15 Mayıs 2020 Cuma

BİR İNSAN ÖMRÜNÜ NEYE VERMELİ



Bir insan ömrünü neye vermeli? Böyle soruyor Zülfü Livaneli, aynı adlı şiirinde/şarkısında. Öyle ha deyince cevaplanabilecek bir soru değil. Cevabı da kişiden kişiye değişir elbet. Ömrümüzü neye vermeli/neye adamalıyız? İşimize mi, memleketimize mi, çocuklarımıza mı, ideolojilerimize mi, inançlarımıza mı, ailemize mi, dostlarımıza mı? Aslında belki de gerçekten ömrümüzü bir şeye vermeli miyiz? Adanmışlık acaba gerçekten de sağlıklı bir ruh hali midir? Al sana, uzunca tartışabileceğin bir konu. Ben insanın ömrünü “bir” şeye adamasının sıkıntılı olduğunu düşünüyorum. Çünkü bir süre sonra o adanan şeyin kişinin tüm hayatını ele geçirdiğini, kendi hayatını, benliğini silikleştirdiğini ve her şeyin önüne geçtiği kanaatindeyim. Her şeyden biraz biraz taşımalı insan bünyesinde, hiçbir şeye körü körüne bağlanmamalı ve hayatta ondan başka bir şey yokmuş gibi davranmamalı bence.

Tahsin Yücel’in “Peygamberin Son Beş Günü” romanındaki kahramanı Rahmi Sönmez de kendisini adamış bir insan. Kendini Marksist dünya görüşüne ve bu görüşün kaçınılmaz tarihi neticesi olacak olan devrime adamış bir insan. Enteresan bir karakter Rahmi Sönmez. Romanlara has, acayip tesadüflerle, mahvoluşlar ve yeniden var oluşlarla dolu eksantrik bir hayatı vardır Rahmi Sönmez’in. Can dostu Fehmi Gülmez ve hayatının aşkı Feride ile birlikte dünyayı değiştirme hayalleri kurarlar. Bir eski zaman adamıdır. Eski zaman solcusu, yani bir “eski tüfek”tir. Değişen zamana ayak uyduramayan, uydurmaya da çalışmayan bir 1940’lar kuşağı şairidir. 1920’lerden 1990’lara kadar süren hayatı, Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm çalkantılı dönemlerine tanıklık etmiş biridir. Devrimci ozanlık ederek halk devrimine katkı sunabileceğini düşünecek kadar romantik ve kendi ideolojisinin bile sadece seyircisi olacak kadar gerçeklikten uzak biridir aslında. 1920’lerin başında bindiğinde bir kara tren olan yeni dünya düzeni, yaşlılığına doğru bir elektrikli trene dönüşmüş ve hızlanmış durumdayken; o hıza yetişememekte ve olan bitene de anlam verememektedir Rahmi Sönmez, namıdiğer Peygamber. Etrafındaki her şeyi sadece tek bir süzgeçten geçirerek anlamaya çalışmaktadır. O süzgeç sahip olduğu dünya görüşüdür. Haliyle hayatı tek bir süzgeçten geçirerek anlayamaz olup biteni, daha doğrusu yanlış anlar ve bir süre sonra başını döndüren bu trenden kurtulmanın yolunu yanlış yerlerde aramaya başlar.

Tahsin Yücel; edebiyat dünyasına çok enteresan ve unutulmaz bir kahraman hediye ederken, okuyanı hop oturup hop kaldıran, zaman zaman kızdıran, zaman zaman da hüzünlendiren bir roman yazmış. Tahsin Yücel, tam bir milimetrik romancı* örneği. Yani romanındaki her şeyi ince eleyip sık dokuyarak oluşturan bir romancı. Romanını Rahmi Sönmez’in biyografisiymiş gibi kurgulamasından, bu kurguyu neden yaptığını açıklayan bölümlere kadar; sözcük seçiminden**, kitapta kullandığı anlatım tekniklerine kadar… Her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşündüğü, hiçbir kısmını gelişine yazmadığı çok belli. Mesela, romanın önemli karakterlerinden olan Feride’yi ele alalım. Feride, Marksist literatürü yemiş yutmuş, erkeklerin olduğu ortamlarda bile bu konuları en iyi anlatan ve irdeleyen, kadınların yaptığı hiçbir şeyle ilgilenmeyen(evlilik, çocuk yapma, ev işleri) bir kadın. Ve bu haliyle etrafındaki herkesi büyüleyen bir karakter. Feride o kadar dominant ve özgür bir karakter ki 1940’lar Türkiye’sinde onun gibi bir kadın karakterin var olması ihtimali çok düşük gibi görünüyor. Kitapta Rahmi Sönmez’in değişimi ve dönüşümü için gerekli olan bu karakteri bakın nasıl rasyonalize ediyor Tahsin Yücel: Feride karakterini yurtdışındaki bir elçinin kızı yapıyor, rahat şartlar altında Avrupa’da iyi bir eğitim alan Feride Türkiye’ye dönünce de ailesiyle tüm bağlarını kopartıyor. Yani hem bilgili oluşunun hem de özgür olabilmesinin alt yapısını yapıyor romancı. Zaten kitapta öyle bir “hesaplanmış” hava var ki rahmetli Tahsin Yücel’i karşınıza alıp “ya üstat kitabın şurası da neden böyle” deseniz tak diye cevabınızı alırsınız muhtemelen.

Peygamberin Son Beş Günü; Türkiye’nin çok acayip dönemlerine(cennet vatanımızın acayip olmayan dönemi mi var ki)mercek tutan, ilginç kurgusu, sürükleyici hikâyesi ve unutulmaz karakterleriyle edebiyatımızın kendine has üretimlerinden biri. Sever misiniz, sevmez misiniz bilemem ama kayıtsız kalamazsınız bu kitaba. Ben sanırım sevdim, sanırım.

*: Milimetrik Romancı. Orhan Pamuk'a nazire olsun diye bunu ben uydurdum. Nasıl ama! Burada bahsettiğim romancı için düşünceli romancı desek de kafamız ağrımazdı sanki.

**: Tahsin Yücel, dil konusunda takıntılı denecek derecede hassas biri. Yabancı sözcükler yerine Türkçelerini kullanmak ve olmayanların yerine Türkçe sözcük türetme çabasını kıymetli bulmama rağmen, bu durum bir saplantıya dönüşmemeli diye düşünüyorum. Yücel, eserinde “burjuvazi” yerine “kenter” sözcüğünü kullanmış mesela inatla. Belki de Yücel’in kitabının dışında başka bir yerde göremeyiz bu kelimeyi. Hoş, başta kulak tırmalayan bu kelimde sonradan sonraya takıntılı Rahmi Sönmez’le birlikte özdeşleşiyor ve alışıyoruz okuyucu olarak. Lan, yoksa, bir saniye! Acaba Tahsin Yücel, bu takıntılı tavrı sergileyerek kendi takıntılı kahramanına mı gönderme yapıyor. Yapar mı yapar, Tahsin Yücel bu. Onu bile planlamış olabilir.

Meraklısına Not: Tahsin Yücel’in daha önce “Kumru ile Kumru” romanını okumuştum. Seksenler sonrası dönüşen, başkalaşan-belki de yozlaşan demek daha doğru olur-Türkiye’nin ilginç bir panoramasını gözler önüne seren ilgi çekici bir romandı. Politik olmadan toplumsal taşlama yapan 70’ler 80’ler Yeşilçam filmlerinin tadını bulmuştum ben bu kitapta. Tavsiye ederim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder