16 Mayıs 2020 Cumartesi

İKİ ŞEHRİN HİKÂYESİ: İNSANLIĞIN HAZİN TARİHİ



Fransız İhtilali insanlık tarihinin en önemli olaylarından biridir. O denli önemli sayarız ki bu İhtilali, tarihte yeni bir çağın başlangıcı olarak kabul ederiz. Fransız İhtilali ile Yeni Çağ kapanmış, Yakın Çağ başlamıştır. Sanayi Devrimi ile birlikte modern dünyamıza şekil veren iki dönüm noktasından biridir kuşkusuz. İnsanlık tarihini derinden etkileyen fikir akımları Fransız İhtilali sayesinde ortaya çıkmıştır, bu fikir akımları halk hareketlerini ateşlemiş, ülkelerde rejimler ve iktidarlar değişmiştir. Yani o ilk devrilen domino taşı gibi bir şeydir Fransız İhtilali. Ve her ihtilal gibi bir hayli kanlı olmuştur. Hiçbir büyük dönüşümün kansız ve yumuşak bir şekilde gerçekleşmesi mümkün değildir zaten.
İki Şehrin Hikâyesi için de Fransız İhtilali’ni en iyi anlatan kitap derler. Bu yüzden yıllardır okumayı istediğim bir kitaptı. Zira tarihi, romanlardan okumak bence çok heyecanlı ve eğlencelidir. İşin nesnellik kısmı tartışılır tabii ki; sonuçta romanlar bilimsel değil, edebi eserlerdir. Neyse ki çok sorun değil bu öznellik, tarih bilimi de nesnelliği en tartışmalı sosyal bilimlerden biri değil mi sonuçta.


İki Şehrin Hikâyesi de haliyle direkt olarak Fransız İhtilali’ni anlatmıyor. İhtilal günlerini fon olarak kullanıyor. İhtilalin üç önemli sloganı var: eşitlik, özgürlük ve adalet. Adalet kavramı klasik romanlarda sıkça kullanılan bir temadır. Bu romanda da önce Doktor Manette’in daha sonra Charles Darnay’in uğradığı adaletsizliklere tanık oluruz. Halbuki ikisinin uğradığı adaletsizlikler iki ayrı dönemde yaşanmıştır: İhtilal’den önce ve İhtilal’den sonra. O halde, adaletsiz düzen değişmemiş midir İhtilal’e rağmen. Yoksa eskinin ezilenleri şimdinin ezenleri mi olmuştur? Onca eşitlik ve özgürlük naralarına rağmen üstelik. İşte kitapta başa güreşecek tartışma konularından birisidir bu.


Yazarımız Charles Dickens, değişimin yani devrimin kaçınılmazlığını kabul etmektedir. Lakin bu kadar kanlı bir şekilde gerçekleşmesinden ve gücün el değiştirmesine rağmen adaletin gelmemesinden hoşnut değildir. İşte burada bahsi geçen iki şehrin mukayesesi girer işin içine: Londra ve Paris. Çok belli belirsizdir bu mukayese romanda ama kitabın söylemini üstüne inşa ettiği payandalardan biridir. Romandaki olaylar Paris’te geçmektedir ama Paris’teki bu olayların niteliğini kavrayabilmek için bir kıyas noktası gerekmektedir. İşte o da Londra’dır. Dickens, devrimin kaçınılmazlığının farkındadır demiştim, evet farkındadır çünkü devrim öncesi Fransa’sının çürümüşlüğü, çökmüşlüğü gözle görülür vaziyettedir. Halk sefalet içinde kırılmaktadır, adalet zenginlerin hesabına işlemektedir. Biriken öfkenin patlamaması mümkün değildir. Halbuki yanı başlarındaki İngiltere bu işleri çok önceden çözmüştür bir nebze de olsa. Öyle ya, ta 1215’te, yani bu yaşanılanlardan 500 küsur yıl önce Magna Carta’yı imzalamış yani kralın yetkilerini sınırlandıran bir yasaya sahip bir halktan bahsediyoruz. İngiltere’de yok mudur fakirlik ve adaletsizlik? Elbette vardır ama Fransa’daki kadar yakıcı değildir boyutları. Bu yüzden Fransa’nın bu geri kalmışlığına-çok hissettirmemeye çalışsa da-küçümseyerek bakar bir İngiliz olan Dickens. Bazı kısımlarda gözlemci anlatıcılıktan çıkıp hiciv içeren cümleler kurmaktan da kendini alamaz bu yüzden.


Tarihsel arka planının dışında tam bir klasik roman, İki Şehrin Hikâyesi. İçinde aşktan, entrikaya; yok artık dedirtecek olaylardan, gizemlere; toplumsal çıkarımlardan, bireysel hezeyanlara kadar her şeyi barındıran romanlardan. Olayların uzun uzun ve yavaş yavaş anlatıldığı romanlardan. Bazı kısımlarda temposu çok düşen ama nihayetinde sizi acayip bir sonun beklediği romanlardan.


Okuduğum romanlardan en çok Sefiller’e benzettim ben İki Şehrin Hikâyesini. Zaten çok yakın dönemleri anlatıyorlar. Yanılmıyorsam Sefiller bir 15-20 yıl sonrasını falan anlatıyor yaklaşık olarak. Devrimin gerçekleştiği ama sancılarının hâlâ devam ettiği yıllar. Jan Valjan’ın hayret verici hayatının yanı sıra sefillerdeki o sokak çatışmalarının anlatıldığı bölümler, barikatlar vs. çok heyecanlandırmıştı beni okurken, hatırlıyorum. Yaklaşık 20 yıl önce 2000 sayfaya varan, kısaltılmamış, orijinal halinden okumuştum Sefiller’i. Hayranlık uyandırıcı idi. Yıllar sonra benzer bir tadı verdiği için İki Şehrin Hikâyesini de çok sevdim. Henüz okumamış olan klasikseverler, okuma listelerine almalı mutlaka.


Belki de edebiyat dünyasının gördüğü en fiyakalı roman girişlerinden biri olan ilk paragrafını alıntılayarak bitireyim: “Zamanların hem en iyisi hem de en kötüsüydü; bilgeliğin de çağıydı aptallığın da; hem inanç hem de kuşku devriydi; Işığın da asrıydı Karanlığın da; hem umut baharıydı hem de umutsuzluk kışıydı; hem her şeye sahiptik hem de hiçbir şeyimiz yoktu; hepimiz hem doğrudan Cennete gidecektik hem de doğrudan öteki tarafa; kısacası, en gürültücü otoritelerin, iyi ya da kötünün kıyasında yalnızca üstünlük dereceleri konusunda ısrar ettikleri o dönem, şimdiki dönemden pek de farklı sayılmazdı.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder