13 Mayıs 2020 Çarşamba

İZLEYEBİLDİM 2



Efendim n’olacaksa olsun deyip herhangi bir sınıflandırmaya gitmeden gördüğüm film tavsiyelerini düşünmeksizin izlemeye karar vermiştim geçen hafta. Lakin daha önce deklare ettiğim üzere sevgili Mehmet Turgut’un listesini özellikle izlemek istediğimi de söylemiştim. O yüzden bu hafta sonu film izlemeye başlarken Mehmet’in listesini hayata geçirmeye karar verdim.


İlk olarak “12 Angry Men” filmini izledim. Daha önce de ismini duyduğum ama izlemeye yeltenmediğim bu filmi çok beğenerek izledim. Gerçekten tam bir başyapıt. Tek mekânda geçmesine rağmen izleyiciyi sıkmayacak bir film çekmek başlı başına bir hüner zaten. Diyaloglar çok iyi, karakterler gerçekçi; 12 karakterin hiçbiri bir karikatür gibi kalmamış, hepsine öyle ya da böyle bir derinlik kazandırılmış. Suç ve ceza, kanıt ve şüphe kavramları üzerine sizi düşündüren şahane bir film bu. Amerika’daki jürili hukuk sistemi her zaman ilgimi çekmiştir zaten. Kimdir ki bunlar ve nasıl karar verirler diye hep düşünürdüm. Bu filmdeki jürilerden 3 tanesinin akepeli olduğuna yemin edebeilirim. İMDB puanı 8.9, benim puanım 9.8.

İkinci film “Rope”. Yine Mehmet’in tavsiyelerindendi. Yine Mehmet’ten öğrendiğimize göre efsane yönetmen Alfred Hitchcock’un ilk renkli filmiymiş bu film. Yapım yılı 1948.
Bir film düşünün ki filmdeki cinayet filmin ilk sahnesinde işleniyor. Cinayeti işleyeni de biliyorsunuz ama buna rağmen filmdeki gerilim ve heyecan bir saniye bile düşmüyor. Bu film de neredeyse tek mekânda geçiyor. Filmi sürükleyen iki tane de fetiş objemiz var. En az oyuncular kadar rolleri var filmde. Bizi yine çılgın sorularla, sorgulamalarla sarmalayan bir film bu. (Baran Doğan bu filmde kesin katili haklı bulmuştur mesela.) Netice itibariyle her anıyla sürükleyici ve izlenesi bir film “Rope”. İMDB puanı 8, benim puanım 9.

Geldik 3. Filme. Mehmet’in listesinden izle git işte değil mi? Niye kaşınıyorsun ki? Duramadım ve kaşındım. İnsanoğlu böyle bir yaratık, rahat bize batar. Duramadım ve ismi lazım değil sinefil bir arkadaşımın tavsiye ettiği “Happiness” adlı filmi izledim. Kaşındım diyorum çünkü geçen hafta bu arkadaşımın tavsiye ettiği rahatsız film “Dogtooth”u izlemiştim ve psikolojim bozulmuştu. Hem bu arkadaşım önerdiği için hem de ismi lazım değil başka bir sinefil arkadaşım bu film üzerine “Sevgilinizle İzlemeniz Gereken Son Film” diye bir yazı yazmış olmasına rağmen izledim bu filmi. Bu arada film kötü bir film değil tabii ki. Dogtooth da kötü bir film değildi. Tam tersi bu filmler kalburüstü filmler. Gelgelelim insanı dürten, huzursuz eden filmler bunlar. Kendinizle bir derdiniz yoksa izlemeyin böyle filmler. Psikolojinizi bozmayın. Şaka şaka izleyin. Ya da bana ne yaa! Neyse, filme dönelim. 98 yapımı olan bu filmin yönetmeni Todd Solondz diye bir manyak. Senaryoyu da o yazmış. Bir film düşünün adı Bu film için “kara mizah” diyebiliriz. Nedir yani kara mizah. Yani böyle güldürürken aynı zamanda düşündüren gibi. Ama böyle hayvan gibi güldürmeyen, böyle gülüyoruz ağlanacak halimize şekliyle güldüren, onu da böyle istihzayla yapan, izleyicisine nanik yapan, ya işte hayatta böyle şeyler de var farkında mısın lavuk diyerek güldüren, bak bu aslında çok komik ama günlük hayatta buna dikkat etmezsiniz çünkü öküzsünüz diyerek güldüren. Yani gülmeceyi de rahatsız ederek yapan bir şey bu “kara mizah”. Bir film düşünün adı “Mutluluk” olsun ama filmin içinde bir tane mutlu karakter olmasın, işte tam olarak bu “kara mizah”. Teşekkürler Todd Solondz, çok acımasız bir film yapmışsın ama yönetmenin de tillahıymışsın. Neyse işte sinirleriniz sağlam değilse, minnoş bir insansanız bu filmi izlemeyin. Yeni şeylere açıksanız izleyin. IMDB puanı 7,7, benim puanım 3; çünkü psikolojimi bozdu. Şaka şaka filmdeki Joy Jordan karakterinin ve ırahmetlik Philip Seymour Hoffman’ın hatırına 7.5 veririm.


Son film aslında bir tavsiye değildi. Happiness filmini tavsiye eden ismi lazım değil arkadaşım hafta içinde kapak fotosunu değiştirip “Papillon” adlı filmden bir kareyi kapak fotosu yapmıştı. Bu, bana yıllardır okumayı düşündüğüm ama bir türlü okumadığım “Kelebek” adlı romanı hatırlattı, bu saatten sonra okumayacağıma ikna olup bari filmini izleyeyim dedim. İşin kolayına kaçtım yani. Bizim sinefil, kapak fotosu yaptığına göre kesin filmi de iyidir(!) diye düşündüm ve oturdum başına. 1968’de kitabı çıkıyor, 1973’te de filme çekiliyor. Üzerine çok konuşulan bir kitap ve film olduğu için aslında çok da gizemi kalmamıştı, hikâyeyi aşağı yukarı biliyordum zaten. Neyse, yine de izledim. Film için kötü diyemem ama bazı sahneler arasında çok bariz kopukluklar var. İşte bu da bir romanı sinemaya uyarlamanın ne kadar zor olduğunun açık kanıtlarından biri maalesef. Kim bilir kitapta o kısımlar ne zengin bir şekilde anlatılmıştı, filmde ise işin sadece aksiyon kısımlarını yansıtabiliyorsunuz. E, boru değil 500 küsur sayfalık kitap, 3 saate yakın süren bir film de çekseniz her şeyi koyamıyorsunuz ve bazı kısımlar da ister istemez kopukluk kalıyor. Beni en çok etkileyen bunun gerçek bir hayat hikâyesi oluşuydu. Dünyada en “deli” insanlar var diye şaşırmaktan alamadım kendimi. Henri Charriere yani “Papillon”, tam bir cesaret ve irade abidesi. Şapka çıkartmamak elde değil. Filmin IMDB puanı 8, filmde çok kopukluklar olduğunu düşünmeme rağmen Steve McQueen’in ve Dustin Hoffman’ın göz dolduran performanslarını da göz önünde bulundurarak ben de 8 veriyorum.

Bir çorba gibi film yazısının daha sonuna geldik. Tavsiyelerimi dikkate almamanızı tavsiye ederek bir sonraki yazıda görüşmek dileğiyle diyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder