensbank boştu. O gün yolculuğa çıkacaktım ve Sapiens’i artık asıl amacıyla kullanmanın zamanının geldiğine karar verip yanıma aldım. Bir seneyi aşkın bir süredir kitaplıkta demlenmişti. Çok beğendiğim pek çok kitaba yaptığım şey, bu kitabın da başına geldi ve elimde epeyce süründü. (Çok sevdiğim kitapları bitirmemeye çalışır, yavaş yavaş okurum. Ne, manyak mı? Sensin manyak!) Yaz sonunda başlayıp başucu kitabıma dönüştürdüğüm bu kitabı sindire sindire(!) iki ayda bitirdim.
Sadet: Devlet başkanı olsam liseye geçen her öğrenciye zorla okutur, müfredata koyarım. İlkokul ve ortaokullar için sadeleştirilmiş versiyonlarını hazırlatır, çizgi romanını yaptırtırım.
Öyle bir kitap ki sağını solunu çizmekten, notlar almaktan helak olabilirsiniz. Tadımlık birkaç da alıntı yapalım:
“Bir tarafta nehirlerin, aslanların ve ağaçların nesnel gerçekliği; öte yanda tanrıların, milletlerin ve şirketlerin hayali gerçekliği. Zaman geçtikçe hayali gerçeklik daha da güçlendi; öyle ki bugün nehirlerin, aslanların ve ağaçların yaşamı hayali varlıklar olan tanrılar, milletler ve şirketlerin insafına kalmış durumdadır.” (Sapiens, s.45)
“Tarihin en kesin yasalarından biri de şudur: Lüksler zamanla ihtiyaç haline gelir ve yeni zorunluluklar ortaya çıkarır. İnsanlar belli bir lükse alıştıklarında bir süre sonra onu kanıksarlar. Onu yaşamlarında hep bulundururlar ve bir süre sonra onsuz yaşayamaz hale gelirler. Kendi çağımızdan bir başka örneği ele alalım. Son birkaç on yılda hayatı daha rahatlatacağını varsaydığımız sayısız şey icat ettik: Çamaşır makineleri, elektrikli süpürgeler, bulaşık makineleri, telefonlar, cep telefonları, bilgisayarlar, e-posta vs. Eskiden bir mektup yazıp zarfa koymak, üstüne pul yapıştırıp posta kutusuna atmak insanı epey uğraştıran bir işti, mektuba cevap almak günler ve haftalar, hatta aylar alabiliyordu. Günümüzdeyse bir dakika içinde çarçabuk bir e-posta yazıp dünyanın öbür ucuna gönderebiliyorum ve eğer gönderdiğim kişi çevrimiçiyse anında cevap alabiliyorum. Böylece mektup yazmanın aldığı tüm zamanı ve çabayı ortadan kaldırmış oldum, peki bugün daha rahat bir hayat mı yaşıyorum?
Maalesef cevap hayır. Klasik posta çağında insanlar yalnızca gerçekten söyleyecek önemli bir şey olduğunda mektup yazarlardı. Akıllarına gelen ilk şeyi yazmak yerine ne söylemek istediklerini ve bunu nasıl aktaracaklarını önceden dikkatli bir şekilde düşünürlerdi. Bunun sonucunda da, aynı şekilde düşünülmüş bir cevap almayı beklerlerdi. Zaten çoğu insan ayda birkaç mektuptan fazlasını yazmıyordu ve gelen mektuplara da hemen cevap vermek gibi bir zorunluluk duyulmuyordu. Bense bir gün içinde düzinelerce e-posta alıyorum ve bunların hepsini hızlıca cevaplandırmam gerekiyor. Bu icatları yaparken zaman kazanacağımızı düşünüyorduk, ancak aslında günlerimizi daha endişeli ve kaygılı geçirmemize sebep olacak şekilde hayatın hızını normalin on katına çıkartmış olduk.” (Sapiens, s.99-100)
“Bir diğer örnek de modern siyasi sistemdir. Dünyanın dört bir yanındaki insanlar Fransız Devrimi’nden bu yana eşitlik ve bireysel özgürlüğü temel değerler olarak görmeye başladılar, ki bu iki değer bile aslında birbiriyle çelişir. Eşitlik ancak daha iyi durumdakilerin özgürlüklerini kısıtlayarak sağlanabilir. Her bireyin tamamen istediği gibi davranabileceğinin güvencesini vermek kaçınılmaz olarak eşitliğe zarar verecektir. Buna bağlı olarak, 1789’dan beri tüm dünyanın siyasi tarihi bu çelişkiyi giderme çabaları olarak görülebilir. (…) Bu tip çelişkiler her insan kültürünün ayrılmaz bir parçasıdır. Hatta bunlar kültürün motorudur, türümüzün yaratıcılığının ve dinamizminin en başta gelen sebebidir. Tıpkı aynı anda basılan iki müzik notasının müziği ileri götürmesi gibi, düşüncelerimizdeki, fikirlerimizdeki ve değerlerimizdeki uyumsuzluklar bizi araştırmaya, eleştirmeye ve yeniden değerlendirmeye mecbur eder. Tutarlılık, durgun zihinlerin oyun alanıdır.” (Sapiens, 170-171)
“Avrupa emperyalizmi, dünyadaki diğer emperyal projelerden tamamen farklıydı. Daha önceki imparatorluklar dünyayı zaten anladıklarını düşünüyorlar ve fetihleri sadece kendi dünya görüşlerini yaymak için gerçekleştiriyorlardı. Örneğin Araplar, Mısır’ı, İspanya’yı ve Hindistan’ı bilmedikleri bir şey bulmak için fethetmediler. Romalılar, Moğollar ve Aztekler yeni toprakları güç ve zenginlik için büyük bir hırsla fethettiler, ama bilgi için değil. Buna karşın, Avrupalı emperyalistler yeni topraklar yanında yeni bilgiler edinmek amacını da güderek uzak topraklara yelken açtılar.” (Sapiens, 282)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)