13 Aralık 2019 Cuma

FANTASTİK EDEBİYAT KİM İÇİN NE İÇİN




Fantastik romanlar, eski zaman masallarının günümüz versiyonları aslında. Bu edebiyatın en çok beslendiği yer kuşkusuz masallar dünyası. Halk masallarının basitliğinin bu eserlerde biraz daha estetik hale getirildiğini, teknik olarak üstün nitelikler kazandırıldığını görürüz. Amaç ve vurgu aynıdır. Klasik masallarda kötüler kaybeder, iyiler kazanır. İnsanların sıkıcı, durağan, mutsuz ve umutsuz hayatlarına heyecandır, umut ışığıdır masallar. Fantastik edebiyatın da aynı işlevi görmediğini kim söyleyebilir. Bizi hayatın can sıkıcı gerçekliğinden kurtarmaları; havalı, heyecanlı, tehlikeli ve de hayal gücümüzü mıncıklayan bir dünyaya götürmeleri değil midir fantastik şeylere bizi çeken.
Fantastik romanlar, edebiyat dünyasının marjinal çocuklarıdır biraz da. Diğerleri tarafından zaman zaman hor görülen, burun kıvrılan, çoluk çocuk işi görülen hatta zaman zaman edebiyattan bile sayılmayan üvey bir tür adeta. Lakin azımsanmayacak bir takipçi kitlesine sahip bir türden bahsediyoruz aslında.(Dünyada böyle biz de değil.) Bu kitle diğerlerinin kendileri hakkında ne düşündüğünü çok da iplemiyor. Zaten marjinal olmak biraz da bu demektir. Öteki olmayı dünden kabullenmeden marjinal olunmaz ki!


Okunacak kitaplar konusunda pek ön yargılı birisi değilimdir şahsen. Pek çok şeyi okuyabilirim. Bu sebeple de çevrem tarafımdan “çöp okurlukla” itham edildiğim olmuştur. Ön yargılı olmadığım türlerden biri de fantastik romanlardı tabi ki. Ön yargım yoktu lakin bir fantastik edebiyat tüketicisi de sayılmazdım hani. Okuduğum tek tük örnekleri dışında çok fikir sahibi olduğum bir alan da sayılmazdı. Geçtiğimiz ay ise, “Şamanlar Diyarı” adlı romanı okuma bahtiyarlığına eriştim. Durup dururken olmadı tabi ki bu iş. Yeni okuma grubumuzun* ilk kitabıydı “Şamanlar Diyarı.” Barış Müstecaplıoğlu’nun bu eserini elime ilk aldığımda çok bir beklentim yoktu açıkçası. Fantastik edebiyattı yani altı üstü. Fantastik kuntastik olayların, türün klişelerine uygun bir şekilde, sürükleyici bir kurguyla anlatılacağı, bittiğinde de kitaptan size geride bir şeylerin kalmayacağı sabun köpüğü bir şeydi muhtemelen. Ama romanın bunlardan ötede, daha yukarılarda, özel bir yerde durduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Bir kere Barış Müstecaplıoğlu**, fantastik edebiyatın tüm özelliklerini yemiş yutmuş biri o çok belli. Bu kitabın bir fantastik roman olarak dünyanın her tarafında gideri var. Bunun yanı sıra bu topraklardan beslenen, buraların gündemini de anlatan bir şeyler yazmayı da dert edindiği besbelli. Hoş zaten böyle bir derdi olmasaydı, muhtemelen, batıdaki fantastik edebiyat üretimlerinin bir özentisi olarak yaftalardık yaptığı işi.
Onun yazdığı şeyi kıymetli kılan şey, evrensel olan; ama evrensel olduğu kadar bizim topraklarımızın da kadim*** sorunlarından biri olan “ötekine yaşama şansı tanımama”yı işliyor olması.

Olaylar Delkarna adlı bir diyarda geçiyor. Delkarna, kral Arterus’un yönetimindeki bir diyar.
Delkarna’da insanlar mutlu ve huzurlu görünüyorlar ama görünüşte kalıyor aslında tüm bunlar. Aslında Delkarna içten içe kaynıyor. Delkarna’da Delkarlar ve Nasralar birlikte yaşıyorlar ama Delkarna karışıklıklara gebe. Nasralar, Delkarların yönetiminde yaşamayı kabul etmiş bir halk ama bir yandan Özgür Nasra diyarı hayali kuranlar da yok değil içlerinde. Hatta örgütlenip krallık güçleriyle savaşanları bile var. Kral Arterus’un ise tüm Nasraları ortadan kaldırmak gibi gizli planları var. Daha önce atalarının Şamanlara ve Harnanlara yapmaya çalıştığı soykırımlar gibi… Şamanlar… Kitabımızdaki hayal dünyasının umudu, barış elçileri… Çok zorlu eğitimlerden geçen, istediği zaman kocaman bir Nazkor ayısı istediği zaman minicik bir arıya dönüşebilen; ruhlar diyarına gidip geri gelebilen Şamanlarımız, bu yeteneklerini insanlar ve insanlık için kullanmaya ant içmiş durumdalar. Peki, Delkarna’yı, Harnanik’i ve diğer diyarları kurtarıp buralara kalıcı bir şekilde barış gelmesini, insanın insanı ve diğer türleri yok etmesine bir nihayet vermeyi başarabilecekler mi acaba? Bunu biz, kitabı okuyanlar da, bilmiyoruz. Çünkü “Şamanlar Diyarı” bir serinin ilk kitabı. Yani kitabı bitirdiğinizde aklınızda bir sorular yumağıyla kalakalıyorsunuz.

Şamanlar Diyarı alegorik**** bir anlatım üzerinden de olsa suya sabuna dokunan bir kitap. Belki de bu alegorik anlatım sayesinde fantastik edebiyat bu denli çekici. Tarafı da belli… Onu bunu tutmadan, direkt barışın tarafında. Velhasılı, bu roman kendisine ön yargısızca yaklaşacak her türlü okuru memnun edecek, heyecanlandıracak ve en önemlisi düşündürecek bir roman. Bu romanı özellikle genç okuyuculara tavsiye ederim. Çünkü onlar hayat yolunda umutlarını henüz kaybetmediler ve yeni, güzel bir dünya kurulabilecekse eğer bu önce hayal ederek başlayacak.

----------------------------------------------------------------------------------------------------------------

*: Evet, yepisyeni bir okuma grubunun mensubuyum ve bundan çok mutluyum. Bence etrafınızda okumayı seven insanlar varsa hemen bir okuma grubu kurun. 3 kişi 5 kişi 10 kişi… Sayıya takılmayın. Bir hedef doğrultusunda, belirli bir süre içerisinde okuma yapmak; okuduklarını insanlarla paylaşmak, senin kitapta göremediğin noktaların başka insanların gözünden görmek hem öğretici hem de eğlenceli.
**: Yazarın fantastik edebiyat alanında başka pek çok romanı, hikâyesi ve makalesi var. Genç yaşına rağmen hatırı sayılır ve saygın bir yer edinmiş kendisine bu alemde. Kendisine selamlar, kelamlar…
***: Kadim sözcüğü fantastik edebiyatın olmazsa olmazlarındandır. :)))) Çok eskiye dayanan, ezeli falan desek hiç bu tadı vermez. Kadim dedin miydi tadından yenmez. :))
**** : Kabaca söylersek sembollerle anlatmak işi. Yani anlatılanların aslında gerçek hayatta yaşananları sembolize ediyor olması durumu.

Dipdipnot : (Kitaptan iki alıntıyla bitirelim)

“Savaş zamanı insanların en iyi ve kötü yanları ortaya çıkar. Sakin ve güvenli günlerde, iyilik ya da kötülük yapmak için fırsatı olmamış bir adamın gerçekte nasıl biri olduğunu bilemezsin. Ne zaman işler sertleşir, bir seçim yapman gerekir, ruhunun derinliklerinde bir canavar mı uyuyor yoksa bir kahraman mı, o zaman belli olur.” S.145

“Zaman ilerledikçe şunu fark ettim, bugün zayıf olan, birkaç nesil sonra güç kazandığında, başkalarını kendisine yapılan zulmün aynısını yapmaktan geri durmuyordu.” S.177

30 Kasım 2019 Cumartesi

PEKİ ÇEKİÇ NEREDE





Amin Maalouf’u çok satan romanlarıyla tanırız. Gerçekten de iyi bir romancıdır. “Semerkant” ve “Doğunun Limanları” romanlarını çok beğenerek okumuştum. Özellikle “Doğunun Limanları”na bayılmıştım. “Semerkant”ı bazı yerlerde fazlaca oryantalist bulsam da bir roman olarak çok başarılıydı. Diğer romanlarını okumadım ama onların da çokça olumlu yorumlar aldıklarını biliyorum. Amin Maalouf gerçekten de usta bir romancı. Roman yazma işini yemiş yutmuş, tüm matematiğini kavramış ve bu sanatı çok iyi icra ediyor. Kendisi ayrıca Doğu’dan çıkan bir yazar olarak roman anlatıcılığıyla yetinmemiş ve bir entelektüel olarak içinden çıktığı Arap coğrafyasının durumuna dair zaman zaman tespitlerde ve eleştirilerde bulunan yazılar da yazmıştır. İşte elimizdeki kitap-Çivisi Çıkmış Dünya-onun bu minvalde kaleme aldığı bir eseri. Uzunca bir deneme diyebiliriz bu kitaba.


İtiraf etmek gerekir ki ben deneme kitaplarını çok severek okumam. Hele ki birbirinden bağımsız yazılardan oluşan deneme kitapları bana hiç hitap etmez. Çünkü okursunuz, okursunuz ve anlatılanlar bir sabun köpüğü gibi uçup gidiverir. Yazarın hayata ve insanlığa dair pek çok teşhisi ve kritiği vardır bu yazılarda. İşte tam da bu yüzden-“pek çok” olmalarından dolayı-bunların çok azı aklınızda kalır. Bu tarz kitapları sürekli altını çizerek, notlar alara okumak da bir yerden sonra anlamsız gelmeye başlar. Anlatıcının tüm düşüncelerini olumlayan bir hınk deyici gibi hissetmeye başlar insan kendini. Velhasılı bayıldığım bir tür olmamasına rağmen, arkadaşımın elinde gördüğüm bu kitabı okumak için büyük bir istek duydum içimde ve karşı koyamadım bu isteğe. Neticede okudum. Neyse ki korktuğum gibi olmadı ve sıkılmadan bitirdim. Sıkılmamamın sebebi, biraz önce bahsettiğim 88 ayrı konudan bahseden bir deneme kitabı olmamasından kaynaklanıyor. Kitabın belli bir çıkış noktası var ve aşağı yukarı her yazı bu eksenin etrafında dönüyor. Adından da anlaşılacağı üzere kitap tüm dünyayı tehdit eden küresel sorunları ele alıyor. Ve diyor ki bize “Bu dünyanın çivisi çıkmıştır, dünya çevresel/iklimsel olarak bir uçurumun kıyısındadır, kültürel olarak yozlaşmış ve yok olmanın eşiğine gelmiştir.” Bu tespiti yapıp şu mesajı veriyor bize Maalouf: “Ey insanlar, dünyanın ağzına tükürdük, birbirimizin ağzına tükürdük; yetmedi mi daha, hepimiz aynı gemideyiz ve gemi batıyor.”


Kitap üç ana başlık altında toplanmış: 1- Aldatıcı Zaferler, 2- Yoldan Çıkmış Meşruiyetler, 3- Hayali Gerçeklikler.
İlk bölümde mevcut dünya düzeni üzerine tespitte bulunan Maalouf, dünyadaki büyük küresel güçlerin, özellikle de Amerika’nın dünya üzerindeki belirleyiciliğinden, bu belirleyiciliğin aldatıcılığından ve tehlikelerinden bahsediyor. İkinci bölümde yine dünyanın genelinde ve belli bölümlerinde iktidarların meşruiyetlerini nasıl elde ettikleri ve zamanla bunu nasıl kötüye kullandıkları anlatılıyor. Üçüncü bölümde de daha somut şekilde bizi bekleyen tehlikeler ortaya koyuluyor.


Maalouf bir Lübnanlı ama Fransa’da yaşıyor. Lübnan iç savaşında ailecek Fransa’ya iltica etmek zorunda kalıyorlar. Babası bir gazeteci olan Maalouf, babasının izinden gidiyor ve gazetecilik falan derken romancılıkta buluyor aradığı yolu. Maalouf, Doğu’dan çıkan bir isim olmasına rağmen Batı kültürünü tam olarak benimsemiş, Batı’nın üstünlüğünü net bir şekilde kabul etmiş birisi. Lakin, entelektüel bir sorumlulukla-belki de çıktığı kabuğu beğenmiyor demesinler diye-anavatanının ve tüm Arap coğrafyasının kurtuluşu üzerine de kafa yormuş kitapta. Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Mustafa Kemal’in başarılarından övgüyle bahsetmiş ve yapılanların aslında Arap coğrafyasına örnek olması gerektiğini vurgulamış. Özellikle 70’lerde Mısır’da ortaya çıkan Cemal Abdülnasır’dan ve hareketinden çok detaylı bir şekilde bahsetmiş kitaptan, Abdülnasır istediklerini başarabilseydi, biraz daha becerikli olsaydı, Arap dünyası da belki Türkiye gibi kendisini kurtaracak ve batağa düşmeyecekti denebilecek tespitlerde bulunuyor.


Maalouf’un anlattıklarına pek karşı çıkan olacağını zannetmiyorum. Tespitlerini önemli ve doğru buluyorum. Özellikle bu kitabı okuyup bilgilenecek ve aydınlanacak insanlar da olabileceğini düşünüyorum yine de kitap ben de bir eksiklik hissi uyandırmadı değil. Nedir o eksiklik hissi: Maalouf’un onca güzel bilgi ve tespitine rağmen somut bir çözüm önerisinin olmaması. Özellikle kitabın pek çok yerinde sosyalizme ve komünizme geçiren, sosyalist/komünist çabaları yetersiz bulan Maalouf’un, çözüm üretme konusunda, eleştirdiği bu düşünce akımlarının yanlarına bile yaklaşamaması düşündürücü.


Kitabı okuduktan sonra ister istemez şu hissi yaşıyorsunuz. “E, tamam canım, biz de biliyoruz; dünya artık gerçekten de geleceği belirsiz bir yer, insanlığın nereye gittiği de meçhul. İyi güzel de ne yapacağız? Dünyanın çivisi çıkmış peki ama çekiç nerede ve onu nasıl kullanacağız?” Kitabın bu konuda somut bir önerisinin olmaması büyük bir eksik bence. Yine de özellikle Arapların demokratikleşme tarihi ve Arap coğrafyasındaki halk hareketleri hakkında benim gibi çok az şey bilen insanlar için okunmasında fayda olan bir kitap.


----------------------------------------------------------------------


Dipnot: Kitapta beğendiğim ve not aldığım yerler vardı ama hepsini yazmayacağım. Beni en çok etkileyenini yazarak bitireyim: “Meşruiyet, en inançlı olana değil, mücadelesi halkınkiyle aynı olana verilir.” Meşruiyeti de şu şekilde tanımlıyor Maalouf: “Halkların ve bireylerin, insanlar tarafından var edilen ve ortak değerlerin taşıyıcısı olarak görülen bir kurumun yetkesini, aşırı zorlama olmaksızın kabul etmesini sağlayan şey meşruiyettir.”

8 Kasım 2019 Cuma

KENDİSİ İÇİN YAZAN ADAM




Her yazarı yazmaya iten farklı farklı nedenler vardır sanırım. Yine de büyük bir çoğunluğu yazmanın/anlatmanın bir ihtiyaç olduğunu söyleyecektir muhtemelen. Sait Faik’in o muhteşem öyküsünde-Haritada Bir Nokta’da-ifade ettiği gibi tıpkı. Öyküyü şöyle bitirir Sait Faik: “ Söz vermiştim kendi kendime, yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kağıt aldım. Oturdum. Ada’nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”

İşte bazısı için böyle hayati bir işlevdir yazmak. Yaşadığımız şu adaletsiz dünyayla yazarak baş etmekten başka seçeneğimiz yoktur çoğunlukla. Hal böyleyken sadece zevk için yazan yok mudur acaba? İllaki vardır. Tüm beğenilerin, ihtiyaçların, hırsların ötesinde sadece mutlu olmak için, zevk için, kendisi için yazan da vardır elbet. Bence bu grubun en belirgin ismi Orhan Pamuk’tur.

Orhan Pamuk, bende hep, kendisi için yazan biri hissiyatı bırakmıştır. Yani bana öyle hissettirmiştir. Ünlü ve bilinçli roman okuyucusu Boğan Daran’la bu mevzu üzerine konuştuğumuzda Boğan Daran da yazarın romanlarının kendi hayatından izler taşıdığını, otobiyografik tatların çokça hissedildiğini söylemişti. Bunu kavramak için de mutlaka “İstanbul:Hatıralar ve Şehir” adlı kitabının okunmasının gerektiği tavsiyesinde bulunmuştu. Şu sıralar bu kitabı okumaktayım ama bu düşünceler onu okumadan önce başladı. Daha doğrusu, Pamuk’un “Beyaz Kale” romanını okurken başladı diyelim. Daha önce yazarın “Cevdet Bey ve Oğulları” ile “ Sessiz Ev” romanlarını okuyup çok beğenmiştim. “Beyaz Kale” kronolojik olarak 3.romanıydı ve elimde kitaplığımda uzun süredir durmasına rağmen henüz okumamıştım. Sanırım son zamanlarda Boğan Daran’ın yaptığı Orhan Pamuk okumalarından etkilenmiş olmalıyım ki uzun süredir ertelediğim bu okumaya dalıverdim.

Beyaz Kale, bir tarihi roman. Osmanlı donanması(korsanlar da olabilir, orayı hatırlamıyorum) tarafından esir alınan bir İtalyan, İstanbul’a getirilir ve zamanın en önemli paşasına verilir köle olarak. Paşa da onu, Hoca adıyla anılan sevdiği bir kişiye verir. Hoca, pozitif ilimler icra etme, icatlar yapma isteğinde olan, ama Osmanlı gibi bu işlere pek de yüz vermeyen bir toplum içerisinde bir arpa boy yol kat edememiş biridir. Hayatına İtalyan kölenin girişiyle dünyası değişir, ufku genişler. Zira kölesi olan İtalyan, memleketinde mühendislik eğitimi almış birisidir. Zaman içinde Hoca, Köle’den pek çok şey öğrenir ve aralarındaki ilişki de efendi-köle ilişkisinden arkadaş ilişkisine doğru evrilir. Sonrasında olaylar gelişir. Fiziksel olarak da birbirinin tıpkısı olan bu iki karakter ekseninde düşle gerçeğin iç içe geçtiği, kıskançlıklar, hırslar, korkular ve de bir dolu insani zaafla dolu acayip bir hikâye gelişir. Merak eden okusun, buraya kadar anlatayım ve tat kaçıran vermeden bitireyim.

Beyaz Kale, “Cevdet Bey ve Oğulları” ile “Sessiz Ev” kadar etkilemedi beni, işin gerçeği. Lakin yabana atılır bir kitap da değil. Pek çok kitabında olduğu gibi bunda da yine bir varoluşçu bir sorgulayış ve arayış var. Bireyin kendini ve kim olduğunu araması, yazarın sevdiği konulardan biri. Bu kitapta Hoca karakterinin ağzından sürekli tekrarlanan, okuyucunun da ağzına ve beynine yerleşiveren “Ben neden benim?” sorusu bu varoluşçuluğun kitaptaki bayrağı adeta.

Yazarın diğer eserlerinde olduğu gibi bunda da otobiyografik ögeler bir hayli baskın. Beyaz Kale’nin kahramanları olan ve birbirlerine fiziksel olarak çok benzeyen Hoca ve İtalyan Köle örneğin. Bu iki karakterin birbirine benzemesi olayının Pamuk’un ta çocukluğuna dayanan bir fantezisi olduğu, anı kitabını okuyunca ortaya çıkıyor. Pamuk, çocukken sık sık, başka bir yerde kendisine tıpkısı benzeyen başka bir Orhan’ın başka bir hayat sürdüğünü hayal edermiş. İstanbul:Hatıralar ve Şehir kitabını okuduktan sonra daha net görülebiliyor bu benzerlikler ve ortaklıklar.
Orhan Pamuk, Osmanlı dönemine, özellikle de Osmanlının egzotik ve ilginç taraflarına ilgi duyan biri. Tarihteki garip vakalar hep ilgisini çekmiş ve bu konuda bolca da okuma yapmış. Bu ilginin tarihi bir romana zemin hazırlaması ve o döneme dair okuduğu ilginçliklerin bir romana yansıması garip değil aslında. Beyaz Kale, bir tarihi roman olmasına rağmen, yine de bireysel bir roman bence.(Daha az bireysel olan bir tarihi roman daha yazdı daha sonra:Benim Adım Kırmızı) Biraz önce de dediğim gibi yazar, karakterlerine ve yaşadıklarına kendi hayatından ve düşüncelerinden pek çok şey fısıldamış. Genelde tarihi romanlar yazanlar, bu işin zorluklarını ve gelebilecek eleştirileri bildikleri için ciddi araştırmalar yapar ve romanlarında tarihsel gaflara imza atmamaya çalışırlar. Lakin Orhan Pamuk’un pek öyle bir derdi yok. Kendisi zaten gayet rahat, gamsız bir insan. Yani başkalarının onun hakkında ne düşündükleri, ne söyledikleri pek umurunda değil. Eserlerinde genel geçer yazım kurallarına pek dikkat etmemek, yazdığı bir tarihi romanda bile tarihsel gerçeklere bağlı kalmak zorunda hissetmemek gibi rahat davranışları mevcut. Bu rahat tavrına rağmen Beyaz Kale’deki birtakım-olası-tarihsel gafları bertaraf etmek adına da bir formül üretmiş kendisi. Kitapta anlatılanları kitaptaki İtalyan kölenin anıları şeklinde lanse eden bir giriş yazmış örneğin. Bu girişi de Beyaz Kale’den bir önceki romanı olan Sessiz Ev’in kahramanına yaptırmış. İçinde bir parça çakallık olsa da gülümseten ve de benim hoşuma da giden bir detay bir yandan.(Koskoca Orhan Pamuk’a çakal deme cüretini gösterdiğim için özür dilerim.) Bu giriş kısmının dışında romanın sonuna “Beyaz Kale Üzerine” diye bir de son söz yazmış Orhan Pamuk. Bu bölümde de kitapta anlaşılamayabileceğini düşündüğü belli noktalara açıklık getiriyor. Neyi, neden yazdığını falan anlatıyor. Önce kitaba böyle bir bölüm koymasından rahatsız olmuştum. Ne yani ben okuyucu olarak yazarın neyi, neden yazdığını tahmin edemez miydim? Ya da okuyucu olarak yazarın götürmek istediği yere gitmek zorunda mıydım? Ben okuyucu olarak kitabın felsefesinden kendi payıma düşen, almayı kendim becermeliydim ve dahası bu benim özgürlüğümdü, benim hakkımdı. Bu sebeplerle yazara bozuldum ve bu bölümü isteksizce okudum.

Lakin sonradan, yazarın anılar kitabını okumaya başladıktan sonra, biraz yumuşadım. Yazarın, yazdığı pek çok şeyi, kendisi için yazdığı, yazdıklarının aslında biraz da yazarın içsel yolculuğu olduğu düşüncesi gitgide kafamda pekişince tamamdır dedim. Tamamdır, kendini anlatma derdinde olan biri için çok görmemeli bu son sözü de. Zira, Pamuk o kadar müdanasız bir yazar ki biz kitaplarını okusak da okumasak da hayatının sonuna kadar bize benzer hikâyeler anlatmaya devam edecek ve kendi dilediğince yapacak bunu.

Bu sebeplerden ötürü kendisine çok büyük saygı duyuyorum ve her ne kadar yukarılarda ara ara kendisiyle ilgili olumsuz değerlendirmeler yapmış olsam da Türk edebiyatının gelmiş geçmiş en özgün karakterlerinden biri olduğunu düşünüyorum kendisinin.

Beyaz Kale, benim kült kitaplarımdan biri olmadı. Lakin Orhan Pamuk, daha önce okuduğum kitapları sayesinde zaten kült yazarlarımdan biri olmuştu. Sadece Kar romanı için çok olumlu yorumlar yapamayacağım. Kar romanı, Orhan Pamuk’un tek politik romanıdır ve maalesef belki de en zayıf romanıdır. Nobel’i siyasi çıkışları sayesinde aldığı düşünülen-ben bu görüşe katılmıyorum-Orhan Pamuk’un kariyeri için ironik bir olay gerçekten, politik konulu Kar’ın başarısızlığı. Benim Adım Kırmızı’yı, Cevdet Bey ve Oğulları’nı, Kafamda Bir Tuhaflık’ı çok sevmiştim, Masumiyet Müzesi’ne bayılmasam da tıpkı Beyaz Kale gibi onun da kayıtsız kalınamayacak bir kitap olduğunu düşünmüştüm, Sessiz Ev’e ise hayran olmuştum. Okumadığım üç romanı kaldı: Kara Kitap, Yeni Hayat ve Kırmızı Saçlı Kadın. Kara Kitap ve Yeni Hayat’ın kült kitaplarım arasına girebileceğini söylüyor Boğan Daran. O yüzden, onları okumayı daha fazla ertelemeyip muhtemelen bu sene içinde okuyacağım.

Dağınık bir yazı oldu. Toparlayayım. Orhan Pamuk iyi ki var. Kendine has ağır aksak ritmine rağmen, insanın elinden bırakamadığı romanlar yazdığı için. Yazmayı bu kadar ciddiye aldığı ve yazmanın felsefesini yapıp bize hatırı sayılır, üstüne tartışabileceğimiz bir edebiyat sunduğu için teşekkür ediyorum kendisine.


25 Ekim 2019 Cuma

ŞİMDİ “BİZ” NEYİZ




Geçenlerde ünlü Britanyalı yazar Oscar Wilde’ın sosyalizmle ilgili düşüncelerini anlatan kitabından söz etmiştim. Oscar Wilde, sosyalizmin en esaslı ve uzun ömürlü deneyimi olan Sovyetleri göremedi. Çünkü insanlığın en acayip yüzyılı olan 1900’lerin başında ölmüştü, Sovyetler ise Ekim Devrimiyle 1917’de kurulmuştu. Sovyetleri göremediği gibi “Biz” romanını da okuyamadı. Sovyet yazar Yevgeni Zamyatin, “Biz”i 1923 yılında yazmıştı. Wilde o tarihlere kadar yaşasaydı, muhtemelen “Biz”i över, Sovyetleri eleştirirdi.


Sovyetleri eleştirirdi çünkü “Sosyalizm ve İnsan Ruhu” kitabında anlattığı görüşlerinde, insanlığın kurtuluşunun sosyalizmde olduğunu söylüyor lakin şunu da eklemeden geçmiyordu: “Otoriter bir Sosyalizm işimize yaramayacaktır. Şu anki sistemde çok çok sayıda insan hem özgürlük hem ifade özgürlüğü hem de sahip oldukları bir miktar mutlulukla kendilerini bir nebze olsun hayatta tutabiliyorken; “endüstriyel-kışla” ya da “ekonomik despotluk” gibi sistemlerde kimsenin bu tür bir özgürlüğü olmayacaktır. “


Wilde, Zamyatin okumamıştı ama belki de Zamyatin, Wilde okumuştur. Belki de Wilde’ın bahsettiği “endüstriyel kışla” tabiri edebiyatın sınırlarını zorlamayı seven, özgürlükçü* Zamyatin’in kafasında bir ampul yanmasını sağlamış bile olabilir. Zira Zamyatin’in “Biz”indeki “kusursuz” işleyen toplumu tanımlamak için kullanılabilecek tabiri caizse cuk oturan bir söz “endüstriyel kışla”.


Zamyatin, “Biz”i bilimkurgu edebiyatının temel taşlarından sayılıyor. Aldous Huxley(Cesur Yeni Dünya), Ray Bradbury(Fahrenheit 451) gibi ünlü bilimkurgu-ütopya/distopya yazarları, Zamyatin’den açık bir şekilde etkilendiklerini itiraf etmişlerdir. Zamyatin’in, eseri o dönemlerde bilimkurgu anti-ütopya şeklinde tanımlanmış.(Distopya tabiri daha mı sonra çıktı acaba?)


Kitabı okumak isteyenler çıkabilir ki bu yüzden olabildiğince tat kaçıran** vermeden yazmaya çalışacağım. Bilimkurgu türüne ilgi duyanların bu kilometre taşı kitaba mutlaka bakmalarını tavsiye ederim. Lakin; piyasa işi bir bilimkurgu olmadığını, dil ve anlatımının yoğun ve zorlu olduğunu, kolay okunmadığını da eklemek isterim. Yani her okuyucuya hitap etmeyebilir.


Pek çok distopik örnekte olduğu gibi gelecekte geçen kurallı ve steril bir toplum anlatısı var. Karakterlerin adları sayılardan ve harflerden oluşmakta. Yani bireyin değil, sistemin önemli olduğunu bize en baştan fısıldayan bir uygulama bu. Başkahramanımızın adı da D-503. D-503 gelecekte inşa edilmiş bu kusursuz, kurallı toplumun içinde bilim insanı olarak çalışmakta ve içinde yaşadığı bu topluma bu yönde hizmet ettiği için kıvançlı bir birey. Topluluğun başında “iyilikçi” adı verilen, son söz sahibi ama her şeyi topluluğunun iyiliği için yapan bir de lider var. Toplulukta bazı özgürlükler kısıtlanmış ama toplumun huzuru ve devamlılığı için yapılmış tüm bunlar. D-503 de bu kuralları içselleştirmiş bir birey ve bu kuralların yılmaz bir savunucusu. Toplulukta bazı özgürlükler kısıtlanmış dedik ama bazı özgürlükler de alabildiğine genişletilmiş. Mesela cinsellik toplum tarafından gayet normalleştirilmiş, herkes istediği kişiyle cinsel münasebette bulunabiliyor, tabi ki yine devletin kontrolünde ve “pembe birer bilet” eşliğinde. :)) Neyse, çok uzatmadan ve de çok tat kaçıran vermeden sadede gelelim. Bir gün D-503, I-330 ile tanışıyor ve hayatı bir anda değişiyor. I-330’a kendini kaptıran, ki aslında aşk vb. her duygu gereksiz hale geldiği için toplumda neredeyse ortadan kalkmış durumdayken, D-503 bir anda yaşadığı hayatı ve toplumu sorgulamaya başlıyor. İşte böyle, bilimkurgunun köşetaşı dedikleri kitap aslında bir aşk*** romanından başka bir şey değil. Ve bize verdiği mesaj da bu: Sarsılmaz görünen bir düzen de kursan işin içine kadınlar girdi miydi iş karışır arkadaş! Ne yaa! Benim çıkardığım mesaj bu. Siz de okuyun, siz de kendi mesajınızı çıkarın.



Zamyatin bu eseri 1920’lerin başında yazıyor ama Sovyet Rusya’da kitabın basılmasına izin verilmiyor. Zira yaptığı sistem eleştirisinin Sovyetlere yönelik olduğu düşünülüyor. (Proletkült**** ideologlar Bogdanov ve Gastev’in yazdığı ütopyaların parodisi olarak düşünülmüş.) Sonrasında da kitaplarını yayınlamasına, iş bulmasına izin verilmeyip inceden inceden sindiriliyor Rusya’nın bu özgün yazarı. 1932 yılında Maksim Gorki’nin yardımıyla Fransa’ya gidiyor ve sonra oralarda ölüyor. Yalnız, ilginç tarafı Sovyetlerden ayrıldıktan sonra da Sosyalizm ve Sovyetler aleyhine bir söylemde bulunmuyor, aslında ülkesindeyken de zaten eleştirisinin sosyalizme karşı***** olmadığını söylemesine rağmen kendisini dinletemiyor.


Bana kalırsa da Zamyatin’in eseri direkt olarak o dönemin Sovyetlerini hedef alıyor olamaz. Ama ileride yaşanabilecek olan totaliterleşmeye karşı önceden bir uyarı olduğu da su götürmez bir gerçek.
Velhasılı, Zamyatin’in “Biz”i ilgiyi hak ediyor. Bilimkurgu, distopya tarzı şeyler seviyorsanız ve hâlâ okumadıysanız eksik kalmayın. Yok, o tür beni sarmıyor derseniz uzak durun.

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Meraklısına Notlar:
*: Zamyatin’in özgürlükçülüğü siyasal anlamda bir özgürlükçülük değil salt olarak. Kendisi sanat alanında da özgün çalışmalarıyla tanınıyor. Dil ve anlatım sınırlarını zorlamasıyla, Rusya’da post-modern edebiyatın da ilk temsilcilerinden sayılıyor. “Edebiyat, Devrim, Entropi ve Diğer Şeyler Üzerine” adlı makalesindeki şu iki ifade onun sanat anlayışının bir özeti gibi: “Rus Eebiyatının otoyolu, Tolstoy, Gorki, Çehov’un dev tekerleklerinin çiğnediği bu otoyol gerçekçiliktir, gündelik hayattır: demek ki gündelik hayattan uzaklaşmak gerekiyor.”
“Tehlikeli edebiyat yararlı olandan daha yararlıdır; çünkü o entropi karşıtıdır, o hesaplamayla, katılaşmayla, kabukla, yosunla, huzurla mücadelenin bir aracıdır. Ütopiktir, saçmadır-tıpkı 1797 yılındaki Babeuf gibi, fakat yüz elli yıl sonra doğrudur.”


**: Tatkaçıran, spoiler sözcüğüne bulduğum Türkçe karşılık. Başka yazılarda da kullanmıştım ama görmeyenler için hatırlatma. Çekinmeden kullanın, hak iddia etmem. Spoiler gibi devasa yaygınlıktaki bir sözcüğe karşı hiç şansımız yok ama kim demiş yel değirmenlerine karşı savaşmak zevksizdir diye.


***: Başkahramanın ağzından yapılan ve aşkın kaçınılmazlığıyla ilgili şu tasvir bence gelmiş geçmiş en iyi aşk tasvirlerinden biri değil de ne?
“(…) ve bu gerekli olana boyun eğmek ne büyük mutluluk. Belki de bir demir parçası da kaçınılmaz, şaşmaz yasaya boyun eğerek mıknatısa böylesine mutlu bir şekilde yapışmaktadır. Yukarıya atılan taş bir saniye duraksadıktan sonra hızla aşağıya, toprağa düşer. İnsan da can çekiştikten sonra son nefesini alıp öldüğünde böyle mutludur. (…) Demirin mıknatısa gitmeyi istemediğini, ama kanunun kaçınılmaz ve şaşmaz olduğunu ona nasıl açıklamalı…”


****:Proletkült ütopyası “insan ruhunun ve sevgi duygusunun yok edilmesi” temelinde dünyanın yeniden inşası.


*****: Zamyatin, sosyalizme karşı değildir; zira kendisi de bir sosyalisttir. Tıpkı, Troçki gibi; eleştirel bir sosyalisttir. Ve kaderi de onun gibi memleketten sürülmek şeklinde olmuştur. Şu sözlerinde de zaten bir Troçki esintisi hissedilir: “Devrim her yerdedir, her şeydedir; sonsuzdur, son devrim yoktur, son sayı yoktur. Sosyal devrim, sayısız devrimden sadece biridir. Devrimin yasası sosyal değişimdir, ölçülemeyecek kadar çoktur-kozmik, evrensel bir yasadır-tıpkı enerjinin korunması; enerjinin bozulması yasası gibi(entropi)” (s.242)

15 Ekim 2019 Salı

İNSANLIĞIN KURTULUŞU MÜMKÜN MÜ



İlerleyen yıllarda insanlığı bekleyen pek çok sorun var? Küresel ısınma, aşırı nüfus, tabi kaynakların tükenişi, su krizi vs.vs. Peki insanlık bunlara hazır mı? Bu konuyla ilgili ciddi bir planlama ve hazırlık var mı? Sanırım bu sorulara doyurucu, gerçekçi ve umut vaat edici cevaplar vermek zor. Hali hazırda herkes kendi paçasını kurtarma derdinde. Dünyayı değiştirmeyi/kurtarmayı düşünen pek yok. “Dünyayı kurtarmak” ifadesi fazlasıyla ütopik ve manyakça geliyor değil mi? Eskiden de böyleydi aslında ama en azından mevcut dünya düzeninin bir alternatifi vardı o zamanlar. Adı “sosyalizm”di. İnsanlığın yegâne umuduydu. Başka bir dünyayı mümkün kılabilecek biricik damardı. Peki bugün değil mi? Sosyalizm hâlâ bir umut değil mi, hatta son umudumuz..? Güldürme bizi, Sovyetler yıkıldı gitti işte, sosyalizm mi kaldı dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız, çok çok haklısınız, maalesef haklısınız. Bok haklısınız! Sosyalizm hâlâ insanlığın yegâne umudu. Lakin o zombinin, şanlı yumruğunu ne zaman kaldırıp toprağı deleceği ise koca bir muamma.
Britanyalı ünlü yazar Oscar Wilde da sosyalizmi insanlığın kurtuluşu olarak görenlerdenmiş. Ta 1891’de Sosyalizm ve İnsan Ruhu (The Soul of Man Under Socialism) adlı kitabı kaleme almış. Bu küçücük minicik içi dolu turşucuk deneme kitabını alalı epey olmuştu. Küçük hacminden ötürü pek çok kez (8 kere falan olabilir) çantama atıp, okumadan günlerce yanımda dolaştırmıştım bu kitabı. Geçenlerde yine çantama attım ve hayret ki bu sefer okudum. Kitabı okumakla ilgili ön yargılarım bulunduğunu, kitabı okumaya başladıkça fark ettim. Çünkü ben kitabın sosyalizmi eleştireceğini düşünüyordum. Zira çok sıradan ve sığ bir argüman vardır sosyalizm eleştirilirken. İnsanların eşitçe ve hakça bir düzen kurmalarının imkânsız olduğu çünkü bunun “insan doğası”na aykırı olduğunu söyler bazı aklıevveller. Bundan hareketle, ben de Oscar Wilde’ın “Yeaa abicim, sosyalizm de neymiş falan?” diyeceğini düşünmüştüm.(Cahillik işte!) Lakin kazın ayağı öyle değilmiş.
Oscar abimiz esaslı bir sosyalistmiş. Özetle kendisi insanın doğasına en uygun yönetim şeklinin sosyalizmle kurulabileceğini savunuyor. Lakin biraz değişik ele almış olayı. Şöyle ki sıkça tekrar ettiği bir “bireyselleşme”* meselesi var kitapta. Diyor ki, kişi önce birey olmalı ki sosyalizm hakkıyla kurulabilsin, insan birey olamazsa kuracağı sosyalizmden hayır gelmez demeye getiriyor.(Sanki, ileride yaşanacak reel sosyalizm denemelerini görmüş gibi. Enteresaaaaan!) Ama atladığı şey şu ki. Onun tariflediği, kendini gerçekleştirmiş yani bireyselliğine kavuşmuş insan modelinin kapitalizmdeki karşılığı işçi sınıfı değil. Olsa olsa küçük burjuvalar… Çünkü o bireyselleşebilmiş kişiler, Wilde’a göre sanat sepetle falan uğraşmalı, dünyaya dair kafa yormalı. Tuzu kuru olmalı tabiri caizse. Yani Wilde’ın önördüğü sosyalizm aşırı idealize edilmiş, gerçekleşmesi zor görünen bir model. Ezilenleri isyan etmeye, kendilerine sunulanı kabul etmemeye çağırırken sarf ettiği sivri ve direkt dil takdire şayan, hatta yer yer anarşizan bir raddeye bile varıyor lakin bunun nasıl olacağına dair yol haritası muğlak.
E canım, zaten Oscar Wilde da önünde sonunda bir siyaset teorisyeni değil bir edebiyatçı. Bu eseri de sosyalizm güzellemesi olarak başlayıp sonrasında envai çeşit konuya değinen genişçe bir çerçici denemesi gibi. Özellikle sanat üzerine sözlerin söylendiği bölümler de oldukça dikkat çekici. Bütünlük arz etmekten ziyade parça parça aforizmik** paragraflara sahip bir kitap. Ama ciddi anlamda güzel tespitler, cümleler ve paragraflar var. Altını çizdiklerimden bir kısmını en altta paylaşacağım.
Aslında bu yazıyı, Sosyalizm ve İnsan Ruhu kitabından hemen sonra okuduğum “Yevgeni Zamyatin”in “Biz” romanının analiziyle birleştirerek yazacaktım. Bilimkurgu edebiyatın kilometre taşlarından biri kabul edilen bu kitap, bir Sovyet yazarın elinden çıkması ve totaliter rejim eleştirisi taşıyan bir anti-ütopya eser oluşuyla önemli kabul ediliyor. Tabi ki sosyalizmin yüceltilmesi ya da eleştirilmesiyle de doğrudan ilişkili. Bu yüzden ikisini bir arada yazmayı planlamıştım ama gereksiz uzun bir yazı olacağını düşündüğüm için bu yazıya burada son vereceğim ve “Biz” ile ilgili ayrı bir yazı yazacağım.
---------------------------------------------------------------------------------------------
Meraklısına Not: (*Bireyselleşme): Bu kavram kitapta sıklıkla tekrar ediliyor ve ilginç bir şekilde özel ad olmamasına rağmen sürekli baş harfi büyük yazılmış, “Bireyselleşme” şeklinde. Türkçe dil bilgisi kurallarına göre yanlış bir kullanım. Bütün kitapta böyle görünce merak edip kitabın çevirmeni Sayın Fuat Sevimay’la sosyal medya üzerinden bağlantı kurup bu durumun sebebini sordum. Sağ olsun, üşenmeden cevap yazdı bana kendisi ve bunun orijinal basımla ilgili olduğunu, şu anda hatırlamadığını ancak muhtemelen terim anlamlı olarak verilen bu ifadenin orijinal metinde böyle yazıldığını, kendisinin de buna sadık kaldığını söyledi. Lakin benim naçizane fikrim bu tarz çevirilerde çevrilen dilin dil bilgisi kuralları esas alınmalı, orijinal metindeki farklılıklar ise-gerekli görülürse-dipnot olarak verilmeli.
**Aforizmik: Bunu ben uydurdum. Ne yani, olamaz mı?
-----------------------------------------------------------------------------------------------
Meraklısına Alıntılar:
“İnsanların çoğu sağlıksız ve abartılı bir fedakârlıkla diğer insanların çıkarlarını kendilerinden daha üstün tutarak, aslında biraz da buna itilerek hayatlarını mahvederler. Büyük bir ciddiyet ve duygusallıkla gördükleri kötülüklere çare bulmaya adarlar. Ama onların çareleri hastalığı iyileştiremez; aksine daha da derinleştirir. Aslına bakarsanız, onların sundukları çareler de hastalığın bir parçasıdır. Örneğin; yoksulluk sorununu, yoksul insanların hayatta kalmasını sağlayarak ya da daha ileri bir ekolün yaptığı gibi, yoksulları oyalayarak çözmeye çalışıyorlar. Ama bu soruna bir çözüm getirmiyor; aksine sorunu daha da fazla körüklüyor. Asıl çözüm, toplumu, yoksulluğun ortadan kalkacağı bir temel üzerine inşa etmekten geçiyor. Ve fedakarlığın erdemleri, bu hedefin gerçekleşmesine engel oluyor.”
“Tarih okumuş herkesin bildiği gibi, itaatsizlik insanın asıl erdemidir. İlerlemeler itaatsizlik yolu ile gerçekleşir, itaatsizlik ve isyan yoluyla.”
“İnsan, kötü beslenen bir havyan gibi yaşayabileceğini göstermeye bu kadar da istekli olmamalıdır. Bu şekilde yaşamayı reddetmelidir, ya çalmalı ya da birçok insanın hırsızlığın bir çeşidi saydığı, zenginlerden yardım dilenmelidir. Dilenmeye gelince; dilenmek, elini uzatıp almaktan daha güvenlidir ama uzanıp almak dilenmekten daha iyidir. Hayır; nankör, müsrif, hoşnutsuz ve isyankar bir yoksul muhtemelen gerçek bir kişiliğe sahiptir ve içinde birçok zenginlik gizler. Sağlıklı biçimde sesini çıkartır.”
“Düşünen biri için, tüm Fransız Devrimi’nin en trajik olayı, Marie Antoinette’in kraliçe olduğu için öldürülmesi değil; Vendee’li aç köylünün, feodalizmin o iğrenç davası uğruna seve seve kendini ölüme atmış olmasıdır. O halde şurası açıktır ki, otoriter bir Sosyalizm işimize yaramayacaktır. Şu anki sistemde çok çok sayıda insan hem özgürlük hem ifade özgürlüğü hem de sahip oldukları bir miktar mutlulukla kendilerini bir nebze olsun hayatta tutabiliyorken; “endüstriyel-kışla” ya da “ekonomik despotluk” gibi sistemlerde kimsenin bu tür bir özgürlüğü olmayacaktır.”
“Özel mülkiyetin kaldırılmasıyla gerçek, güzel, sağlıklı bir Bireyselliğe kavuşacağız. Kimse bir şeyleri ve bir şeylerin sembollerini biriktirerek hayatını heba etmeyecek. İnsan yaşayacak. Yaşamak dünya üzerindeki en nadide şeydir. Çoğu insan sadece var olur; hepsi budur.”
“Akıl gerektirmeye tüm işler, her türlü tekdüze, zevksiz, sıkıcı ve uygunsuz şartlar barındıran işler makineler tarafından yapılmalıdır. Kömür madenlerinde bizim için makineler çalışmalıdır, temizlik hizmetlerini makineler yapmalıdır, gemilerin ocakçıları makineler olmalıdır, sokakları makineler temizlemelidir, yağmurlu günlerde mesajları makineler ulaştırmalı, gergin ve sıkıcı her işi makineler yapmalıdır.”
“Bu Ütopik midir? İçinde Ütopya ülkesi olmayan bir dünya haritası, göz atmaya bile değmez çünkü o, insanlığın yaklaşmakta olduğu ülkeyi göstermektedir. Ve insanlık oraya ayak basınca, ufka doğru göz atar ve daha iyi bir ülke görünce oraya doğru yelken açar. İlerleme Ütopyaların gerçekleşme sürecidir.”
(Buraya siyasal-sosyal sistemlerle ilgili birkaç alıntısını alabildim. Hepsini yazamazdım. Sanat üzerine sözlerinin ise hiçbirisini almadım. Belki onları başka bir yazıda değerlendirebiliriz.)

9 Eylül 2019 Pazartesi

KEMAL TAHİR ROMANI VE İDEOLOJİSİ ÜZERİNE KENDİNİ BİLMEZ BİR DENEME




BURASI GİRİŞ: Yaşar Kemal için “fantastik gerçekçi” Orhan Kemal için “gözlemci gerçekçi”* dersek edebiyatımızın bir diğer büyük “Kemal”i, Kemal Tahir için ne demeliyiz? Ona da “öğretici gerçekçi” diyebiliriz kanaatimce. Ya da “didaktik gerçekçi”. Hangisi kulağımıza hoş gelirse artık.

Orhan Kemal ve Yaşar Kemal okumalarından sonra okuma listemizde sıra Kemal Tahir’e gelmişti. Cumhuriyet Dönemi romanına damga vurmuş bir diğer büyük isim Kemal Tahir’i de okumak gerekiyordu tabi ki. Bizim güzide okuma grubumuz tarafından Kemal Tahir’in “Devlet Ana”sı okunmuştu. Ben onlarla eşgüdümlü okuyamadım Kemal Tahir’i. O sırada Yaşar Kemal’in üçlemesini henüz bitirmemiştim. Kitap eksenli değerlendirmeleri ve tartışmaları takip ettim lakin. Bizimkiler “solcu” olduğu için Kemal Tahir onlara pek yaranamamıştı “Devlet Ana” romanıyla.:) Zira Osmanlı’nın kuruluş ideolojisini anlatan bu roman bizimkilerin ideolojisine biraz uzak düşmüştü. Devlet Ana’yı okumadığım için bu topa fazlaca girmeyeceğim. Kenarından şöyle bir dolaşıp gideyim. İşte ben o süreçte bu okumaya yetişemeyince sonraya bıraktım “Kemal Tahir” okuma işini. Grupta “Devlet Ana” üzerinden dönen değerlendirmelerden de kaynaklı olarak başka bir kitabını okumak isteği vardı içimde. Yaz tatili girdiğinde biraz da tesadüfle önüme “Esir Şehir” üçlemesi düştü. Orhan Kemal ve Yaşar Kemal’i de seri şeklinde okuduğumdan bu tesadüf hoşuma gitti ve kolları sıvayıp üçlemeye giriştim.

ŞURADA BİRAZ KONUYU DERİNLEŞTİRELİM(DAĞITALIM): Üçleme “Esir Şehrin İnsanları”, “Esir Şehrin Mahpusu” ve “Yol Ayrımı” adlı romanlardan oluşuyor. Bu üç büyük romancının kitaplarının peş peşe okuduğum için aralarda ister istemez karşılaştırmalar yapacağım. (Gorki’nin Karşılaştırmalı Edebiyat Kürsüsüne hoş geldiniz.) Lakin bu karşılaştırmanın amacı birinin diğerlerine üstünlüğünü anlatmak için ya da birilerini yerip diğerini göklere çıkarmak için olmayacak. Hepsinin kendine has büyüklüklerini vurgulamak için kullanacağım. Kemal Tahir’in kendine has bir roman anlayışı var. Dil ve anlatım konusunda bir Yaşar Kemal değil örneğin. Yaşar Kemal sizi avucunun içine alıp bırakmazken Kemal Tahir okurken zaman zaman sıkılıyorsunuz bile. Ama neden? Bence tam olarak Kemal Tahir bunu istediğinden. Nasıl yani, bir romancı neden okuyucularını sıkmak istesin ki? Böyle bir şey istenebilir mi? Pekala istenebilir, kurgu gereği ve anlatmak/vermek istediği mesaj gereği okuyucuyu bunaltmak, dürtmek, cendereye almak isteyebilir romancı. Çünkü roman kahramanının yaşadığı sıkıntıyı deneyimleyerek yani onunla duygudaşlık kurarak romanın vermek istediği mesaja daha iyi vakıf olabilirsiniz. Mesela, Kemal Tahir bu üç romanında da aslında ana kahraman olmayan karakterlerin çok uzunca konuşturuldukları bölümler yazmış. Bu bölümler olay kurgusunun içinde gereksizmiş gibi duruyorlar ve sabırsız okuyucuları sıkabilecek uzunluktalar ama bir yandan da şu hissiyatı okuyucuya sezdiriyor romancı: “Şu işe bak; memleket savaştayken, işgal altındayken bile böyle zırva şeyler düşünen, küpünü doldurup gününü gün etmeye çalışan insanlar var.” Romancı o zırvalayan kahramanın karşısına oturtuyor bizi ve işgal altında bir memlekette ya da zorluklarla kurulmuş cumhuriyetin ilk yıllarında aslında halkın neler konuştuğunu, neler hissettiğini bize çaktırmadan anlatıyor. Bu boğucu, zaman zaman sıkıcı diyalogların/tiratların bir amaca hizmet ettiğini ve Kemal Tahir’in bunu bilinçli yaptığını düşünüyorum. Yani Yaşar Kemal’deki o muhteşem dil mühendisliği Kemal Tahir de bir kurgu mühendisliği olarak karşımıza çıkıyor.

Kurgu mühendisliğindeki başarısının bir başka kanıtı da karakterlerin romandaki ağırlığıyla ilgili. İlk romanın bir ana kahramanı var:Kamil Bey. Kamil Bey; mirasyedi, sportmen, alafranga bir paşazadedir. Ömrünün çoğunu Avrupa’da geçirmiş ve mütareke yıllarında mecburen yurda dönmüştür. O tarihe kadar siyasetten uzak duran, bir paşa çocuğu olduğu için padişahçı olan Kamil Bey, bu dönemde varoluşunu sorgular ve Kuvayımilliye hareketinin bir şekilde bir parçası olmayı başararak “Millici Abi”ye dönüşür. Tragedyalardakine ya da halk hikayelerindekine/destanlardakine benzer bir bilinçlenme ve dönüşüm hikayesine şahit oluruz kahramanımız ekseninde. Her ne kadar ana kahramanımız da olsa ilk kitap dışında-ki ilk kitapta bile çok önde değildir bence-sahneyi hep başkalarıyla paylaşır Kamil Bey. Hatta üçüncü kitap neredeyse ana kahramandan yoksundur. Ki bu roman dediğimiz edebi tür için şaşırtıcı bir durumdur. İşte bunların hepsi aslında Kemal Tahir’in romancı mühendisliği sayesindedir. Kamil Bey’i ölçülü bir şekilde öne çıkarması, ikinci kitapta ve üçte iyice silikleştirmesi ve rolleri eşit paylaştırması bize bir şeyi işaret eder:Kuvayımilliye ruhu ve onun takipçisi olan Cumhuriyet ruhu büyük bir ortaklaşmanın eseridir ve bunda adı sanı bellisiz, sayısız insanın emeği vardır. Bu büyük kurtuluş ve kuruluş ruhunun kendisine aykırıdır bir kahramanı fazlaca ön plana çıkarmak. Mustafa Kemal bile çok öne çıkarılmaz kitapta. Roman kahramanlarının dilinde sürekli “Gazi Paşamız” diye zikredilip saygı gösterilmesine rağmen ince ince eleştirildiği(üçüncü kitapta)yerler de mevcuttur. Ki Kemal Tahir ideolojisi tam da budur:överim ama eleştiriden de geri durmam.

Gelelim bir başka bahse:gerçekçilik. Orhan Kemal romanlarındaki diyalogların hayatın birebir kopyası olacak raddede gerçekçi olduğundan bahsetmiştim. Gerçekçilik Kemal Tahir’de nasıl tezahür ediyor bir bakalım. Kemal Tahir, olayları çok gerçekçi bir şekilde yansıtmayı başarıyor ama diyaloglar konusunda biraz daha “idealist” olduğunu görmemek mümkün değil. Orhan Kemal’de bir ırgat, ırgat gibi; bir fabrikatör, fabrikatör gibi konuşurken Kemal Tahir’in romanlarında herkes kitap gibi konuşuyor. Kahramanların diyalogları şive, aksan, tarz olarak gerçekçi olsa da içerik olarak oldukça idealize edilmiş. Bu gayet normal aslında. Başlarken Kemal Tahir için “öğretici gerçekçi” demiştik. Kemal Tahir’in bir ideolojisi var. Romanları da bu ideolojiye bir araç olarak hizmet ediyor. Öğretmek için yazmış, düşüncelerini savunmak için yazmış romanlarını. Bu yüzden bu “didaktikliği” yadırgamamak lazım.

Yalnız yiğidi öldür hakkını yeme demişler. Bir şey öğretmek için yazıp, yazdığı şeyi bu denli edebi bir şekilde sunabilmek her yiğidin harcı değildir. Zaten Kemal Tahir’i bir fikir adamı olmanın ötesinde büyük bir romancı da yapan işte bu edebi yetkinliğidir.

TOPARLARSAK: Bu üç roman mutlaka sırayla okunmalı. Çünkü olaylar birbirleriyle bağıntılı ve aralarında kronolojik bir öncelik de söz konusu. Benim gibi, tarihi kuru bilgi olarak değil de roman estetiği içinde okumayı sevenler için kesinlikle okunması gereken bir üçleme. Büyük tarihi olaylar olup biterken arka planda insanlar ne yapıp ne ediyordu hep merak ederim. Kurgu da olsa bunu konu alan bir eser okumak ufuk açıcı.
Kemal Tahir, ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabilmiş biri. Marksist dünya görüşünü benimsemiş ve bunu Türkiye’ye uyarlamaya çalışmış, bunun kaynaklarını da Osmanlı’da aramış birisi. Sosyalist dünya görüşünü benimsediği için devlet tarafından mimlenmiş yıllarca hapishanelerde yatırılmış, “milli ve yerli”** bir damar aradığı için solcular tarafından dışlanmış ama her şeye rağmen düşüncelerinin arkasında ısrarla durmuş bir düşünür Kemal Tahir. Düşünceleri, savundukları hâlâ ilgiye ve incelenmeye değer.

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Yazıdan Alakasız Notlar ve Dipnotlar:

Not: Arkadaş listemde Kemal Tahir üzerine yüksek lisans ve doktora yapmış, sosyoloji ekolünü Kemal Tahir üzerine kurmuş ve bunu ders olarak anlatan bir akademisyen varken Kemal Tahir üzerine bir şeyler yazma cüreti gösterdiğim için Yüksel Yıldırım’dan özür dilerim. Gelip ağzımı kırarsa boynum kıldan ince. Buraya nitelikli bir katkı iliştireceğinden şüphem yok.

*Gözlemci gerçekçi tabiri, Boğan Daran’a aittir. Kendisi “al tepe tepe kullan” dediği için kullandım. Saygılar.
**Bunu günümüzdeki her türlü pespayeliğin üstünü örtmek için kullanılan “milli ve yerli” söylemiyle karıştırmayınız lütfen. Bu özbeöz Kemal Tahir ideolojisidir.

Kemaller Üzerine Alakasız Notlar:
Not 1: Kemal ismi ne bereketli bir isimdir yahu! Kemallerden hep büyük adam çıkmış. Üç büyük romancının haricinde bir de büyük şair Yahya Kemal var mesela.
Not 2: Gerçi bunlar hiçbirinin gerçek ya da tam ismi değil. Mesela Yaşar Kemal’in aslında adı Kemal. Bakınız:Kemal Sadık Gökçeli. Kemal Tahir’inki de aslında İsmail Kemalettin. Orhan Kemal’inki tamamen takma ad. Gerçek ismi Mehmet Raşit Öğütçü. Yahya Kemal’inki de “Ahmet Agâh.
Not 3: En büyük Kemalimiz, Gazi Paşamızın bile orijinal adı “Kemal” değil. Malûm bu ismi ona matematik öğretmeninin verdiği anlatılır.
Not 4: Benim en sevdiğim Kemal ise, adı da kendi de tam orijinal Kemal Sunal’dır.



6 Eylül 2019 Cuma

GERÇEĞİN TA KENDİSİ




Bir romanın başarısını neyle ölçeriz? Elbette bu soruya verilecek cevap kişiden kişiye değişecektir. Kimi okur hayal gücünün sınırlarının zorlayışıyla, kimi okur çok okunmasıyla, kimi okur hiç değinilmemişe değinmesiyle ölçebilir bu “başarı” dediğimiz göreceli kavramı. Pekala “gerçekçilik” de bir ölçüt olabilir bir romanın değerlendirilmesinde. Eğer gerçekçilik edebi değerlendirmedeki ilk ve en önemli ölçütümüz olsaydı hiç düşünmeden Türk edebiyatının en iyi eserlerini Orhan Kemal’in verdiğini iddia ederdim. Çünkü onun edebiyatını en iyi anlatan sözcük bu “gerçekçilik”. Hem de öyle büyülü müyülü, toplumcu, estetik, postmodern vs. bir gerçekçilik değil. Çırılçıplak, katışıksız bir gerçekçilik onunkisi. Handiyse roman kahramanın kitaptan çıkıp “Öyle mi gardaş?” diye size sual edeceği vehmine kapılıyorsunuz okurken. O biçim bir gerçekçilik!

Orhan Kemal romanlarında olaylar ve kahramanlar o derece gerçekçi ki Orhan Kemal insanlar arasında dolaşıp olan biteni kameraya çekmiş ya da her şeyi bir kayıt cihazıyla kayıt altına almış da sonrasında izleyerek ya da dinleyerek kağıda dökmüş hissi uyandırıyor. Hiçbir şey idealize edilmemiş. Her şey gerçek hayatta olması gerektiği gibi yazılmış. Tabi ki Orhan Kemal, kamerayla ya da kayıt cihazıyla insanların arasında dolaşmamış. Peki, nasıl sağlamış bu gerçekçiliği? Muhtemelen müthiş bir gözlemciydi kendisi. İşçi kahvelerinde, pazarlarda, tarlalarda dolaşmış; zaman zaman buralarda çalışmak zorunda kalmış hamallık, ırgatlık, amelelik de yapmış yani hayatın içinden gelen birisi Orhan Kemal, bu sayede de insanları çok yakından gözlemlemiş ve tanımış. Dolayısıyla edebiyatındaki gerçekçiliğin en koyu tonu “toplumcu gerçekçilik” içeriyor. Kitaplarında her daim ezilen işçilerin, sıradan insanların, gariban ırgatların hikâyeleri var. Toplumsal çatışmalar, değişen düzenin alt üst ettiği aileler ve bu ailelerin hayatları onun konularını oluşturuyor.

Geçtiğimiz aylarda bu usta romancımızın iki romanını okudum peş peşe. “Bereketli Topraklar Üzerinde” ve “Eskici ve Oğulları”. (Aslında üzerlerinden neredeyse dört ay geçti ama ancak bir şeyler yazma fırsatı bulabildim. Yaşar Kemal okumalarını Orhan Kemal’den sonra yapmıştım oysa. Yaşar Kemal’inkileri daha önce yazdım. Kitaplarla ilgili bir şeyler yazılacaksa sıcağı sıcağına yazılmalı. Zaman geçince ister istemez hem etkisi azalıyor hem de unutuyor insanoğlu.)

Bu iki romanda da geçim derdi içindeki insanların hayatlarını okuyoruz. BTÜ’de köyden çalışmak için şehre gelip amelelik yapan üç arkadaşın hayata tutunma çabalarına şahit oluyoruz. EVO’da ise şehirde geçim sıkıntısı çekip köye ırgatlığa giden dağılmanın eşiğine gelen bir ailenin hayata tutunma çabalarına şahit oluyoruz.

BTÜ’nün insanı zaman zaman şok eden ve hatta ağır gelen bir gerçekçiliği var. İnsanın insana ettiği zulüm, her ne koşulda yaşanıyor olunursa olunsun cinselliğin insan hayatındaki başat rolü çok iyi bir şekilde işlenmiş.

EVO’da ise aile içi feodal ilişkiler, değişen topluma ve ekonomik yapıya ayak uyduramama, dinin günlük hayattaki işgal ettiği yerle ilgili çarpıcı detaylar ve gözlemler var.

İki kitap da “Çukurova” bölgesinde geçiyor. Ben bu iki kitabın üstüne bir de Yaşar Kemal’in İnce Memed’ini ve Dağın Öte Yüzü üçlemesini okuyunca altı kitaplık bir “Çukurova” seyahatine çıkmış oldum. Ve bu, her haliyle farklı ve acayip coğrafya beni allak bullak etti doğrusu. İnsanıyla, değer yargılarıyla, feodal yapısıyla, kadın erkek ilişkileriyle, dine ve inanışa bakış açısıyla böylesine özgün başka bir coğrafya yoktur bence.

Orhan Kemal romanlarında mekan olarak sadece Çukurova ve çevresini seçmemiş kuşkusuz. Büyük şehirde yaşama mücadelesi veren insanların da öyküleri var. Sıra geldi onları okumaya. Hemen değil belki ama bir ara onları da okuyacağım. Orhan Kemal, başta da söylediğim üzere “gerçekçi” edebiyatın ustası. Gerçeği tüm çıplaklığıyla, olduğu gibi anlatabilmek ise göründüğü kadar kolay değil. Hatta basit yazmanın daha zor bir şey olduğunu bile söyleyebiliriz. Yani edebiyat parçalamadan edebiyat yapmak. Bu edebiyat yapmadan edebiyat yapma ustasının diğer eserlerini de okuyacağım ilerleyen zamanlarda. Bir dilde yazı yazmış ustaların önemli eserlerinin tamamı okumadan o dilin hakkını verdiğimizi iddia edemeyiz düşünüyorum.

6 Ağustos 2019 Salı

İNCE MEMED VE KÖKLERİ




GİRİZGAH: Bir yazarın kitaplarını okumaya nereden başlamalıdır? Bu sorunun cevabı kişiden kişiye değişir elbet. Zamanımız kısıtlı ve değerli ise izlediğimiz yöntem o yazarın en çok okunmuş/satılmış ve dolayısıyla en çok tavsiye edilen kitabıyla başlamak olur. Bu yöntemi pek fazla eleştiremeyiz zira hem okunacak kitap çok hem de zaman az. Peki zaman yönünden şanslı isek ne yapalım? Zaman yönünden şanslıysak dahası edebiyat tarihine ve roman kuramına da az buçuk meraklıysak bence bir yazarı okumaya ilk kitabıyla başlamalıyız. Böylece yazarın hem üslup hem de içerik olarak gelişimini/değişimini gözlemleyebiliriz. Ha, ben bu yöntemi uyguluyor muyum? Hayır. Ama hep uygulamak istemişimdir.

NASIL/NİÇİN/KIL TÜY: Yaşar Kemal okumaları yaptıktan sonra Yaşar Kemal’in külliyatını incelediğimde elimde böyle bir fırsat olduğunu görmek beni heyecanlandırdı aslında. Lise ve üniversite zamanlarımda eline ne geçerse okuyan ve çok okuyan ama okuduklarını kaydetmek yerine tabiri caizse sadece tüketen bir okur olduğum zamanlarda Yaşar Kemal’in iki romanını okumuştum. Sanırım Deniz Küstü ve Karıncanın Su İçtiği romanlarıydı. Çok etkilendim elbette. Lakin kitaplardan geriye bir şey kalmadı gitti. Neyse, aradan zaman geçti ve daha bilinçli bir okur olmaya başladığım şu zamanlarda Yaşar Kemal okuma fırsatı tekrar önüme geldi. Ne ile başladık okumaya tabi ki, artık ünü dünyayı tutmuş olan “İnce Memed” ile. “İnce Memed” sadece Yaşar Kemal’in değil belki de Türk edebiyatının en bilinen romanı. Sanırım yabancı dillere en çok çevrileni de o. “İnce Memed”i okuduktan sonra, “Dağın Öte Yüzü Üçlemesi”ni okudum. (Üçlemeyle ilgili görüşlerimi geçenlerde yazmıştım.) İnce Memed’i ve Üçleme’yi okuduktan sonra Yaşar Kemal’in eserlerine baktığımda önümdeki büyük fırsatı gördüm. Zira İnce Memed yazarın ilk romanı.(Bu arada İnce Memed aslında bir seridir ve dört kitaptan oluşur.) İnce Memed’den sonra “Teneke” ve “Üçleme” geliyor. Yani bir ara “Teneke”yi okursam Yaşar Kemal’in yazdığı ilk beş romanı okumuş olacağım. Yeri gelmişken söyleyelim “İnce Memed” ilk romanı dedik ama ilk kitabı değil Yaşar Kemal’in. İlk kitabı 1944’te yaptığı Ağıtlar derlemesi. Ama o bir derleme olduğu için onu es geçiyoruz. İlk orijinal edebi eseri ise “Sarı Sıcak” adlı öykü kitabı. 1952’de basılmış ilkin. Sarı Sıcak kitaplığımda yıllardır duruyor ve okunmayı bekliyordu, bu vesileyle onu da aradan çıkarıverdim.

Neyse, biz dönelim tekrar “İnce Memed”e yani dört kitaplık serinin birincisi olan “İnce Memed 1”e. (İnce Memed serisinin 32 yılda tamamlandığı notunu da düşelim. 1.1955, 2.1969, 3.1984, 4.1987.) Yaşar Kemal okumaya nereden başlayalım derseniz. Cevap her şekilde belli:İnce Memed. İnce Memed hem ilk romanı hem de en ünlüsü. İnce Memed’in bir ilk roman olduğuna inanasınız gelmiyor. O kadar kusursuz ki teknik olarak… Üçleme ile ilgili yazıda da bahsetmiştim Yaşar Kemal’in bir dil mühendisi olduğundan ve eserlerinde kusursuz bir matematik bulunduğundan. “İnce Memed” de aynı özellikleri barındırıyor. Okumayı zorlaştıran en ufak bir kıymık bile yok. Su gibi akıp gidiyor. Peki teknik olarak çok başarılı olmasına mı bağlı “İnce Memed”in dünyaca ünlü oluşu. Bence değil. Dil ve anlatım harikası olan her kitap bu kadar ünlü olamıyor maalesef. İnce Memed çok çok çok ünlü çünkü herkesi kendine çeken destansı bir kahramanlık hikâyesi barındırıyor. Öyle ya, kahramanları kim sevmez? Zenginden alıp fakire vereni, zalimin karşısına bir dağ gibi dikilip garibanın hakkını savunanı kim sevmez? İngiliz tarihçi Eric Hobshawm, “İnce Memed” gibileri için “Soylu Eşkıya” tabirini kullanıyor. (Eşkiya değil Eşkıya, lütfen doğrusunun öğrenelim.) Nedir Soylu Eşkıya? Genel hatlarıyla söylersek; birincisi suç işlediği için değil haksızlığa uğradığı için dağa çıkmıştır, ikincisi sadece öç almak için değil haksızlıkları düzeltmek için çalışır, üçüncüsü sadece kendini savunmak ve haklı bir şekilde öç almak için adam öldürür, dördüncüsü eğer ölmezse halkının arasına geri döner eninde sonunda, beşincisi alt edilemezdir, ancak kalleşlikle ve ihanetle öldürülebilir.

İşte “İnce Memed”imiz de bu özellikleri barındırmaktadır ve halkın adalet sağlayıcısıdır. Kanaatimce bu evrensel de bir konudur. Yani adalet arayışı… İnce Memed gibi kahramanlar yoluyla; halklar, zalimlerden öçlerini almış, yüreklerini soğutmuş olurlar. Gerçek dünyada gerçekleşmeyen adalet en azından efsanelerde, destanlarda, romanlarda gerçekleşmiş olur.

Aslında burada bir iyi bir de kötü taraf var. Kurgunun gerçek hayata yansımasıyla da bakarsak olaya karşımıza şu çıkar. İnsanların büyük bir çoğunluğu, insanlık tarihi boyunca küçük bir azınlığın çıkarları için ezilmiştir. Ezilen taraf kalabalık olmasına rağmen örgütlenememekten ve korkudan ötürü kötülerin iktidarı sürüp gitmiştir. O yüzden de arada sırada düzene/zalime başkaldıran biri çıktığında çok sevinmiştir halkçıklar. Lakin bu durum da olumsuz bir yan doğurmuştur. Bizim bu halkçıklar hep bir kahraman beklemiştir kendilerini kurtarıversin diye. Korku duvarının üzerine gitmeyi, bir arada durmayı denememişlerdir o yüzden. Ol sebep, kahramanlık hikâyelerine mesafeli bakarım hep. Önde koskocaman bir cesaret timsali bayrak gibi dalgalanmasına rağmen arka plandaki korkak ve sinik yığına takılır ister istemez gözüm. Neyse, 1955 yılında gürül gürül sınıf hareketi vardı da onu mu anlatmadı Yaşar Kemal. Elde ne varsa onu anlattı. “Elde ne varsa” olayı aslında çok önemli. Zira Yaşar Kemal’in elinin altında olan bu coğrafyanın zengin sözlü edebi kültürüydü. Ağıtlarıyla, efsaneleriyle, halk hikâyeleriyle, masallarıyla…

Kendisi şöyle diyor: “Ben edebiyata destan anlatıcılarına öykünerek başladım. Gençliğimde hem bir anlatıcı hem de bir derleyiciydim. (…) Bir romancı için-eğer o romancı yeni bir roman dili yaratma gücünde ise-sözlü edebiyat erişilmez bir kaynak olabilir. (…) Benim temelimde ne kadar bir Balzac, Dostoyevski, Gogol, Çehov varsa o kadar da Köroğlu olduğunu sanıyorum.”

Kendisinin de ifade ettiği üzere onu besleyen en önemli kaynak halkın ürettiği edebiyattır. O yüzden de “İnce Memed” buram buram halk edebiyatı kokmaktadır. Her ne kadar kurgu olsa da bir “Köroğlu” kadar gerçekçidir. Zaten Yaşar Kemal sonradan “Üç Anadolu Efsanesi, Binboğalar Efsanesi ve Ağrıdağı Efsanesi”ni yeniden kaleme almış ve bu efsanelere kendi üslübuyla ve güzel diliyle can vermiştir.

Kalemi hep ezilenden/garibandan/emekçiden yana olan yani “toplumcu” bir yazar Yaşar Kemal. Ama kaynağını sözlü edebiyatından almanın verdiği ilhamla da ayakları yere basmayan da bir yanı var. Üçleme ile ilgili yazıda da söylemiştim bunu, gerçeklikle fantazya yan yana demiştim. İşte bu yüzden-var mı böyle bir tabir bilmiyorum ama-ben Yaşar Kemal için “toplumcu gerçekçi” yerine “toplumcu fantastikçi/fantazyacı” yazar demek istiyorum. Büyülü gerçekçilik de diyebiliriz ama gerçekçilik tabiri toplumcuyu tam olarak karşılayamıyor. “Toplumcu büyücü” mü desek acaba? Yok daha neler!

SADET: Velhasılı İnce Memed’i okuyun. Kitaptaki her olayla hop oturun hop kalkın. İnce Memed dağlarda devleştikçe ve zalime tokadı indirdikçe zevkten dört köşe olun. Hem nitelikli hem sürükleyici edebiyatın tadını çıkarın.

23 Temmuz 2019 Salı

NE KASETTİ AMA 8 (Kazım Koyuncu Anısına)





(Seriye uzun süredir ara vermiştim. Şimdi benim için çok kıymetli ve anlamlı olan bir kasetle devam edeceğim.)
Şimdilerde artık bütün trendleri belirleyen şey internet ve sosyal medya. Eskiden böyle değildi. Dönemin gerçekten çok satanlarını-şişirilmişleri değil-görmek için muteber kitapçılara uğramanız, dönemin yükselişe geçen müziklerini dinlemek için İstiklal’de yürümeniz gerekirdi. İşte 2001 senesinin İstiklal’inde, bütün müzik marketler Kazım Koyuncu çalıyordu. İstiklal’in başından sonuna kadar size Kazım eşlik ediyordu o sene. Kazım’ın sesi ve müziği tabir-i caizse bir bomba gibi düşmüştü piyasaya.

Kazım Koyuncu, aslında yeni değildi müzik piyasasında. 90’ların başında önce Grup Dinmeyen ile sonrasında Türkiye’nin ilk ve tek Lazca rock grubu olan “Zuğaşi Berepe” ile ezber bozan işler yapmış, iyi müzikten anlayan insanlarda bir aşinalık oluşturmuştu. Toplama albüm olan “Salkım Söğüt” ile tanınırlığı artmıştı lakin ilk solo çalışması olan “Viya” gerçekten bir çığır açıyordu.

O zamana kadar Karadeniz müziği dendiğinde akla sadece Volkan Konak gelirdi. Çok kıymetli çalışmalarıyla bir Fuat Saka gerçeği vardı, ama etki alanı ve müziğinin alıcısı maalesef azdı. Karadeniz müziğinde ortalık İsmail Türüt gibi zevzek şarkıcılara kalmıştı. Onların da tek numarası şiveyle kötü türküler söylemekti. İşte böyle bir ortamda Kazım Koyuncu çıkageldi, o güzel sesiyle, sağlam duruşuyla ve sempatik tavırlarıyla hepimize gerçek Karadeniz müziğini sevdirdi. Ve oluşturduğu tarzla çok kısa zamanda bir yol açıcı oldu. Bugün onun bıraktığı yerden bayrağı devralıp şahane kaliteli müzikler üreten Karadenizli gruplar ve şarkıcılar var. Bunu Kazım’a borçluyuz, borçlular.



Gelelim biraz kasetten bahsetmeye. O ilk kasetten, yani “Viya!”dan bahsetmeye… Aslında Kazım Koyuncu’nun ikinci kaseti yani “Hayde” de “Ne Kasetti Ama” kapsamına rahatlıkla alınabilir ama ilk olduğu için biz “Viya!”ya bakalım. Viya’da 11 şarkı vardı ve bu şarkıların birkaçı hariç çoğunluğu anonim eserlerdi. Halk türküleriydi. Ve yedi şarkı Lazca, Megrelce, Hemşince ile söylenmişti. Bu bir ilkti Türkiye’de. Büyük yoğunluğu Lazca olan ilk kitlesel albüm. Bu kasette artık birer klasiğe dönüşmüş olan ve insanın yüreğini söken duygusal şarkıların(Didou Nana, Ou Nana, Gyuli Ckimi) yanı sıra insanı yerinden zıplatan müthiş dinamik şarkılar(Ka Tun Mita Xendasoç, Koçari, Niçaisi Birapa) bir aradaydı. Ve Kazım Koyuncu’nun o kadar kendine has ve büyüleyici bir sesi vardı ki kaseti size baştan sona soluksuz dinletiyordu.

Ah Kazım, dinmeyen sızım!

Maalesef Kazım Koyuncu’yu geç bulup erken kaybettik. Viya’dan iki sene sonra 2003’te Hayde’yi çıkardı. 2005’te ise sadece 33 yaşındayken aramızdan ayrıldı. Sağlığında yapılan kayıtlardan oluşan 3.albümü “Dünyada Bir Yerdeyim” ise ancak o öldükten sonra 2006’da piyasaya sunuldu. O öldüğünde aileden birisini kaybetmiş gibi oturup ağlamıştım hiç unutmam. Hâlâ da hatırıma geldikçe gözlerim dolar istemsiz. O kadar içten biriydi ki hepimizin abisi, kardeşi gibiydi.
Viya’nın kapanış şarkısı olan “Ben”de şöyle diyordu:
“Babam, ben yıkıcıyım ama
Ama kendini bilmez değilim
Yaşamak istiyorum sadece
Kendi savaşlarım uğrunda.”
O; tıpkı bu şarkıda olduğu gibi kendi savaşları uğrunda yaşamak isteyen binlerce gence örnek oldu, ilham oldu ve o kısacık ömrüne büyük işler sığdırıp şahane bir gelenek ve tarz bırakarak gitti. Yaşasa kim bilir daha neler üretecekti.

İyi ki yaşadı, iyi ki her şeye rağmen şarkılar söyledi bu yeryüzünde.
Unutulmayacak.

20 Temmuz 2019 Cumartesi

ENDİŞE, MERAK VE BEKLEYİŞ




GİRİZGAH: “Bir kitap okudum hayatım değişti.” diye başlıyor Orhan Pamuk’un “Yeni Hayat” romanı. Bu romanı henüz okumadım ama bu söz o kadar çok kullanılır ki kitabın kendisinden daha ünlü hale gelmiş. Henüz okumadığıma göre bu yazının konusu “Yeni Hayat” olamaz. Ama her yazıya da bir giriş lazım değil mi? Bu sözün verdiği eli tutup devam edelim. Bir kitap okudum ve hayatım değişti diyemem ama bir üçleme okudum ve dibim düştü diyebilirim. Bu arada “dibi düşmek” diye bir deyim yok. Yani henüz yok TDK’de(Evet TeDeKa değil, TeDeKe seni cahil!). Lakin bir 20 yıl sonra olmayacağının garantisi yok. Bu hızla kullanmaya devam edersek neden olmasın. Ne maksatla kullanıyoruz bu tabiri? Genelde çok beğendiğimizi anlatmak için kullanıyoruz. Daha güzel tabirler yok mu? Var illaki. “Hayran kaldım, büyülendim” gibi daha yaygın ve sözlükte de var olan ifadeler kullanabilirdim. Ama çalaklavye yazarken “dibim düştü” dökülüverdi parmaklarımdan. (Bu arada “dibi” de ne çok seviyormuşuz be arkadaş! Bir de “adamın dibi” var ki sorma gitsin! O apayrı bir yazının konusu olabilir tek başına.) Neyse konuyu ne çok dağıttım kendi kendime. Şimdi şu dağınıklığı biraz toplayalım ve girizgaha bir nihayet verelim. Nerede kalmıştık? Hah! Üçleme diyorduk.

NASIL OKUDUM: Bu bahsi geçen ve beni mest eden(bakın bu da var;) üçleme, Yaşar Kemal’in “Dağın Öte Yüzü” Üçlemesiydi. Dağın Öte Yüzü Üçlemesi adı üstünde üç kitaptan oluşuyor. Sırasıyla “Orta Direk”, “Yer Demir Gök Bakır” ve “Ölmez Otu”. Aslında en başta üçlemenin tamamını okumak gibi bir niyetim yoktu. Okuma grubumuzun listesinde olduğu için “Orta Direk”i okumaya başladım ilkin. Ve “Orta Direk” tabiri caizse çarptı beni. O çarpılmanın etkisiyle diğer iki kitabı da peşi sıra okudum. İyi ki de okudum.

Bu üç kitap birbirlerinden bağımsız okunabilirler pekâlâ, lakin bence sıra gözetilerek hepsi okunmalı. Her birinin ayrı konusu, ayrı odağı olsa da birleştikleri çok yer var. Kahramanlarımız zaten ortak ve mekânlarda da yine ortaklık devam ediyor.

İlk kitapta-“Orta Direk”te-Uzun Ali ve ailesinin tüm Yalak köylüsü gibi çalışmak için Çukur’a (Çukurova) yaptıkları yolculuk anlatılıyor. Bir türlü bitmeyen çileli, amansız bir yolculuk… Bu kitabın ekseninde Uzun Ali ve anası Meryemce’nin çatışması var.

İkinci kitapta-“Yer Demir Gök Bakır”da-Çukur’dan para kazanamadan dönen köylünün şehirdeki tüccar Adil Efendi’ye borçlarını ödeyememe korkusu ve peşinden Taşbaş Mehmet’i evliya mertebesine çıkarmaları anlatılıyor. Bu romanda Taşbaş Mehmet ve Muhtar Sefer çatışması var.

Üçüncü ve son kitapta-“Ölmez Otu”nda-ise Memidik’in Muhtar Sefer’den öç alma çabaları, Taşbaş’ın evliyalıktan tenzili, Meryemce’nin tek başına hayata tutunuşu anlatılıyor. Memidik, Meryemce ön planda ve birden çok çatışma var.

Bence bu üç roman Türk romanındaki en iyi ve belki de ilk “gerilim” romanı örnekleri olabilirler. Gerilim diyince aklınıza sadece günümüzün birbirine benzeyen klasikleşmiş gerilim romanları gelmesin. İllaki korkutucu ögeler barındıran, kaçma kovalamaca içeren, bir cinayet üzerinden işleyen bir tür değildir sadece “gerilim”. Kaldı ki bu üçleme bunların hepsini de barındırıyor o ayrı mesele. Ya da iyi bir gerilim olması için batı romanındakilere benzemesine de gerek yok. Bu topraklar insan kaynaklı gerilimin en acımasız ve vahşi olanlarını barındırıyor zaten. Bu üçlemeyi şahane birer “gerilim” başyapıtı yapan şey şu üç duyguyu okuyucusunun iliklerine kadar hissettiriyor olması:endişe, merak, bekleyiş. Bu üç duygu hiç bitmiyor ve yakanızı bir an bile bırakmıyor.

Uzun Ali ve ailesi Çukur’a bir türlü inemedikçe(1.kitap), Adil Efendi köye bir türlü gelemedikçe(2.kitap), Memidik Muhtar Sefer’i bir türlü öldüremedikçe(3.kitap) endişeli bir şekilde, merak ederek bekleyip duruyorsunuz okuyucu olarak. Ve gerim gerim geriliyorsunuz.

Yaa işte böyle bir yazar Yaşar Kemal. Destanın(İnce Memed-Oraya da geleceğiz) da en hasını yazmış, gerilim romanının da. Yukarıda bahsettiklerim romanın okuyucusuna hissettirdikleri ile ilgili. Bir de işin edebi boyutu var ki tarifi mümkün değil. Yaşar Kemal o kadar iyi bir dil mühendisi ki yapıtlarında hiçbir fazlalık yok. Kitaplar dil ve anlatım olarak da kusursuz bir matematiğe sahip. Tıpkı kurgusuyla ve yarattığı atmosferle okuyucuyu avucuna alıverişindeki ustalık gibi. Ve o kadar ilginçtir ki bu toprakların acımasız gerçeklerinden-sefalet, yoksulluk, batıl inanışlar, feodal yapı-hareket ederek müthiş bir gerçeklik sunarken önünüze; zaman zaman bir masala, hatta fantazyaya varan bir estetiği de kullanıyor. Yani gerçeklikle fantazya yan yana. Bunu yapabilecek başka bir yazar gelmiş midir bilemiyorum. Karakterlerine üflediği ruh da bambaşka. Meryemce kadar direngen, Uzun Ali kadar dayanıklı, Taşbaşoğlu Mehmet kadar sabırlı, Muhtar Sefer kadar kurnaz/kaypak nasıl olunabilir diye düşünüyorsunuz okuyunca.

SADET: Bu üçlemeyi okumayan kitap okudum demesin. Şaka şaka! Buraya kadar okuduysanız elbette okumayı seviyor ve kitaplara da zaman ayırıyorsunuzdur. Eminim, ilginizi çeken güzel kitaplar da okuyorsunuzdur. O zaman okuma listenize bu kitapları eklerseniz siz sevineceksiniz çünkü benzersiz bir deneyim yaşayacaksınız.

13 Temmuz 2019 Cumartesi

HER ŞEYLE UĞRAŞAN ADAM




(Yaşar Kemal’in Ölmez Otu’nu kütüphane görevlisine teslim ettikten sonra rafların arasında şöyle bir dolandım. Sıradaki kitabımın ne olacağına karar vererek gelmemiştim bu sefer kütüphaneye. Sene boyu çoğunlukla okuma grubumuzun listesine sadık kalmaya çalışmış ama bir yerden sonra rotadan çıkmış kendi rotamı belirleme yoluna gitmiştim. Zira daha önce okuduğum kitaplar üst üste denk gelmişti listede. Sıradaki kitap da Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ıydı. Okumuştum yaklaşık bir 10 yıl önce. Tutunamayanlar tekrar tekrar okunmayı hak eden bir kitaptı lakin şu anda onu tekrar okuyacak kadar dingin bir kafaya sahip değildim. Yine de neden bir Oğuz Atay okuması yapmayayım ki diye düşündüm. Gerçi “Tehlikeli Oyunlar” ve “Korkuyu Beklerken”i de okumuştum. Yani Oğuz Atay külliyatının ağır toplarını zaten okumuştum. İşte o sırada elim raflar arasında “Bir Bilim Adamının Romanı”na uzandı.)


“Bir Bilim Adamının Romanı:Mustafa İnan” adından da anlaşıldığı üzere bir bilim adamının-Mustafa İnan’ın-hayat hikayesini anlatan bir roman. Yani biyografik bir roman. Biyografik romanlar günümüzde çok revaçta. Kolay okunmaları sayesinde okurların tercih ettiği bir tür. Ben de severim. Sanırım, iyi bir araştırma, eleme süreci yürüttüyseniz yazar için de tercih edilmesi mantıklı bir tür. Aman ilginç bir konu bulayım, şahane bir kurgu yapayım da okuyucunun aklını alayım gibi bir dert yok. Malzeme ortada. Oh mis! Yaz gitsin. Bunlar latife tabi. Özellikle toplum tarafından tanınması elzem kişiliklerin hayatının romanlaştırılması bence güzel bir şey ve bu işe soyunanlara da saygı duyuyorum.


Lakin bu romanın yazıldığı tarihlerde bu tarz romanlara pek rastlanmıyor. Aslında Oğuz Atay’ın da böyle bir niyeti yok. Bu bir ısmarlama roman. Bunu önsözden-Cahit Arf’ın-kaleminden öğreniyoruz. O dönemin TÜBİTAK’ı tarafından desteklenen bir proje bu. Türkiye’de yetişmiş, gelecek nesillere tanıtılmasının gerekli olduğu düşünülen bilim insanlarının hayatını romanlaştırıp piyasaya sürmeyi öngören bir projeden bahsediyoruz. Proje uzun süre hayata geçirilememiş, hatta sanırım bu roman da bu projenin tek ürünü olarak kalmış. Projenin uzun süre hayata geçirilememesinin temel sebebi ise bu bilim insanlarını anlatabilecek yetkinlikte ve içerisinde en azından bir “bilim coşkusu” taşıyan yazar bulmakta zorlanılmış olması. Sonunda, kendisi de bir mühendis olan ve aynı zamanda Mustafa İnan’ın da öğrencisi olan Oğuz Atay’a kabul ettirilmiş romanı yazma işi. Çok da iyi olmuş bence. Mustafa İnan gibi özel ve ayrıksı bir insanın hayatını Oğuz Atay’ın kör gözüne parmağım demeden yaptığı ince toplum eleştirisiyle, kendine has kara mizahıyla, zeki ve kıvrak diliyle okumak büyük bir zevk. Cahit Arf, tam tamına düşlediğim bu değildi, diyor kitap için ama detayına da çok girmiyor. Koskoca ordinaryüs, bir bildiği vardır elbet, o kendi gözlüğüyle bakıp bir eksik görmüş ama ben bir okur olarak beğendiğimi söylemeliyim. Ve dediğim gibi Mustafa İnan’ı Oğuz Atay’ın yazması ayrı bir güzellik olmuş.


Mustafa İnan’ın ilham verici bir hayatı var. Kendisi İTÜ’nün eski adıyla Mühendis Mektebinin efsaneleşmiş bir hocası, profesörü. Efsane olmayı hak edecek bir birikime ve kişiliğe sahip olduğunu kitabı okumaya başlar başlamaz fark ediyorsunuz. Mustafa İnan’ın hayatı bir başarı hikâyesi olarak okunabilir. Ama sadece başarıya indirgemek bence yetersiz kalacaktır. Mustafa İnan’ın hayatında görülmesi, anlaşılması, benimsenmesi gereken pek çok nokta var. Bir bilim insanı nasıl olmalı, nasıl düşünmelidir? Bir bilim insanı aynı zamanda bir aydın mıdır, olmalı mıdır? Siyasete yaklaşmalı mıdır, uzak mı durmalıdır? gibi önemli sorulara cevap veriyor Mustafa İnan’ın hayatı. Kitapta “Her Şeyle Uğraşan Adam” şeklinde tanımlanan Mustafa İnan çok yönlü bir insanmış. Sürekli yeni şeyler öğrenmekten ve öğrenmekten haz duyan biriymiş. İnsanları ve dolayısıyla toplumu eğitmenin ve değiştirmenin sorumluluğunu hissetmiş hep. Ve bunu sadece kendi alanıyla yani mühendislikle sınırlı düşünmemiş; insanımıza sanatı, edebiyatı, iyi ve güzel yaşamayı da öğretmek gerektiğini düşünmüş. Merak etmeyen insanlarımıza merak etmeyi öğretmemiz gerektiğini söylemiş hep. Kendi tabiriyle “Doğu’yu tedirgin etmeden Batı’ya yaklaştırmamız gerektiğini” savunmuş. Büyük ideallerin mütevazı adamıymış Mustafa Hocamız. Herkesten Mustafa İnan gibi olmasını beklemek zor. Zira kitapta zikredilmese de Mustafa İnan’ın bir dahi olduğu aşikar. Gerçi artık dahilere dahi demiyoruz, yakın zamanda üstün zekalı demeye başlamıştık, şimdi onu da terk ettik ve üstün yetenekli birey diyoruz onlara. Profesör İnan da bunlardan biri. Çok yönlülüğünden, müthiş hafızasından ve öğrenme/öğretme kabiliyetlerinden anlıyoruz ki kendisi üstün bir birey. Üstün bireyler genellikle toplumun %2’sine falan tekabül ediyor. Bu %2’nin de büyük bir çoğunluğu harcanıp gidiyor. Yani her üstün yetenekli bireyden de faydalanamıyoruz. Hepimiz bir Mustafa İnan olabilir miyiz? Olamayız ama en azından Mustafa İnan gibilerini kendimize örnek almamız gerekiyor. Beklentimiz, insanlarımızın Mustafa İnan kadar başarılı olması olamaz zaten. İnsanımızdan beklentimiz Mustafa İnan kadar çalışkan olmaları olabilir, Mustafa İnan kadar mücadeleci, disiplinli, düşünceli, paylaşımcı ve hoşgörülü olmaları olabilir. Daha özele indirgersek, yani toplumu bırakıp bilim dünyasına dönersek, bu ülkede bilimle uğraşan insanların Mustafa İnan gibi mücadeleci, bilim coşkusuyla yoğrulmuş olmaları olabilir. Mustafa İnan bir ekol yaratmıştır. Onun gibi insanların ekolleri takip edilmeli, yeni ekoller ortaya çıkarılmalıdır. Bu aslında muasır medeniyetler seviyesine gelme mücadelesidir.


Mustafa İnan’ı yazma görevini Oğuz Atay’ın üstlenmiş olmasının çok isabetli olduğunu söylemiştim. Sadece Oğuz Atay’ın büyük bir edebiyatçı olmasından kaynaklanmıyor bu düşüncem. Oğuz Atay’la Mustafa İnan’ın birbirlerine çok benzemelerinden kaynaklanıyor bu söylemim. Benzeyen ne peki? Pek çok şey aslında. Bilime duydukları coşku, her şeyle ilgilenme huyları vs. ama en çok da kaderleri. İnan da Atay da görece erken yaşlarda aramızdan ayrılmışlar ve ikisi de hayattayken yaptıkları işlerle hak ettikleri şekilde takdir edilmemişler. İkisi de hakkınca anlaşılamamış. Ki işin bu boyutu çok önemlidir. Oğuz Atay, kitapta bunun üzerinde çok duruyor, Mustafa Hocanın Türkiye bilim dünyasında yerleştirmeye çalıştığı ekolün çok iyi kavranamadığını, herkesin onu alkışladığını ama kimsenin onun gibi taşın altına elini sokmadığını söylüyor. Bu çok önemli bir tespit. İnsanların taşın altına elini sokmaktan çekindiği bir memleketin ilerlemesi ve muasırlaşması hayalden öteye gitmeyecektir ki gitmemektedir zaten.


Aynı yalnız kalma ve anlaşılamama hadisesi sonrasında tıpkı hocası gibi Atay’ın da başına gelmiştir. Türk romancılığının sınırlarını zorlayan bu adam ancak öldükten sonra o da ululaştırılarak Türk romanındaki yerini alabilmiştir. Toplumcu gerçekçi olmadan, birey üzerinden de toplumsal eleştiri yapılabileceğini göstermiş, belli roman kalıplarının dışına çıkarak da büyük edebiyat yapılabileceğini kanıtlamıştır. Ululaştırılarak dedim çünkü bugün edebiyatımızda müthiş bir Oğuz Atay kültü yaratılmıştır. Çok büyük olduğu su götürmez ama “Tutunamayanlar”ı ya da “Tehlikeli Oyunlar”ı okuyan insanların kaçı gerçekten Oğuz Atay’ın midesini bulandıran o dünyayı ellerinin tersiyle itebilecek kadar cesurdur. Neyse, bu konu başka bir yazının konusu olabilecek kadar geniş. Bu konuya dalmadan önce sözü bağlayalım.


Mustafa İnan, hakkı yaşarken teslim edilememiş, kıymeti tam anlaşılamamış bir değerimiz. Aslında etrafında hep bir dolu insan olmuş, hep büyük saygı da görmüş. Öğrencisinden, hocasına, siyasetçisinden, sanatçısına herkes onun meclisinde bulunmaktan, onu dinlemekten herkes büyük zevk duymuş. Ama onu anlamak yerine onu yüceltmeyi ve efsaneleştirmeyi seçmişler. Onu özellikle bilimle uğraşanların, mühendislik okuyanların tanıması ve anlaması gerekiyor. En çok onların… Ve hatta öğretmenlerin. Çünkü insanlara bir şey nasıl öğretilirin uzmanıymış Mustafa Hoca ve kitapta çok güzel anlatılıyor bu. Mustafa İnan, gerçekten anlaşılmış mı tartışılır, gelecek nesillere Mustafa İnan layıkıyla aktarılabilmiş tartışılır. Yine de her şeye rağmen, Oğuz Atay çıkmış ve Mustafa İnan’ı bu şekilde ölümsüzleştirmiş. İnan gibi niceleri var ki toplum ve insanlık için verdikleri mücadeleye rağmen unutulup gitmiştir.


Şu alıntı bence Mustafa İnan efsanesini ve aslında olması gerekeni çok iyi özetliyor:
“Hep verilerle yetindiğimiz için, bunun ötesini merak eden kafaların varlığına alışmakta güçlük çekiyoruz. Belki onu efsaneleştirerek bir bakıma kurtulmak istiyoruz böyle değişik insanlardan. Öyle ya onu gözümüzde çok büyütmezsek, sonra onun gibi bütün gücümüzle kendimizi ve dünyayı değiştirmek zorunda kalırız.” (Bir Bilim Adamının Romanı, S.79)

11 Temmuz 2019 Perşembe

Yazmak ve Okumak



Yazmak ve okumak arasında kan bağı var hiç kuşkusuz. Bu iki kardeşten biri olan “okumak” genellikle yazmaktan daha muteber görülür. Lakin unutulmamalıdır ki ilk önce yazı keşfedilmiştir ve okunabilecek bir şeyin olabilmesi için önce o şeyin yazılmış olması gerekir. Yani “yazmak” okumanın ablasıdır/abisidir. Yazmak, her ne kadar diğerinin büyüğüdür desek de diğeri olmadan “yazma” eyleminin güdük ve yavan kalacağını da söylemek lazım. Yani okumayan, okumadan beslenmeyen bir insanın yazma eyleminde başarılı olması pek olası değil. Dili kullanma ve anlatım becerisi kazanabilmek için iyi bir okur olmak şart.

Bu iki faaliyet, benim hayatımın da en önemli iki faaliyeti oldu her zaman. Okumakla aram kendimi bildim bileli iyi olmuştur. Okumayı öğrendiğim ilkokul sıralarından bu yana bu durum böyleydi. Hatırlayabildiğim ilk kitabım Sulhi Dölek’in “Güzel, Erdem, Bilgi, Sevgi” kitabıydı. Daha öncesi de vardır illaki Cin Aliler falan ama onları hatırlamıyorum. Ama bunu net hatırlıyorum. Sonra yıllar içerisinde yazmak eylemi de okumak kadar önemli oldu hayatımda. Bir şeyler yazmaktan hep zevk aldım. Belli kurallar dahilinde ve edebiyat kaygısı da güderek yazmaya başlamam ise blog yazmamla başladı. Sanırım 2007 idi “gorkidiyorki” blogunu ilk açtığımda. Ve aslında beni bir blog tutmaya yani yazmaya iten şey yine okuma eylemiydi. Şöyle ki çok kitap devirdiğim bir dönemdi 2005-2007 arası. Bir gün kitaplığımdan rastgele seçip okumaya başladığım bir kitabın ancak 30-40. sayfasına geldiğimde fark etmiştim onu daha önce okuduğumu. Sonra okuduğumu net bir şekilde bildiğim ama içerikleriyle ilgili çok az şey hatırladığım bir yığın kitabım olduğunu fark ettim kitaplığımda. Okuyorum ama okuduklarımdan geriye ne kalıyor düşüncesine itti bu durum beni ve ondan sonra okuduklarım hakkında sistemli bir şekilde notlar almaya ve okuduklarım hakkında bir şeyler yazmaya karar verdim. Bunu blog üzerinden yapmaya karar vermem ise insanların yazdıklarımı okuyacaklarını bilmenin bana yazma disiplini kazandıraracağını düşünmemle oldu.

O günden sonra da okuduklarımın hepsini yazamamış olsam da pek çoğunu yazmaya çalıştım. Yani okuma eylemim yazma eylemimin motoru olmuş oldu. Okuduklarım dışında şeyler de yazdım sonraları çünkü yazma işini çok sevdim. Yazmanın insanı iyileştiren, sağaltan da bir tarafı vardı. O yüzden “gorkidiyorki” blogunun sloganını “yazalım güzelleşelim” olarak belirlemiştim. Yazmak güzelleştiriyordu.

Okumak da yazmak da güzelleştiriyor insanı. Okudukça yazma melekeniz de keskinleşiyor bir yandan. Yine de çok okumak yazabilmek için yeterli değil. Yazma için sistemli olmak ve zaman ayırmak gerekiyor. Kafanızın yazma eylemine odaklanması bir o kadar önemli. Dolu kafayla da yazılmıyor nitekim. Neyse ne, pek çok sebepten ötürü epeydir bir şeyler yazamadım. Okumadım mı peki? Hayır, okudum. Ona bir şekilde vakit buldum ama bir şeyler yazabilecek boş vakti ve kafa dinginliğini yaratamamıştım. Şimdi, geri dönüyorum; önümüzdeki günlerde biriken kitaplar ve muhtelif konular hakkında kafanızı ağrıtmaya devam edeceğim.

Görüşmek üzere.

(Sırasıyla Yaşar Kemal’in İnce Memed’ini, Dağın Öte Yüzü Üçlemesini, Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde ve Eskici ve Oğulları romanlarını ve son olarak Oğuz Atay’ın Bir Bilim Adamının Romanı’nı yazacağım.)

9 Nisan 2019 Salı

NE KASETTİ AMA 7





90’lar pop diye bir tabir var. 90’lar öncesinden ne farkı var ki bu dönemin böyle bir ayrım yapılmış? Bu ayrımı netleştiren ilk şey bence üretimle ilgili, yani müzik sektöründe müthiş bir patlama gerçekleşiyor doksanlarda. İkincisi ise 90’larda daha önce “hafif müzik” olarak nitelenen ve naif bir tarafı olan bu müzik türü, doksanlarla beraber kabuğunu kıran, dönüşen, özgürleşen gençliğin de sesi oldu bir yerde. Doksanlar büyük değişim yılları, müzikte de böyle olması şaşırtıcı değil.

Neyse çok uzun uzun anlatmaya gerek yok bunları, yavaş yavaş kasetimize gelelim. Doksanlar popun patladığı kaset olarak genellikle Yonca Evcimik’in “Abone”si kabul edilir. Doğrudur da. Abone 91’de piyasaya çıkmıştır. Şimdi sözünü edeceğimiz Aşkın Nur Yengi’nin “Sevgiliye” kaseti ise 1990 yılında çıkmıştır. Yani 90’lar popun ilk gerçek hit kasetidir.

Aşkın Nur Yengi’nin “Sevgiliye” kaseti de yine 90’lardaki pek çok efsane kaset gibi Sezen Aksu damgasını taşımaktadır. Şarkıların sadece biri hariç hepsinin sözleri Aksu’ya aittir. O diğer şarkının-ki kasete adını veren şarkı olan “Sevgiliye”dir bu şarkı-söz yazarı ise Şehrazat’tır. Şarkıların büyük bir çoğunluğu popüler Yunan şarkılarının müzikleri üzerine yapılmıştır. Düzenlemeleri başka bir pop müziği efsanesi olan Onno Tunç yapmıştır. İşte böyle efsanelerin olumlu etkisiyle ortaya efsane bir kaset çıkmıştır.

“Sevgiliye” adı, albüme cuk oturmaktadır. Bütün şarkılar “sevgiliye” söylenmektedir zira. Kimi hüzünlü kimi kıpırdak ama hep sevgiliye… Aşka dair her şey vardır; acı, gözyaşı, mutluluk, heyecan, nefret, kahır, ayrılık, kavuşma, aldatma… Hangi türden olursa olsun, 90’ların o naifliği vardır üzerinde. Sevgiliye onu aldattığını itiraf ederken bile bunu “içi kan ağlayarak” yaptığını itiraf eder. Sonraki on yıl içerisinde karşımıza sıkça çıkacak olan “nasıl da ağzına sıçtım ama” temalı pop şarkıları henüz yaygınlaşmamıştır. 90’lardaki “aşk” teması naif ama aynı zamanda erotik çağrışımlar bakımından da cüretkârdır.

Bile Bile, Sevgiliye, Çağırma Beni, Yazık, Ayrılmam, Susma gibi unutulmaz slow şarkılar barındırır kaset. Seni Aldattım, Olmaz, Başka Bir Şey ve Öyle Bakma şarkıları ise kıpırdak ve kendini dinleten şarkılardır. Kısacası boş şarkı yoktur kasette. Baştan sona sıkmadan dinletir.

Aşkın Nur Yengi bir daha bu efsane kasetin yanına yaklaşabilecek işler çıkaramamıştır. Yıllarca bu kasetin ekmeğini yemiştir. Ama yeter de artar bile bence. Neredeyse 30 yıl olmuş ama “Susma” çalsa herkes ezberden söyler şarkıyı.
Not: Gamsız marangoz mahalle yanarken çiçek sularmış diye bir söz var. Aha benimki de o hesap. Memleket gündemi neyi tartışıyor, adam kasetle kürekle uğraşıyor diyorsunuz değil mi? Evet, tam olarak öyle yapıyorum. Çünkü biliyorum ki tarihin tekerleği geriye işlemez. Tiranlar, zalimler, egemenler hepsi taklaya gelecek, üç vakte kadar. Dert etmeyin, biz kazanacağız!



15 Mart 2019 Cuma

DEMOKRASİ MÜCADELESİYLE GEÇEN BİR HAYAT




Zekeriya Sertel, Cumhuriyet tarihinin en önemli gazetecilerinden biri. Kendisi tam bir efsane. Anılarını anlattığı “Hatırladıklarım” adlı kitabı elime tesadüfen geçti. Daha önce Sabahattin Ali’yi ve Nazım Hikmet’i anlatan kitaplarda adını sıkça duyduğum bir isim olan Sertel’in hayatını büyük merak içerisinde okudum. İşte kitaptan kalan notlar.


• Gazeteciliğin duayenlerinden biri. Amerika’da gazetecilik okumuş. Bu anlamda sanırım okullu ilk gazetecimiz.
• Cumhuriyet gazetesinin kurucularından. Dönemin önemli mecmuası Resimli Ay’ı, önemli gazeteleri Son Posta’yı ve Tan’ı çıkarıyor.
• Cumhuriyet’in ilk Basın-Yayın Genel müdürlerinden. Bu görevde çok uzun süre kalamıyor çünkü cesur ve sözünü sakınmayan biri olduğundan Ankara tutulmuyor.
• Bağımsız gazeteciliğin öncülerinden biri. Bağımsız kalabilmek için hayatı boyunca hep bir demokrasi mücadelesi vermiş. Tek parti döneminden çok çekmiş, pek çok kez hapse atılmış. Demokrasi mücadelesi vermenin bedelini ödemiş.
• Tan gazetesini çıkarırken matbaası faşistler tarafından basılıyor ve yerle bir ediliyor. Eşiyle beraber canlarını zor kurtarıyorlar. Saldırıya uğrayan kendileri olmasına rağmen yargılanan yine kendileri oluyor, sonrasında da yaşadıkları hukuksuzluklar ve yıldırmalardan ötürü ailesini ve kendi canını kurtarmak için yurt dışına gitmek zorunda kalıyor.
• Hayatının son 28 yılını gurbette geçiriyor. Yasalara ve insan haklarına aykırı bir uygulamayla ülkeye dönmesine izin verilmiyor. Ancak 1977 yılında 87 yaşında iken tekrar dönebiliyor Türkiye’ye.
• Gazeteci olduğu için dönemin tüm önemli şahsiyetleriyle tanışıyor. Sanat ve edebiyat camiasından pek çok ismin de yakın arkadaşı. Özellikle Nazım Hikmet’in çok yakın arkadaşı. Sabahattin Ali’yle de yakınlar. Aziz Nesin gazeteciliğe onun yanında başlıyor ve ondan büyük destekler görüyor.
• Nazım Hikmet’le hiçbir zaman kopmuyorlar. Yurt dışında da görüşüyorlar. Nazım’ın ölümünden sonra Nazım’la ilgili iki kitap yazıyor.
• Dürüst ve korkusuz biri. Atatürk’le bile çatıştığı dönemler olmuş, bu yüzden zaman zaman başı belaya da girmiş ama hatıralarında bu yaşadıkları çatışmalara rağmen Atatürk’le ilgili olumlu ve övücü sözler sarf ediyor.
• İnönü dönemiyle ve İnönü ilgili ise çok öfkeli, çünkü bu dönemde çok çekiyor. Bir sürü haksızlığa ve hukuksuzluğa maruz kalıyor.
• Osmanlı’nın yıkılışını, 2.Meşrutiyet’i, T.C.nin kuruluşunu, Balkan Savaşları’nı, 1. ve 2. Cihan Harplerini görüyor, yaşıyor. O dönemleri yaşayan pek çok insan gibi bin bir zorluk çekiyor. Hayal bile edemeyeceğimiz derecede zor yaşantılar bunlar.
• O zorlukları yaşadıkları için olsa gerek, bu kuşaklar felaket dayanıklı ve çılgın idealist. Defalarca kez yıkılıp tekrar kalkmışlar. Zor işler vesselam.
• Şaşırtıcıdır, Demokrat Parti’nin kurulmasına ön ayak olanlardan biri. Daha önce de söylediğimiz gibi tek partinin baskıcı yönetiminden çok çekiyor. Bu yüzden Türkiye’nin Avrupa-Amerika tarzı bir demokrasiye ulaşabilmesini çok önemsiyor ve her şeyi yapmaya hazır durumda.
• Demokrat Parti’nin kuruluş sürecine katılıyor olsa da Adnan Menderes ve diğerlerinin kendisi gibi birer demokrasi sevdalısı olmadıklarını hemen fark ediyor. Sağcı ve gerici basın da kendisini ve gazetesini komünizm propagandası yapmakla suçluyor. Bu yüzden Menderes ve diğerleri de bir solcuyla beraber görünmek istemedikleri için Sertel’in onlardan ayrılması işlerini geliyor.
• Öncesinde de Mareşal Fevzi Çakmak’a, insan hakları derneği kurdurmaya çalışan bir ekibin içinde yer alıyor. Amaçları İnönü’nün karşısına, halkın sevdiği güçlü bir isimle çıkmak ve ülkedeki baskıcı havayı dağıtmaktır. Mareşal’e gitmelerinin sebebi, onun da Atatürk gibi Sovyet dostluğuna önem vermesidir. Ama Mareşal siyasetten anlamayan, iyi niyetli ama eski bir tip olduğu için amaçlarına ulaşamıyorlar.
• Komünist olmakla, komünizm propagandası yapmakla suçlanıyor sürekli. Bu yüzden sürekli baskı da görüyor. Ama kendisi bunu kabul etmiyor. Ateşli bir Sovyet taraftarı ve Sovyet-Türk dostluğunu çok önemseyen biri olmasına rağmen komünist olmayı bir suçlama olarak kabul ediyor çünkü bu suçlamayla her türlü demokratik talebin üstünün örtüldüğünü ve halk gözünde itibarsızlaştırıldığını düşünüyor. Bunu 11 Ekim 1945 tarihli Tan Gazetesindeki yazısında şöyle ifade ediyor:
“Bir memlekette komünizmin yayılabilmesi için orada objektif ve subjektif koşulların bulunması gerekir. Objektif koşullar, bir memleketin sosyal ve ekonomik bünyesinin böyle bir geçişe elverecek olgunluğa ermesiyle mümkündür. Yani bir memlekette sanayileşme hareketi son haddini bulur, halklar kesin çizgilerle, farklarla sınıflara ayrılır, üretim araçları birkaç elde toplanarak işçi sınıfı, milletin çoğunluğunu teşkil edecek dereceye gelir, işte o vakit o memlekette komünizm için aranan objektif koşullar olgunlaşmış sayılır. Almanya’da, Amerika’da, İngiltere’de ve hatta Fransa’da bu koşullar vardır. Fakat Türkiye gibi sanayi kurulmamış, sınıflar belirmemiş, sermaye birikimi başlamamış, halkının dörtte üçü okuma yazma bilmeyen bir memlekette bu koşulların hiçbiri var sayılamaz.
Aynı zamanda subjektif koşulların da olgunlaşması gerekir. Yani işçi sınıfı tam anlamıyla örgütlenecektir. Güçlü işçi önderleri yetişecektir, sınıf bilinci kuvvetlenecektir ve sınıf çarpışmaları ilerlemiş bulunacaktır. Ancak bu koşullar olgunlaştığı zamandır ki komünizmden söz edilebilir. Bu durumda Türkiye’de komünizmden söz etmek ve komünist tehlikesinden korkmak burjuvaların vehminden başka bir şey değildir.”
• Sertel, yurt dışında geçirdiği uzun yılların ardından yurda dönmek istiyor ama olumlu yanıt alamıyor. Hatta bir keresinde pasaportu olmamasına rağmen, artık ne olacaksa olsun diyip uçakla İstanbul’a iniyor, ama ülkeye girmesine izin verilmiyor, bir gece polis nezaretinde tutulduktan sonra ertesi gün Fransa’ya geri gönderiliyor. (Bu olaylar olurken Süleyman Demirel başbakandır. 70 küsur yaşında ve de yasalarla sabit hiçbir cezası olmayan birinin yurda sokulmamasıyla ilgili sorular sorulduğunda kendisine, geçiştirir konuyu Demirel, çünkü Tan gazetesinin talan edildiği olaylar da kendisi de yer almıştır. Bu olay ülkemizin karanlık ve içler acısı tarihinin bir özeti gibidir.)
• Anılarda dikkatimi çeken bir unsur, eşi Sabiha Sertel’den çok az bahsetmiş olması. Yani şöyle ki bazı yerlerde onun ne kadar cefakâr olduğundan bahsediyor ve takdir ve teşekkürlerini sunuyor ama benim gözüme yetersiz geldi. Çünkü Sabiha Sertel öyle bir kadın ki kocasının hapishanede olduğu uzun zaman dilimleri içerisinde gazeteyi tek başına çekip çevirmeye ve çıkarmaya devam etmiştir. Onun bıraktığı yerden başyazılara devam etmiş, sürekli yazmış ve üretmiştir. Mevzubahis yıllarda bir kadının Türkiye gibi bir memlekette başarması çok büyük işlerdir bunlar. O yüzden bu efsane kadınla ilgili de bir bölüm beklerdim ben bu hatıratta. Buna biraz şaşırdım doğrusu.
• Kitabın sonuna doğru o zamanlar genç bir gazeteci olan Gündüz Vassaf’ın onunla yaptığı bir röportaja da yer verilmiş. Röportaj, Sertel’in yaşlılığında, henüz memlekete dönme izni alamadığı yıllarda yapılmış. Önemli bir tanıklık ve önemli röportaj. Gündüz Vassaf, Sertel’in yeğeniymiş aynı zamanda.


İşte böyle. Cumhuriyet döneminin duayen gazetecisi ve bir demokrasi savaşçısı olan Zekeriya Sertel’in böyle bir hayatı olmuş. İlerleyen süreçte eşi Sabiha Sertel’in ve kızı Yıldız Sertel’in hatıratlarını da okumayı düşünüyorum.


Hatıratlar geçmişi anlamak ve anlamlandırmak adına önemli metinler. Bu türe bundan sonra daha yakın durmaya karar verdim.
Son söz, yine Zekeriya Sertel kendisinden gelsin:
“İşte bir ömür böyle geçti. Gericiliğe karşı, istibdada, haksızlığa, adaletsizliğe karşı savaşarak. Demokrasi ve özgürlük için savaşarak. Davamız hür, mutlu ve bağımsız bir Türkiye’ydi. Bağımsızlığına kavuşmuş, gerilikten kurtulmuş, bolluğa ermiş bir Türkiye.
Benim için en büyük mutluluk, ileri, bağımsız ve refaha ermiş bir Türkiye görmektir. Bunu belki ben göremeyeceğim, ama torunlarım görecektir. Zafer ilerinin ve ilericilerindir.”