31 Temmuz 2020 Cuma

YAŞAMAK AĞRISI ASILDI BOYNUMA*



“Ya dışındasındır çemberin
Ya da içinde yer alacaksın
Kendin içindeyken
Kafan dışındaysa
Çaresi yok kardeşim
Her akşam böyle içip kederlenip
Mutsuz olacaksın
Meyhane masalarında kahrolacaksın
Şiirlerle şarkılarla
Kendini avutacaksın
Ya dışındasındır çemberin
Ya da içinde yer alacaksın”

Yeni Türkü’nün muhteşem şarkısı “Çember”in sözleri yukarıdaki gibidir. Sadece üç dörtlükle ne çok şey anlatıyor. Ayfer Tunç’un “Dünya Ağrısı romanında 331 sayfada anlattıklarının bir özeti gibi Yeni Türkü’nün “Çember”i.

Ayak uyduramayanların, -mış gibi yapamayanların, yalnız ruhların romanı Dünya Ağrısı. Kitapta Dünya Ağrısı diye tabir edilen şey fiziksel ağrılar gibi değil. Bir çeşit ruhsal ağrı, zihinsel bir ağrı başka bir deyişle. Ve hatta varoluşsal bir ağrı… Dolayısıyla dünya ağrısının bir ilacı da yok. Fiziksel ağrılar bir şekilde dindirilebiliyor ama dünya ağrısı dindirilemiyor bir türlü. En iyi anında, en mutlu anında bile gelip buluyor seni, sızım sızım sızlıyor bir yerlerinde. Bazı insanlar bu ağrıyı hiç bilmiyorlar. Çünkü doğduklarından beri bir kez bile sorgulamamışlar yaşadıkları hayatı, içine doğdukları dünyayı. Dünya ağrısı olmayanlar, mutlu(cahil/çocuk**) insanlar aynı zamanda. Dünya ağrısı çekenler ise çoğunlukla mutsuzlar. Dünya ağrısına rağmen mutlu da olunabilir aslında, ama belli belirsiz ve üç beş kısa andan ibarettir.***

Bazı kitaplar arasında ruh benzerliği bulunur. Ayfer Tunç’un bu romanının da “Aylak Adam, Anayurt Oteli, Tutunamayanlar” gibi romanlarla ruh benzerliği taşıdığını söyleyebiliriz. Hatta Anayurt Oteli’ne direkt gönderme bile var yakalayabilene. Benzer konular, başka romanlarda hem de artık kült olmuş romanlarda çok çok iyi bir şekilde işlenmiş olmasına rağmen “Dünya Ağrısı” hiç de “öykünen bir roman” olarak kalmamış. Kendi dilini, tınısını bulmuş; kendi atmosferini yaratmış ve kendi ayakları üzerinde duran sağlam bir romana dönüşmüş. Yeşil Peri Gecesi’nde çok beğendiğim Ayfer Tunç, bir kez daha kalbimi fethetti. Onun bu kadar derin meseleleri bu kadar iddiasız, yalın bir şekilde ifade edebilmesine bir kez daha hayran oldum.

“İyi kitapların insana iyi gelmediğini düşünürüm.” demişti Cybill Ètoile adlı bir Fransız düşünür. Biraz düşününce hak vermemek elde değil. İyi kitaplar bizi dürten, rahatsız eden, düşünmeye ve sorgulamaya iten kitaplardır. “Dünya Ağrısı” da bunlardan biri. Dürtmekle, rahatsız etmekle kalmıyor üstelik ayna tutuyor size. Ben kendimi bolca gördüm o aynada, heyhat!. İşte böyle, olur da bir gün bu kitabı okuyacağınız tutarsa ve de siz de-benim gibi-bu romandaki kahramanla pek çok ortak noktanız olduğunu düşünürseniz “vay halinize” ya da “ne mutlu size!”

------------------------------------------------------------------------------------------

Dipnotlar:
*”Yaşamak ağrısı asıldı boynuma/Oysa türkü tadında yaşamak isterdim.” Nevzat Çelik’in o müthiş şiiri “Şafak Türküsü”nden bir dize. Nevzat Çelik’in bu şiiri aklıma her gelişinde tüylerimi diken diken eder. Ahmet Kaya tarafından efsane bir şekilde bestelenmiş ve seslendirilmiş olduğu için değil sadece. Tamamen gerçek olduğu için. Nevzat Çelik, bu şiiri hapishanede idamını beklerken yazmıştır. Henüz 22 yaşında gencecik bir delikanlıdır ve ömrünün baharında düşüncelerinden ötürü idamla yargılanmaktadır. Ve işte o günlerde bu şiiri yazar. Yazının başlığının görüldüğü üzere kitapla bir ilgisi yok. Dünya Ağrısı tamlaması bana şiirdeki “yaşama ağrısı”nı çağrıştırdığı için bu başlığı seçtim. Ha tabi, bu şiirde anlatılanlarla kitapta anlatılanların büsbütün alakasız olduğunu söyleyemeyiz yine de. Sonuçta Nevzat Çelik de bir ayak uyduramayandır ve bazı ayak uyduramayanlar gibi dünyayı kurtarabileceğini/değiştirebileceğini sanmıştır. Ve bu güzel düşünceyle çıktığı yolda onu ve onun gibi uyumsuzları anlayamayanların renksiz sistemi gelip “yaşama ağrısı”nı asmıştır Çelik’in boynuna.

**Hermann Hesse, Siddharta romanında hayatı sorgulamadan yaşayan yığınları tanımlarken “çocuk insanlar” tabirini kullanıyordu.

*** “yaşamak dediğin üç beş kısa mutlu andan ibaret” (Yanmışım Sönmüşüm Ben, Sezen Aksu)


29 Temmuz 2020 Çarşamba

İSTANBUL İSTANBUL İSTANBUL İSTANBUL İSTA…



Çok büyük şeyleri tanımlamak zordur. Onlara paha biçmek, bir yere yerleştirmek, somutlamak, bir anlama büründürmek zor, çok zor iştir. Deveye hendek atlatsanız, ağzınızla kuş tutsanız bile kâr etmeyebilir. Eksik gedik bir yerleri hep kalır. Mesela aşk… Öyle ya, ne kadar insan varsa o kadar aşk tanımı vardır. Kimin haddinedir “aşk”ı anlatabilmek.


İşte İstanbul da o “şey”lerden biri. Öyle büyük, öyle büyüleyici, öylesine yoldan çıkarıcı, öylesine benzersiz ki İstanbul… Anlatın desek, herkes başka bir şey anlatır onunla ilgili.


Burhan Sönmez’in “İstanbul İstanbul” romanında böyle bir İstanbul var işte. Bir yanda şaşaa bir yanda sefalet, bir yanda direniş bir yanda teslimiyet, bir yanda umut öbür yanda yedi kat karanlık… Dedik ya, çok büyük şeyleri anlatmak da güç diye. Kitabın adına ve kapağına bakıp İstanbul üzerine safi bir güzelleme sanmayınız. İstanbul imgesi pek çok şeyi dolduruyor kitapta ama her şey onun üzerine söylenmiyor. Kavgamızın şehri* İstanbul’da görmediğimiz, bilmediğimiz hikâyelerin, hayatların romanı İstanbul İstanbul.


Bana bu romanı şair dostum Aziz Aytaş tavsiye etmişti. Feysbukta paylaştığım bir kitap yazısının altına-okuma tavsiyesi sormuş olmalıyım ki-tavsiye olarak bırakıvermişti Burhan Sönmez’in İstanbul İstanbul’unu. Bir şairin önerisi mühimdir, göz ardı edilemez. Hemencecik iliştirivermiştim okuma listeme. E, ama serde var çöp okurluk, onu oku bunu oku derken ancak sıra geldi İstanbul İstanbul’a. Kitap hakkında hiçbir şey bilmeden aldım kitabı elime. Ne konusu ne yazarı hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Kitabın ne anlatıyor olabileceğine dair bir fikir bile yürütmemiştim içimden. O güzel, romantik İstanbul fotoğrafından oluşan kapak bile harekete geçirmemişti beni. O denli beklentisiz ve sıfır noktasında başladım kitaba.


Ve tabiri caizse kitap beni çarptı. Bir kitabı beğenmekle o kitaba çarpılmak arasında fark var. Bazı kitapları okur bitirir ve beğenirsiniz. Bazıları ise sizi avucu içine alıverir ve son sayfasına kadar bırakmaz. Bahsettiğim şey salt sürükleyicilikle falan ilgili değil. Bahsettiğim şey; kitapta yaratılan atmosfer, karakterler, konu, dil ve anlatımıyla yani bir bütün olarak sizi kavrayıvermesinden bahsediyorum. Bu kitabın da daha ilk bölümünde bu olay başıma geldi. Bu kitap “benim kitaplarımdan” biri olacak dedim içimden. Boşuna değilmiş dedim şair abimizin tavsiyesi.
Peki, kitap ne mi anlatıyor. I-ıh olmaz. Konusuna dair hiçbir şey söylemeyeceğim. Ola ki okumak isteyen biri çıkarsa benim gibi sıfır noktasında alsın isterim kitabı eline. Benim yaşadığım sürprizi yaşasın. Afallasın, üzülsün, kahkahalara boğulsun; kahrolsun, umutlansın, şaşırsın isterim.


Çok uzun yazmayacağım bu sefer.(Zaten, anam bile yazılarımı uzun bulduğu için okumadığını itiraf etti.) Büyüsü bozulsun istemiyorum. Üzerine söz söylenen şey zenginleşir zenginleşmesine ama üzerindeki efsunda uçuklaşmaya başlar yavaş yavaş. Kalsın istiyorum oysa. O efsun, kitabı güzel yapıyor.

Kitabın kahramanlarından biri olan Küheylan Dayı’dan bir alıntıyla** bitireyim. Kitabın geneline sirayet eden o masalsı şiirsellikten bir kuple: “Babam akşamları gaz lambasının ışığında duvara eliyle gölgeler yapar, maharetli parmaklarıyla kentler kurardı. İstanbul’u da öyle anlatırdı. Vapurları uzun, trenleri daha uzun yansıtır, sonra duvara bir ağacın yanında bekleyen bir gencin gölgesini verirdi. Bu genç ne bekliyor, diye sorduğunda, hep bir ağızdan, sevdiğini bekliyor, derdik. O inadına tersini yapar, delikanlıyı zindanlara kapatır, batakhanelere atar, ancak bizim umutsuzluğa kapıldığımız bir anda sevdiğine kavuştururdu. İstanbul çok büyük, derdi, her duvarın ardında başka bir hayat, her hayatın ardında başka bir duvar var. Kuyu gibi, hem derin hem dardır İstanbul. Kimisi onun derinliğinde sarhoşlanır, kimisi darlığında sıkılır. Babam sonra döner, size kendi tanık olduğum bir İstanbul hikâyesi anlatayım, derdi. Hem anlatır hem de hikâyeyi parmaklarıyla duvara resim gibi yansıtırken, bizi küçük evimizden alıp lambanın gölgesinde doğan ve gecelerimizi uçsuz bucaksız kaplayan o meçhul kente taşırdı.”


*Ey sen ne güzelsin, ey kavgamızın şehri… (İstanbul, Vedat Türkali)
** Kitapla ilgili diğer alıntılarımı merak ederseniz. Twitterda @gorkimania hesabını takip edebilirsiniz.

8 Temmuz 2020 Çarşamba

“AÇLIK”A KATLANMAK




Herkesin kendinde sevmediği ve değiştirmek istediği özellikleri vardır. Benim en sevmediğim özelliğim açlığa karşı dayanıksız oluşumdur. Aç kalmaya göreyim elim ayağım titrer, hayatla tüm bağım kesilir. Bu özelliğimi sevmem çünkü açlıkla terbiye olan binlerce-milyonlarca insan varken yeryüzünde, azıcık açlığa dayanamamak bir nevi şımarıklık gibi gelir bana. Bu sebepten ötürü de açlığını terbiye edebilen insanlara saygı duyarım hep.


Bir insanın açlığa iradî bir şekilde karşı koyabilmesi takdir edilesi bir davranıştır ama insanların açlığa mahkûm edilmesi ise utanç vericidir. İnsanoğlu bu makûs kaderle çokça yüzleşmiştir tarih boyunca. Savaşlar, göçler, kıtlıklar neticesinde insanlar açlıktan kırılmıştır pek çok dönemde. İnsanlık tarihinin acı gerçeklerinden biri olan “açlık”, haliyle edebiyatın da konusu olmuştur pek çok zaman. Özellikle savaş ve kriz dönemlerini fon alan romanlarda bu temaya rastlamak çok olağandır.


Örneğin Yaşar Kemal, Dağın Öte Yüzü üçlemesinde açlığı öyle bir anlatır ki insanın tüyleri diken diken olur. Sadece açlığı değil, kıtlığı, sefaleti, korkuyu, çaresizliği öyle gerçekçi anlatır ki bu gerçeklik karşısında alabora eder okuyucusunu. Bu üçleme bence Türk Edebiyatı’nın doruğudur. Her neyse konumuz Dağın Öte Yüzü üçlemesi değil şu anda. (Bununla ilgili de bir yazım var. İlgilenenler http://gorki-diyor-ki.blogspot.com/2019/07/endise-merak-ve-bekleyis.html adresinden “Endişe, Merak ve Bekleyiş” adlı yazımı okuyabilirler.) Bu yazının konusu ise Knut Hamsun’un “Açlık” romanı.

Varlık Yayınları’ndan* Behçet Necatigil’in çevirisiyle okudum ben kitabı. Kitabın başında Behçet Necatigil’in “Knut Hamsun ve Açlık Romanı” hakkında bir giriş yazısı mevcut. Bu yazıda Hamsun’un hayat hikâyesi de aktarılmış okuyucuya. Giriş yazısının da aktardığından hareketle “Açlık” romanının otobiyografik özellikler taşıdığını söyleyebiliriz. Yani yazarın kendi hayatından izler taşıyor hikâye.
Hikâyemizin adsız kahramanı yani anlatıcımız tıpkı Hamsun gibi bir yazar. Yani hayatını yazdıklarıyla sürdürüyor. Aslında sürdürüyor diyemeyiz buna tam olarak sürdürmeye çalışıyor. Hatta düpedüz sürünüyor adamcağız. Gazetelere yazdığı makale ve öykülerle geçinmeye çalışan yazarımız bırakın karnını doyurmayı başını sokacak bir yer bile bulamıyor bazı zamanlarda. Kalacak bir yeri olsa karnı aç oluyor, karnı doysa kalacak yeri olmuyor. İnanılmaz bir sefaletin avucunda sürdürüyor hayatını. Yani kitabın başındaki yaşam öyküsünü okumasanız yok canım bu kadar da olmaz artık, yazar efendi abartmış biraz diyesiniz geliyor. “Açlık” insanlığın acınası sefaletinin ortaya çok başarılı bir şekilde konulduğu romanlardan biri. Hamsun’un akıcı dili, sarsıcı gerçekçiliği ile yer yer sinirleriniz laçka ola ola okuyorsunuz.

Klasik eserler insana mercek tuttukları ve evrensel konuları işledikleri için klasik olmuşlardır. Bu durum “Açlık” için de geçerli, yazarımızın çektiği açlık ve sefalet, hayatta kalma çabaları, insanlığın talihsiz tarihine yakılmış ortak bir ağıt gibi. Bu tarz kitapları bitirdiğimizde içimizde bir yerleri ısıran öfkeye, dilimizde dolaşan küfürler eşlik eder. Kavanoz dipli dünyaya veryansın ederiz. Açlık da bizde bu hisleri uyandırıyor. Açlık romanı okunması kolay ama sindirilmesi zor bir kitap olsa da her şeye rağmen içimize küçük bir umut tohumu ekerek bitiyor ve böyle hikâyelerin her zaman başımızın üstünde yeri vardır.

*Not 1: Romanın çevirisi yazıda da belirttiğim üzere edebiyatımızın önemli isimlerinden biri olan Behçet Necatigil’e ait. Behçet Necatigil’in çevirisi tabii ki gayet leziz. Lakin kitapta bariz yazım yanlışları bulunmakta. Bunların birden fazla yerde tekrar ediliyor olması bunun bir dizgi hatası olmadığını gösteriyor bize. Bunlardan bazıları şunlar:anlıyamıyordum, kanape, sağnağıyla, raslamış, ergeç, döğme… Doğruları şu şekilde olmalıydı: anlayamıyordum, kanepe, sağanağıyla, rastlamış, er geç, dövme. Bu yanlışların sebebi, Necatigil’in çevirisinin ilk haline hiç dokunulmamış olması olsa gerek. Necatigil gibi büyük bir şair bu sözcüklerin nasıl yazılacağını bilmiyor muydu peki? Elbette biliyordu ve muhtemelen onun zamanında zaten bu sözcükler böyle yazılıyordu. Yani Necatigil aslında yazım yanlışı yapmadı ama yazım kuralları-pek çok kez olduğu gibi-zaman içerisinde değişti. Bu yazımlar eskide kaldı dolayısıyla. Burada kabahatli olan hiç kusura bakmasınlar ama Varlık Yayınları’dır. Bir kitap değil 44.basımını isterse 144.basımını yapsın yine de dönemin yazım kurallarına göre gözden geçirilmeli, gerekiyorsa düzeltilmeli, eğer çevirenin yazımına sadık kalınacaksa da bu durum editöryal bir açıklamayla belirtilmelidir. Sabahattin Ali’yle ilgili yazıda Varlık Yayınları’nın efsane bir cep boy kitaplar serisi olduğunu belirterek onları övmüştüm ama burada eleştiriyi hak ettiklerini düşünüyorum.

7 Temmuz 2020 Salı

SABAHATTİN ALİ OKUMAYI BIRAKIN ARTIK




Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna”sını 20’li yaşlardayken okumuştum ve tüm okurlar gibi beni de hemencecik etkisi altına alıvermişti bu romantik şaheser. Su gibi akan, insanı duygudan duyguya sürükleyen bu romanın çok okunması ve çok beğenilmesi gayet normaldi. Kürk Mantolu Madonna’nın hemen arkasından “Kuyucaklı Yusuf”u da okumuştum. Bu kitapla birlikte Sabahattin Ali’ye olan hayranlığım pekişmiş, yazdığı her şeyi okuma isteği uyandırmıştı bende. Bu iki romanından sonra oturup öykü kitaplarını okudum Sabahattin Ali’nin. “Kağnı, Değirmen, Sırça Köşk, Yeni Dünya, Ses” adındaki öykü kitaplarında toplanmıştı öyküleri. Görkemli yalınlığıyla, buram buram gerçekliğiyle öyküleri de çok çarpıcıydı. İçimizdeki Şeytan’ı da almıştım* ama bir türlü okumaya kıyamıyordum. Zaten epi topu üç romanı vardı ve onu da okuyunca bitiverecekti romanlar. Öyküler zaten bitmişti. O sırada sevgili arkadaşım Elmas Okumuş bak bir de bunu oku, gerçek Sabahattin Ali’yi bir de burada gör diyerek “Markopaşa Yazıları ve Ötekiler” kitabını hediye etmişti bana. Aziz Nesin’le beraber çıkardıkları Markopaşa dergisinde ve diğer dergilerde(Merhumpaşa, Malumpaşa, Ali Baba, Tan, Varlık, Resimli Ay vd.) çıkan yazılarının toplandığı kitaptı bu. Sabahattin Ali’ye olan hayranlığım iki katına çıkmıştı bu kitapla beraber. Herkesin konuşmaya, yazmaya çekindiği konuları yazıyordu dergilerdeki yazılarında. Hem de zor ve tehlikeli zamanlarda. Adaletten, eşitlikten, özgürlükten bahsediyordu. Edebi kişiliğiyle zaten büyük olan yazar, düşüncelerini korkmadan savunan halkçı bir aydın olarak daha da devleşiyordu bu yazılarında.


Romanlarında bireye ve bireyin toplumla ilişkisine odaklanan Sabahattin Ali, öykülerinde daha gerçek hikâyeler seçiyordu ve öykülerinde romanlarına nazaran biraz daha toplumcu gerçekçi bir damar tutturuyordu. Ama onun toplumcu gerçekçiliğin öncülerinden birisi olarak nitelendirilmesini sağlayan asıl eserleri dergilerde yayınlanan bu yazılarıydı. Yazdığı romanların her biri zaten şaheserdi. Yazdığı öyküler hep kalburüstüydü. Yani bu işlere bulaşmadan, pek çok yazar gibi kendi fildişinden kulesinde rahat rahat yaşayabilirdi. Ama yıkılmaz zannedilen “sırça köşk”lere karşı savaş açmıştı, gerçek bir aydın olarak yanlış bildiği şeyleri yazmaktan geri durmayacaktı. Gerçeklerin her daim örtbas edildiği, doğru söyleyenin dokuz köyden kovulduğu memleketimizde bu güzel adama da tahammül edemediler bu yüzden. Faili belli(!) bir faili meçhul cinayetle katlettiler onu ve henüz 41 yaşında koparıp aldılar bizden. Yaşasa kim bilir daha neler yazacaktı, belki Orhan Pamuk’tan çok daha önce Nobel alan ilk Türk romancısı o olabilirdi.


İşte onun bir daha yazamayacağını bilmenin verdiği buruklukla “İçimizdeki Şeytan”ı bir türlü okuyamadım. Elim gitmedi. Okumadığım en azından bir kitabı dursun kenarda istedim. Yangında son kurtarılacak misali sakladım onu. Ama onca yıl içinde o kadar çok şey okumuş ve dinlemiştim ki onun hakkında, zaten kitaba dair her şeyi biliyordum neredeyse. Ve 12 yıldır kitaplığımda yıllanmış bir şarapmışçasına gözümden sakındığım kitabı geçen haftalarda okudum. Tek kelimeyle “benzersiz” bir okuma deneyimiydi. Okumak için yıllarca beklediğimden mi ya da zaten bir Sabahattin Ali hayranı olduğum için gözümde büyütüyor muyum bilmiyorum ama “İçimizdeki Şeytan” benim Türk edebiyatı içinde okuduğum en iyi 10 eserden biri kesinlikle. Dünya Klasikleri listesine Türkiye’den bir eser dahil edilecekse eğer bu eser kesinlikle “İçimizdeki Şeytan”dır bana göre. Zira o tüm klasiklerde bulunan evrenselliği en iyi bu eser yakalar. Klasik eserlerde olay nerede geçiyorsa geçsin, zaman ne olursa olsun ortak mesele “insan” ve insanın içindeki o gizli kalmış taraflardır. İnsanı mercek altına yatıran bu eserler, okunduğunda coğrafya ve zaman ne olursa olsun insanoğlunun her yerde aynı olduğunu fısıldar bize. Bu eseri de Sabahattin Ali değil de sanki Dostoyevski, sanki Victor Hugo, sanki Charles Dickens yazmış gibidir. Çünkü her yerde böyledir bu işler. Dünyanın her yerinde insanlar bin bir türlü boş işlerle uğraşır, bin bir türlü kötülük icat ederken “içlerinde yaşayan bir şeytana” havale ederler bu pis işleri. Sabahattin Ali; kadın-erkek ilişkilerinden, toplumsal ilişkilere kadar türlü detay ve gözlemle dolu bu kitabında ustaca anlatır bizi bize. Dünya çapında bir edebi iştir ortaya çıkardığı.


Sabahattin Ali, çok büyük bir yazar olduğu gibi çok da okunan bir yazardır. Her büyük yazar, çok okunmaz maalesef. Sabahattin Ali, çok rağbet görmekte uzun yıllardır. Her kitapçının en çok satanlar raflarında onun eserlerini görürüz. Son zamanlarda ise kitaplarının pek çok basımını görebiliyoruz. İtiraf etmek gerekirse Sabahattin Ali’nin kitaplarını her yerde görmek canımı sıkıyor, içimi acıtıyor. Lanet olası, telif yasaları bir yazarın ölümünün üzerinden 70 yıl geçtikten sonra o yazarın eserlerini kamu malı olarak kabul ediyor ve dolayısıyla isteyen herkes o yazarın kitaplarını basabiliyor. Neredeyse her yayınevinin dünya klasiklerini basabilmesinin sebebi budur. (Ki çoğunun çevirisi vs. çok kötüdür, özensiz kitaplardır bunlar.)


Peki, bu durum benim canımı niye sıkıyor? Çünkü Sabahattin Ali, her insanın hak ettiği gibi yaşlanarak ölmedi. Ömrünün en verimli çağında koparıp aldılar onu, siyasi görüşlerinden ötürü katlettiler. Katil Ali Ertekin 3-5 yıl yatıp çıktı. Cinayete göz yumanlar, perde arkasındaki kirli eller hiçbir zaman açığa çıkarılamadı. Ve öldürülmekle kalmadı eserleri bile yasaklandı. Sabahattin Ali’nin eserleri öldürüldüğü yıl olan 1948’den 1965’e kadar basılamadı Türkiye’de. Yasaktı. Bırakın eserlerini basmayı, Sabahattin Ali’den bahsetmek bile yasaklanmış gibiydi.** Ne acayip iş, hem öldürülüyorsunuz hem de eserleriniz yasaklanıyor. Varlığınızla beraber düşünceleriniz de yok edilmeye çalışılıyor sanki. Ama ne kadar uğraşılsa da düşüncelere gem vurulamaz. Onun gibi düşünenler; özgür, bağımsız, demokratik Türkiye hayali kuranlar hep oldu. Ama onlar da öldürülmedilerse de devletin zindanlarında süründürüldüler yıllarca. Sabahattin Ali’nin Türkiyesi daha iyi bir yer haline dönüşmedi ilerleyen yıllarda da maalesef. Hâlâ da tam bağımsız ve demokratik bir Türkiye’den bahsedemiyorsak hangi hakla ve yüzle Sabahattin Ali kitaplarını bu kadar umarsızca basıp tüketebiliyoruz. Sabahattin Ali hem bir cinayete kurban gittiği için hem de eserleri 1965’e kadar yasaklı kaldığı için bu telif yasasından muaf tutulmalıydı. Ailesinin-kızı hâlâ hayatta-yayın haklarını verdiği bir yayınevi basmaya devam etmeliydi ya da devlet bu işi o tarihten sonra kendi üstüne almalıydı.*** Sabahattin Ali gibiler “kamu” yani halk gerçekten özgürleşmeden kamu malı haline getirilemez, getirilmemeliydi. Bu yüzden, bırakın artık Sabahattin Ali okumayı. Çünkü bu ülkeyi daha iyi bir yer haline getirmeden onu ve ürettiği yüksek edebiyatı hak edemeyeceğiz.


*(dipnot 1): Bu elimdeki kitabı bir sahaftan almıştım. (Eskiden sahaflardan eski kitap almak gibi romantik şeylerle uğraştığım zamanlar olmuştu itiraf ediyorum. Okunmuş, yaşanmışlığı olan kitap romantizmi.) Ama bu, resimdeki kitaptan okumadım “İçimizdeki Şeytanı”. Bir arkadaşımdan aldığım yeni bir basımdan okudum. Zira elimdeki basım çok kıymetli. 1966 Varlık Yayınları basımı. Varlık Yayınları’nın cep boy romanlar serisi bir efsanedir. Bu da onlardan biri. Çok değerli, zira Sabahattin Ali eserlerinin yayımlanması 1965’e kadar yasaktı. Yani bu kitap, yasaktan sonra basılan ilk nüshalardan.
**(dipnot 2): Kitapları basılmadığı gibi dönemin dergilerinde, edebiyat seçkilerinde, antolojilerinde bile yer verilmemiştir kendisine. Halbuki arkasında bıraktığı edebi ürünler göz ardı edilecek cinsten değildir. Asım Bezirci kaleme aldığı “Sabahattin Ali Biyografisi”nde detaylı bir şekilde anlatır bunu. Dönemin en ünlü yazarlarından olan üstelik bir edebiyat profesörü olan koskoca Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bile derslerinde ve eserlerinde Modern Türk Edebiyatı yazarlarını ve eserlerini anlatırken Sabahattin Ali’yi es geçtiğini söyler. Benim de büyük hayranı olduğum Tanpınar’la ilgili okuduğum bu bilgi açıkçası beni çok üzmüş ve hayal kırıklığına uğratmıştı. İster siyaseten ayrıldıkları için olsun ister devlet korkusundan olsun, bu yaptığını hoş karşılayamamıştım.
***(dipnot 3): Ütopik düşünceye gel! Oksimoronun dik alası resmen. Öldürülmesine çanak tutan, failleri kollayan, davayı hasır altı eden devlet(devletin bir hafızası vardır) böyle bir işe soyunacak öyle mi? Ne kadar safım.

29 Mayıs 2020 Cuma

HADİ BENİ KANDIR BİRAZ



GİRİŞME: “Ben inanmak değil, bilmek isterim.” Birkaç gün önce izlediğim sokak röportajında böyle diyordu ünlü yazar İhsan Oktay Anar. Ben de bilmek isteyenlerdenim. Bilgi istemek zorlu bir yol aslında. Bilgiyi edinmek için çaba gerekir. İnanmak ise bilgi gerektirmez. Hatta inanmak çoğu zaman bildiklerine rağmen “inanmayı” gerektirir. Çoğu zaman inanmak, bilmekten daha çok işimize gelir çünkü güvenlidir inanmak. Bilmek ise hem hoşlanmayacağımız şeylerle karşı karşıya bırakabilir bizi hem de sorumluluklar yükler. Hangisini talep ya da kabul ederseniz edin, aslında önemli olan onları ne için ve nasıl kullandığınızdır.


GELİŞME: Alamut, her şeyi bilen birinin kendi inanmadığı şeylere başkalarını inandırmasının romanı. Kim bu biri? Bu kişi Hasan Sabbah. Sabbah, zamanına göre iyi bir eğitim alıyor, o çağa kadar yazılmış ne varsa okuyor, bütün bilgileri yiyip yutuyor. Araştırıyor, öğreniyor, sorguluyor. Hesapta İran halkının sömürülmesine dur demek için mücadele etmeyi kafasına koyuyor. Lakin eskiden can dostu olan Nizamülmülk tarafından ihanete uğrayınca, sahip olduğu zeka ve bilginin tamamını Nizamülmülk’ü ve onun temsil ettiği şeyi yok etmeye adıyor. Onca yılın getirdiği bilgi ve gözlemlerle insanların “inanç” ekseni etrafında kolayca toplanabildiğini ve yönlendirilebildiğini fark ediyor. Sünni inancın karşısındaki Şii inancını ve bu inancın İsmaili kolunu kendine paravan yaparak örgütünü kuruyor, keskin zekası sayesinde kısa zamanda bu örgütü büyütüyor ve emrindeki fedaileri haşhaşla uyuşturup, cennet hayaliyle büyüleyip fütursuzca insan öldürebilen makinelere dönüştürüyor.


SONUÇMA: Peki, Hasan Sabbah 11.yüzyılda değil de günümüzde yaşasaydı yine yapabilir miydi bunu? Bunca +1000 yıllık bilgiye ve teknolojiye rağmen… Belki haşhaşla uyuşturup onları cennete götürdüğüne inandıramazdı ama illaki başka bir yol bulabilirdi kandırmak için. Hitler bunu 11.yüzyılda değil 20.yüzyılda yaptı neticede. Bir yalan sistematik bir şekilde tekrar edilince kitleleri o yalana ikna etmek ve inandırmak çok da zor olmuyor. Hasan Sabbahlar hâlâ kandırabiliyor insanları. Kandırılmamanın panzehiri bilgiden geçiyor hâlâ. Heyhat garantisi yok. İnandığımız şeyler uğruna kandırılmaya dünden razıyız çünkü.


SON SÖZ: Kitap tanıtıyormuş gibi yapıp kitaptan hiç bahsetmemek olmaz. Alamut, bir tarihi roman şaheseri. Teknik olarak çok başarılı, her türlü okuyucuyu kolayca ağına düşürebilecek 500 sayfalık heyecanlı, gizemli, sürükleyici bir okuma macerası. 1000 yıl önce yaşanan olayları, o coğrafyayla hiç alakası olmayan bir Avrupalının kaleminden okumak ve sanki oradaymışız gibi heyecanlanıp hop oturup hop kalkmak... İşte edebiyatın karşılaştırılamaz gücü.

27 Mayıs 2020 Çarşamba

ARAYAN BELASINI DA MEVLASINI DA BULUR MU?



İnsanlar ikiye ayrılır: sorgulayanlar ve sorgulamayanlar. Sorgulamayanların işi kolaydır. Onlara verilen, öğretilen, bahşedilen kadarıyla yetinip mutlu bir ömür sürerler. Sorgulayanların işi ise zordur çünkü sorgulamanın bir sonu yoktur. Aldıkları hiçbir cevap onları kesmeyeceğinden, cevap buldukları her bir soru aslında başka bir sorunun kapısını araladığından asla mutlu olamazlar. Böyle böyle tüketirler ömürlerini. Siz siz olun, soru sormayanlardan olun. Şaka şaka! Rahatsız bir “diken” olmak; mutlu bir “ot” olmaktan iyidir.


Bir de cevabını bildiği soruyu sorup duranlar vardır. E, bunlara ne demeli. Allah akıl fikir versin diyelim bari. Hermann Hesse’nin Siddharta romanına adını da veren kahramanımız Siddharta bunlardan biri. Coğrafya kaderdir, derler. Doğrudur, içinde bulunduğumuz coğrafya bizim sınırlarımızı da çizer çoğunlukla. Bazı insanlar da çok zalim coğrafyalarda dünyaya gelir. Hayallerimizin ve yeteneklerimizin sınırını çizemez belki ama bu hayalleri hayata geçirme ve yeteneklerimizi ortaya çıkarma imkanı tanımayabilir bu zalim coğrafya. Hindistan’da bir brahmanın oğlu olarak doğan Siddharta için de şablon baştan hazırdır. Babası gibi bir brahman olur, memnundur hayatından ama sorular vardır kafasında. İnanç ve var oluşla ilgilidir bu sorular. Bu sorularının cevabını bulma umuduyla yola revan olur. Dere tepe düz gider; ormanlar, şehirler, nehirler geçer. Bu yolculukta kendini arar. Bulur, kaybeder. Bulduğunu zanneder ama yanılır. Yanıldığını zannettiği anda aslında doğru yoldadır. Çocuk insanlar dediği insanların arasına karışır. Çocuk insanlar, yani hayatı anlamlı kılmak adına değil de sadece hayatta kalmak adına yaşayan insanlardır. Onlardan biri de olur zamanla. Aşık olur, zengin olur, kumarbaz olur, ayyaş olur; çocuk insanlığı da sonuna kadar yaşar. Bir acayip sergüzeşt yaşar Siddharta. Bir Bollywood filmi bazen de bir Yeşilçam filmi gibi bir ömür sürer. Paragrafın başında cevabını bildiği şeyi aradığını söylemiştim Siddharta’nın. Bu çılgın sergüzeştinin sonunda tekrar başa döner ve aradığı basit gerçeği bulur Siddharta. Cevap çok uzakta değildir, kendi içindedir aslında.


Yaşamın sırrı gerçekten de bu kadar basit midir? Her şeyin cevabı bizde midir? Kendimizi içinde bulunduğumuz koca evrenin basit bir parçası olarak görür, kabul eder, kibrimizden soyunur, her şeyi ve herkesi seversek bu dünya daha güzel bir yer olur mu? Yani bireylerin kurtuluş reçetesi insanlığın da kurtuluşunun reçetesi olabilir mi? Bireysel ütopyalar, toplumsal ve evrensel ütopyalara dönüşebilir mi? Keşke öyle olsaydı. Ama dünyanın girişinde şu tabela asılı: “Yaptıklarımız, yapacaklarımızın teminatıdır.”

26 Mayıs 2020 Salı

İZLEYEBİLDİM 4






Arkadaşlarımın film tavsiyelerini sorgusuz sualsiz izlemeye ve üzerlerine laga luga yapmaya devam ediyorum. Bu hafta ilk olarak Awakenings yani “Uyanışlar”ı izledim. 1990 yapımı bu filmi nasıl olmuş da bu zamana kadar izlememişim hayret. Zira, tahminimce bu film televizyonda falan da pek çok kez çıkmıştır. Neyse, izlememişim işte, n’apayım ya gelmeyin üstüme. Usta oyuncular Robert de Niro(ulan bir adam her filmde de unutulmayacak performans sergilemez ki arkadaş) ve Robin Williams(bu da öyle, bu da) başrolde. Kronik hastalarla çalışan bir doktorun(Williams), hastalardan birinin(de niro) kaderini değiştiren olaylara imza atmasını anlatan bir dram bu. Filmin ortalarında falan yok artık canım, “bilimli” film yapalım derken b.kunu çıkarmışlar; bilimle bile bu kadar şey başarılamaz, böyle saçma şey olmaz diyesiniz geliyor ama filmin başında bunun “gerçek bir hikâyeden uyarlandığı” uyarısı aklınıza geliyor ve “vay canına” diyorsunuz. Zaman zaman insanı üzse de ailece izlenebilecek bir film. IMDB puanı 7,8, benim puanım 8,4.




İzlediğim ikinci film, 2012 senesine ait bir İspanyol yapımı olan “El Cuerpo”. Türkçe adıyla “ceset”. Bir polisiye gerilim filmi bu. Bir polisiye gerilim filminde arayacağımız her şey var içinde: bir adet cinayet, birtakım gizemler, acayip tesadüfler, bolca soru işareti, gereksiz gerilimler, sigara içip duran polisler, karizmatik görünmeye çalışan polisler, falan filan… Her polisiye-gerilim filmi gibi bunun da üzerine çok konuşursak illaki tatkaçıran veririz. Tatkaçıran verirsek de bu filmi izlemenin bir anlamı kalmaz. Türü sevenler için iyi bir alternatif olduğunu söyleyebilirim. Güzel senaryo, başarılı kurgu. İzleniri var. IMDB puanı 7,6, benim puanım da 7,6. (Ölçtüm biçtim, tam 7,6 altılık film, valla bak.)




Bu hafta sonunun 3.filmi “Sideways” oldu. İki arkadaşım birden ortaklaşa tavsiye edince izlemem kaçınılmazdı. Zaten ben bu filmi teee çok önceden izlemeye niyet etmiştim ama bir şey olmuştu da izleyememiştim. Neyse, geç olsun güç olmasın diyerek oturdum başına. 2004 yapımı bu film, bağımsız sinema dediğimiz ekole dahil edebileceğimiz bir yapım. Yani nedir bağımsız sinema. Sanatı sanat için yapan ama b.kunu çıkartıp sadece sinema için yapmayan, seyirciye de hoş gelecek şeyler çeken ama seyirciye hoş gelsin diye de böyle allanmış pullanmış hikâyeler çekmeyip böyle günlük hayat içindeki basit ancak dikkat edilmeyen komikli ama acıklı yanları bulup çıkaran sinemadır diyebiliriz. Bir de tabii kocaman kocaman bütçelere çekilmez böyle filmler. Azıcık aşım ağrısız başım hesabı… Lan filmden bahsetsene diyenler için, diyeceğim şudur ki böyle filmlerden bahsedilmez, böyle filmler yaşanır, şey yani izlenir. Tatlı bir gerçekçiliği, romantizmi ve mizahı olan hoş bir film. Şarap denen afili içkiye bir saygı duruşu niteliğinde aynı zamanda bu film. Şarapçılar(şaraptan anlayanlar) izlesin. IMDB puanı 7,5, benim puanım 8,8.




Son filmim klasiklerden: 1954 yapımı Rear Window. Yani “Arka Pencere”. Arka Sokaklar ile karıştırmayalım lütfen, bu da polisiye ama gerilimli polisiye. Gerilim filmlerinin ünlü yönetmeni Alfred Hitchcock’un geçenlerde “Rope”unu izlemiştim. Bu sefer de başka bir klasiği olan Rear Window’u izledim. Rope daha tempoluydu ve ben Rope’ta daha fazla gerilmiştim ama gizem ve merak unsuru Rear Window’da daha fazla. Bacağı kırıldığı için mecburen evde oturan maceracı fotoğrafçı Jefferies(James Stewart) sıkıntıdan evinin penceresinden komşularını rontlamaktadır(şerefsiz ya) sürekli ve birtakım garip olaylara tanık olur. Seyirciyi de sürekli bir gelgit içerisinde tutan başarılı bir kurgu ve senaryoya sahip. Dar alanda o kadar ustaca bir iş ki hayret etmemek ve alkışlamamak mümkün değil. Yalnız, filmden anladığımız üzere Amerikalıların alayı rontçu ve teşhirci. 😝IMDB puanı 8,4 benim puanım 9.


Bir başka dereden tepeden sinema yazısında görüşmek üzere.