Televizyonla pek aram yok. Uzunca bir süredir bu böyle. Günlerce televizyonu açmadığım bile olur. Televizyon karşısına programlı bir şekilde oturmuyorum hiç. Genelde yemek yerken şöyle bir bakınmak için açarım. Bu da kahvaltıda ve akşam yemeğinde olmak üzere genelde iki sefer gerçekleşir. Televizyonla bağımı aza indirmiş olmamın güzel bir şey olduğunu düşünüyorum nitekim televizyonlar birer zaman öğütücüden başka bir şey değil. Bununla birlikte televizyonun benden çalamadığı zamanın bilgisayar ve dolayısıyla internet tarafından heba edildiği özeleştirisini de yapmak zorundayım. Yine de televizyon “bağımsızı” olduğum için memnunum.
Televizyon karşısında geçirdiğim kısıtlı sürelerde de iki kanal açıktır hep. Biri “Ntvspor” diğeri de İZ Tv. Biri spor diğeri belgesel kanalı. Tematik kanalları oldum olası sevmişimdir. Türkiye’deki tematik kanal mevzuu aslında Trt2 ve Trt3 ile başlar. Trt2 kültür-sanat, Trt3 ise spor kanalı hüviyeti taşımıştır yıllarca ama yine de tam anlamıyla birer tematik kanal değildi ikisi de. İlk tematik kanalımız bir haber kanalı olan Ntv olsa gerek. Bu yüzden Ntv’yi her zaman sevmişimdir. Haber programlarını seven, haber takip eden bir insan olamadım hiçbir zaman kaldı ki Ntv de hiçbir zaman samimi anlamda suya sabuna dokunan bir haber kanalı olmamıştır-gerçi belki de doğrusu budur, muhalefet yapan haber kanalı olmaz di mi obkektif olmaları gerekir-ama yine de severim Ntv’yi. Sonradan sonraya haber dışı magazinel görünümlü talk-showlarla filan zenginleştirmeye çalışsalar da içeriği bence hala yeri ayrıdır. İşte sonrasında Cnnturk filan da geldi. Şimdilerde epey çoğaldı böyle kanallar. Lakin ben yıllarca bir spor kanalı bekledim. Ntvspor açılınca havalara uçtum desem yeridir. Bir spor sever için spor sevmeyen ve sözde spor programları içeren kanallardan spor takip etmeye çalışmak çok zordu gerçekten. Ntvspor iyi bir soluk aldırdı biz sporseverlere. Abuk insanların spor adına konuştuklarını sandıkları programları izlemek zorunda kalmıyoruz Ntvspor sayesinde. Benim diğeri favori kanalım olan İZ Tv ile bu sene tanıştım çünkü evvelki yıllar dijiturkam yoktu. Bir dijiturka kanalı olan İZ Tv’ye bitiyorum. Yıllarca, belgesel izleyebilmek için gecenin geç saatlerini bekleyen insanlar için belgesel kanalları bulunmaz bir nimet. Kahvaltıda bile belgesel izleyebiliyorum artık. Bu güzel bir şey. İZ Tv ekibinin başında Coşkun Aral var. O ki belgesel denince Türkiye’de akla ilk gelen isimdir. Oğuz Aral’ın dışında birçok seçkin belgeselci İZ Tv’de kâh karada kâh denizde insanın, doğanın, hayatın izlerini sürüyor. Gerçekten çok leziz belgeseller var. Trt de bir belgesel kanalı oluşturmuş ama henüz izleyemedim. Uydudan ayarlamam lazım ama o işlerden de pek anlamadığım için Trt’nin belgesel kanalına erişemedim daha.
Bu tarz tematik kanallar son yıllarda iyice arttı. Spor kanalları, belgesel kanalları, hobi kanalları(avcılık vs.)… Artsın da zaten diğer kanallar ne öyle.. Tıkış tıkış…!! Her bir b..k var, hiçbir b..k da yok. Kadın programlarını dizileri filan da tek bir yere doldursunlar. Gün boyu kadın programı, gün boyu dizi, gün boyu yarışma programı yayınlayan kanallar olsun. İsteyen istediği şeyin kanalını açıp izlesin. Çok zevkli be. Ne zaman istersen aç spor var, ne zaman istersen aç belgesel var. Böyle kanallar çoğalsın mümkünse seyircisi de çoğalsın ve diğer absürd ulusal kanallar(dizi kanalları) topu diksinler lütfen. Yerlerini de böyle kanallara bıraksınlar.
17 Aralık 2009 Perşembe
16 Aralık 2009 Çarşamba
Hep Bir Ağızdan
Bu ülkede konuşulan dillerin hepsini bilmek isterdim. Evet, dil iletişim için kullandığımız bir araçtır lakin aynı zamanda yüzyılların sesini ruhunu bize taşıyan yaşayan bir tanıktır. İnsanlarıyla var olan yaşayan büyüyen ve bazen de ölüme terk edilen bir tanık. Ne güzel olurdu şu güzel memleketin dört bir bucağında konuşulan başka başka dilleri de anlayabilseydim.
İçimde bu duygunun uyanmasına neden olan şey yenice bitirdiğim bir kitap: Dicle’nin Yakarışı. Dicle’nin Yakarışı; Dicle’nin Sesi adlı iki kitabın birincisi. Yaklaşık iki sene önce mide kanseri yüzünden aramızdan ayrılan Mehmed Uzun’un eseri. Orijinali Kürtçe yazılmış, Muhsin Kızılkaya tarafından Türkçe’ye kazandırılmış bir eser. Mehmed Uzun ömrünün büyük bir bölümünü siyasi sürgün olarak İsveç’te geçirmiş bir Kürt aydını. Ama sözde değil gerçek bir aydın, barışa tutkun bir aydın. Yıllarca yasaklı olan, hatta birçokları tarafından dil bile sayılmayan Kürtçe’yle birçok modern edebiyat örneği sunmuş bir yazar.
Dicle’nin Yakarışı’nda “dengbej bıro”nun Mezopotamya adı verilen bereketli topraklardaki hayatını, yolculuğunu, sesini ses yapacak özü arayışını okuyoruz. 19. yüzyılda geçen bu kitapta sadece Kürtlerin değil Mezopotamya’nın bütün kadim halklarının sesi var. Kürtlerin, Ermenilerin, Keldanilerin, Yahudilerin, Yakubilerin, Türkmenlerin sesleri; Yezidiliğin, Süryaniliğin, Nasturiliğin, Hristiyanlığın, Müslümanlığın izleri var.
Hayatı; anlatmaktan yani seslerden ve sözlerden mürekkep bir “dengbej”in can bulduğu kitap, gerçekten de bir “dengbej”in ağzından anlatılıyor adeta. Su gibi akıp giden, rüzgar gibi tatlı tatlı fısıldayan bir anlatımı var kitabın. İşte kitabın bu canlı diline kaptırınca insan kendini keşke o bu kitabı ana dilinden okuyabilseydim diyor tüm kalbiyle. En azından ben bunu hissettim. Ve işte o zaman düşündüm keşke ülkede konuşulan bütün dilleri anlayabilseydim, konuşabilseydim diye. Kürtçeyi, Ermeniceyi, Lazcayı, Arapçayı, Boşnakçayı ve diğer kalan hepsini. İşte o zaman daha bir kök salardım toprağa bütün dilleriyle benimdir diye. Hatta bence okullarda yabancı dil öğretiminden önce bu topraklarda konuşulmuş ve hala konuşulmaya devam eden diller öğretilmelidir çocuklarımıza. Çünkü bu toprakların tarihinde onlar da vardır ve tarihi geleceğe aktaran, onu tarih yapan unsurların başında da dil gelir.
Ne kadar anlamlı bir köprü olurdu bu insanlar arasında. Ne kadar güzel bir “biz” olurduk. Bir de şimdi geldiğimiz noktaya bak. Birlikte aynı dilde kardeşlik türküleri söylemek varken birbirimizin dilinden korkarak, daha da uzaklaşarak, ayrışarak yaşamaya başladık.
Konuşmaktan, anlaşmaktan, uzlaşmaktan, “dilden” korkanlar utansın.
İçimde bu duygunun uyanmasına neden olan şey yenice bitirdiğim bir kitap: Dicle’nin Yakarışı. Dicle’nin Yakarışı; Dicle’nin Sesi adlı iki kitabın birincisi. Yaklaşık iki sene önce mide kanseri yüzünden aramızdan ayrılan Mehmed Uzun’un eseri. Orijinali Kürtçe yazılmış, Muhsin Kızılkaya tarafından Türkçe’ye kazandırılmış bir eser. Mehmed Uzun ömrünün büyük bir bölümünü siyasi sürgün olarak İsveç’te geçirmiş bir Kürt aydını. Ama sözde değil gerçek bir aydın, barışa tutkun bir aydın. Yıllarca yasaklı olan, hatta birçokları tarafından dil bile sayılmayan Kürtçe’yle birçok modern edebiyat örneği sunmuş bir yazar.
Dicle’nin Yakarışı’nda “dengbej bıro”nun Mezopotamya adı verilen bereketli topraklardaki hayatını, yolculuğunu, sesini ses yapacak özü arayışını okuyoruz. 19. yüzyılda geçen bu kitapta sadece Kürtlerin değil Mezopotamya’nın bütün kadim halklarının sesi var. Kürtlerin, Ermenilerin, Keldanilerin, Yahudilerin, Yakubilerin, Türkmenlerin sesleri; Yezidiliğin, Süryaniliğin, Nasturiliğin, Hristiyanlığın, Müslümanlığın izleri var.
Hayatı; anlatmaktan yani seslerden ve sözlerden mürekkep bir “dengbej”in can bulduğu kitap, gerçekten de bir “dengbej”in ağzından anlatılıyor adeta. Su gibi akıp giden, rüzgar gibi tatlı tatlı fısıldayan bir anlatımı var kitabın. İşte kitabın bu canlı diline kaptırınca insan kendini keşke o bu kitabı ana dilinden okuyabilseydim diyor tüm kalbiyle. En azından ben bunu hissettim. Ve işte o zaman düşündüm keşke ülkede konuşulan bütün dilleri anlayabilseydim, konuşabilseydim diye. Kürtçeyi, Ermeniceyi, Lazcayı, Arapçayı, Boşnakçayı ve diğer kalan hepsini. İşte o zaman daha bir kök salardım toprağa bütün dilleriyle benimdir diye. Hatta bence okullarda yabancı dil öğretiminden önce bu topraklarda konuşulmuş ve hala konuşulmaya devam eden diller öğretilmelidir çocuklarımıza. Çünkü bu toprakların tarihinde onlar da vardır ve tarihi geleceğe aktaran, onu tarih yapan unsurların başında da dil gelir.
Ne kadar anlamlı bir köprü olurdu bu insanlar arasında. Ne kadar güzel bir “biz” olurduk. Bir de şimdi geldiğimiz noktaya bak. Birlikte aynı dilde kardeşlik türküleri söylemek varken birbirimizin dilinden korkarak, daha da uzaklaşarak, ayrışarak yaşamaya başladık.
Konuşmaktan, anlaşmaktan, uzlaşmaktan, “dilden” korkanlar utansın.
6 Aralık 2009 Pazar
Nazım'ın Treni
(Nazım Hikmet'in Memleketimden İnsan Manzaraları adlı eseri hakkında bir inceleme olan bu yazım üç ayda bir yayınlanan düşünce ve edebiyat dergisi "değirmen"de yayınlanmıştır.)
Memleketimden İnsan Manzaraları söz dizisini öyle ya da böyle herkes duymuştur. Günümüzde bu söz dizisi deyimleşmiş ve yaygın bir kullanım haline dönüşmüştür. Malumunuz her bir parçası birbirine kenetli amma velakin bir diğerinden o kadar farklı bir yapbozun parçaları gibidir bu memleketin insanları. Bu nev-i şahsına münhasır insanları anlatmak; adına memleket dediğimiz o güzel bütünlüğü oluşturan insanlarımızın garipliklerini, komikliklerini, hatalarını, gaflarını ifade etmek için kullanılan bir deyime dönüşmüştür bu söz dizisi. Özellikle de medyanın diline pelesenk ettiği ve ülkemizdeki her türlü ilginçliği tanımlamak için kullandığı bu söz memleketçi büyük şair Nâzım Hikmet’ in ölümsüz eserinin adıdır ve dilimize bu sözü kazandıran da odur nihayetinde.
Her büyük şairin ve yazarın diğerlerinden farklı bir yere koyabileceğimiz, diğerlerini aşan hatta zaman zaman mevzubahis isim ne kadar büyük olursa olsun kendisini bile aşan eserleri vardır. Kanaatimce Nâzım Hikmet’ in Memleketimden İnsan Manzaraları adlı eseri de onun külliyatındaki en nadide eserdir. Zira hem teknik hem de muhteva açısından baktığımızda Nâzım Hikmet’ i ve onun edebiyatını en iyi özetleyen, onun edebi şahsiyetini tüm verileriyle en iyi aksettiren eseridir. Bunu daha iyi kavramak için Nâzım Hikmet şiirinin muhteva ve şekil unsurlarının nasıl oluştuğuna ve geliştiğine şöyle bir bakmak gerekir.
Nâzım Hikmet şiire aynı zamanda Mevlevi bir şair olan dedesi Nazım Paşa’nın etkisinde başlar. İlk şiirleri kaçınılmaz olarak eski şiirin muhteva ve şekil özelliklerini taşır. Öyle ki ilk gençlik yıllarında kendisine örnek aldığı, sık sık şiirlerini gösterip akıl danıştığı kişi aile dostları da olan klasik şiirin en büyük üstatlarından biri olan Yahya Kemal’ dir. Dolayısıyla hem dedesinin hem de üstat dediği Yahya Kemal’ in etkisiyle ilk şiirlerinde eski şiirin muhteva ve şekil özellikleri ağır basar. Yirmili yaşlarına yaklaştıkça memleketin içinde bulunduğu bağımsızlık savaşının da etkisiyle toplumcu bir bakış açısı edinmiş, bu da şiirindeki ilk dönüşümleri başlatmıştır. Anadoludaki bağımsızlık mücadeledesiyle yeşermeye başlayan toplumcu-halkçı fikirleri yüksek öğrenim görmek için gittiği Moskova’ da sosyalist düşünceyle birleşip Nâzım Hikmet’ in düşünce dünyasını oluşturmuştur. Ve bu toplumcu fikirleri, Nâzım Hikmet’ in edebiyatına da yansımış; bütün şiirlerinde, yazılarında ve oyunlarında toplumcu-gerçekçi bir çizgi hakim olmuştur. Nâzım Hikmet’ in Moskova’ ya gitmesiyle birlikte şiirinin sadece muhtevası değil şekil unsurları da değişikliğe uğramıştır. Türk Edebiyatında daha önce örneğine pek rastlanmayan serbest nazımla burada tanışmış. Özellikle de Mayakovski’ nin şiirlerindeki merdivene benzeyen şiir stilini benimsemiş ve kullanmaya başlamıştır. Bu stille birlikte Türkçe’ nin sağladığı söyleyiş güzelliğini sözcükler üzerinden daha vurucu bir şekilde hissettirmeye başlamıştır. Şiirinin içerdiği muhteva zaten onu yeniliklere itmekte ve eski şiirin şekil unsurları ona yeterli gelmemektedir. Böylece serbest nazıma geçer; ölçüsüz, uyak kaygısı taşımayan şiirler kaleme alır. Bu dönemde edindiği yeni stille birlikte Rus Edebiyatının genç şairleriyle birlikte “Fütürist” akımı benimsemiş ve eski edebiyata dair eleştiriler getirmeye başlamıştır. Tabi ki bu eleştirilerdeki odak nokta eski şiirin şekil unsurları değildir sadece. Zira Nâzım Hikmet şiirde muhtevayı şekilden önde tutmaktadır.
Bu konuda şunları söyler: “Evvela, bir metodoloji meselesi olarak şunu kabul etmeli : şekilden öze, muhtevaya değil; muhtevadan, özden şekle. İlkönce muhteva [içerik], sonra şekil [biçim]. Şeklin nasıl olacağını tayin edecek muhtevadır. Tabii bu metodoloji bakımından böyledir, yoksa şekille muhteva bir birliktir. Lakin bu birlikte, karşılıklı tesirleri olmakla beraber eninde sonunda tayin edici unsur muhtevadır.”
Nâzım Hikmet Moskova’ dan dönüşünün ardından “Resimli Ay” ve “Tan” gibi gazetelerde yeni şiirin nasıl olması gerektiğiyle ilgili düşüncelerini sıralar ve çoğu zaman dönemin diğer büyük şair ve yazarlarıyla bu konularda polemiklere girer ama bu konuda tutucu değildir. Nazım Hikmet’ e göre sadece eski biçim şiiri savunmak da yeni biçim şiiri savunmak da yobazlık ve sekterliktir. Ama muhtevada ve şekilde yeniliklere açık olmak edebiyatın gelişimi için kaçınılmazdır. Bunu da şöyle ifade eder: “Kafiye ve vezin mutlak olarak kullanılmamalı diye bir kaide, her mutlak kaide, her mücerret iddia gibi insanı yobazlığa, softalığa götürür. Tıpkı bunun gibi, konuşma dilinin ahengini mutlak, mücerret [soyut] bir esas olarak kabul etmek de bir yobazlıktır; kafiyeyi, vezni mutlak surette, mücerret bir görüşle inkâr ve umumiyetle konuşma dili ahengi diye bir şey kabul etmek ve bundan başka ahenk ihtimallerini red ve inkâr yenilik değil, kafiyeyi, vezni mutlak olarak kabul ve başka türlü ahengi kabul etmeyenlerinki gibi geriliktir. (...) Öyle muhtevalar vardır ki, onlarda kafiye istemez, konuşma dili - bazen şehirlinin, bazen köylünün, bazen münevverin, bazen işçinin, bazen külhanbeyinin, bazen ev kadınının vs. konuşma dili - ahengi ve imkânları yeter ve en uygun olanıdır.”
Dediğimiz gibi onun asıl derdi muhtevadır. Şekil olarak şiirin yenilikçi olması gerektiğini savunur lakin asıl önem verdiği şey muhtevadır.
“Gerçek şair kendi aşkı, kendi mutluluğu ve acısıyla uğraşmaz. Onun şiirlerinde halkının nabzı atmalıdır... Şair başarılı olmak için, yapıtlarında maddi yaşamı aydınlatmak zorundadır. Gerçek yaşamdan kaçan ve onunla bağıntısız konuları işleyen kimse, saman gibi anlamsızca yanmaya yargılıdır.” demiştir bir yazısında.
İşte Memleketimden İnsan Manzaraları da bu anlamda Nazım Hikmet’in bütün karakteristiğini ortaya koymaktadır. Onun artık alamet-i farikası haline gelmiş olan serbest ölçülü şiir tekniği hikâyeyi bütünlüklü bir şekilde baştan sona kavramaktadır. Ayrıca Nazım Hikmet şiirine çepeçevre hâkim olan toplumculuk da eserin temelini oluşturmaktadır. Yaklaşık yirmi bin mısradan oluşan bu uzunca şiir Nâzım Hikmet’in akıcı dili, samimi ve gerçekçi üslubuyla kolay okunan bir esere dönüşmektedir.
Memleketimden İnsan Manzaraları-her ne kadar ilk başta beş cilt olarak tasarlanmış ve yazılmış da olsa-uzunca bir şiir kabul edilebilir. Nitekim aynı zamanda-aynı konu etrafında gelişen farklı zamanlarda yazılmış şiirlerden mürekkep olduğu için-bir antoloji de sayılabilir. Ama bu eseri edebiyatın en lirik ferdi olan şiir tanımıyla sınırlamak mümkün değildir. Çünkü anlatım tekniği ve içeriği de göz önünde bulundurulduğunda bu eser aynı zamanda manzum bir hikâyedir. Ve romandır içerdiği kurguyla. Ve sıkça kullanılan konuşturma tekniğiyle aslında biraz da senaryodur; belki de oyun. Ve tabi ki de destandır. Anadolu insanının düşmanla, yozlaşmayla, tarihle , doğayla, bilgiyle, cehaletle, modernleşmeyle , geri kalmışlıkla ve kendisiyle verdiği mücadeleyi anlattığı için. Bu yüzdendir ki içinde ve dışında her türlü “Nâzım” bulunan bu eser Nâzım Hikmet’ in en ayrıcalıklı eseridir hiç kuşkusuz. Nâzım Hikmet’ in Memleketimden İnsan Manzaraları’ nı ayrı bir yere koyduğuna dair bir sözü, yazısı yoktur lakin; bence onun için de ayrı bir yerdedir bu eser. Eserlerinin kendi dilinde kendi ülkesinde yasaklı olduğu yıllar boyu farklı farklı mekanlarda parça parça yazılmıştır Memleketimden İnsan Manzaraları ve Nâzım Hikmet’ in her şeyden özge tuttuğu her şeyden fazla sevdiği memleketine olan sevdasıdır, özlemidir bir yerde. Çok sevdiği ama bir o kadar da kızdığı, karanlıktan çıkarmak için uğraş verdiği halkına, ithaf ettiği bir destandır bu eseri. Ve en çok da halkının okumasını ister kitabını. Kendisi bu yapıtıyla ilgili tasarısını şöyle ifade eder: “ İstiyorum ki okuyucu eseri bitirdikten sonra vıcık vıcık insan kaynaşan bir mahşerden geçmiş olsun, İstiyorum ki bu insan mahşerinin konkre ifadesi okuyucuyla muayyen bir devirdeki, muhtelif sınıflara mensup Türkiye insanları vasıtasıyla Türkiye'nin muayyen bir tarihi devredeki sosyal durumunu anlatsın, İstiyorum ki ikinci planda, Türkiye cemiyetini çevreleyen dünyanın durumu muayyen bir devrede anlaşılsın, İstiyorum ki; “nereden gelip, nerede olunduğu, nereye gidildiği ?” sualine, azamî imkânlarla cevap verilsin.”
Afşar Timuçin Nazım Hikmet için şöyle der:
“O hem bir sanatçı, hem gerçek anlamda bir düşünür olarak bize her şeyden önce insanın büyüklüğünü, insan olmanın değerini öğretir. Şiiri tepeden tırnağa insandır. Ondan öğrendiğimiz bir başka şey, sanatçının bilgili olma zorunluluğudur. (...) Salt duyarlılık, salt sezgi, salt öngörü yetkin sanat yapıtlarını oluşturmaya yetmeyecektir. Duyarlılık da, sezgi de, öngörü de ancak bilgiyle gelişebilen şeylerdir. Nâzım Hikmet bize ayrıca şunu öğretmiştir : Gerçek bilgi toplumun ve tarihin bilgisidir, insan yaşamı zorunlu olarak toplumsaldır ve tarihseldir, buna göre gerçek insan kendisini toplumsal bir varlık olarak duyan insandır. İnsan ancak başkalarıyla insandır.”
Afşar Timuçin’in de altını çizdiği gibi Nâzım Hikmet’ in toplumculuğu kuru bir toplumculuk olmamıştır hiçbir zaman. Maneviyatla beslenen ama sadece romantik bir uğraş olmanın ötesinde bilgiyle akılla kıvılcımlanan bir toplumcu-gerçekçilik söz konusudur. Fildişinden kulede oturarak edebiyat paralamaz Nâzım Hikmet. Halktan biridir, onlar için mücadele eder ve hatta bu yüzden çok sevdiği memleketinden ayrı düşer. Hakkını savunduğu halkını da iyi tanır iyi bilir sıkıntısını da mutluluğunu da kinini de hayal kırıklığını da. Bu yüzden Memleketimden İnsan Manzaraların’ da kurulan hiçbir diyalog havada kalmaz, her söz gerçek sahibinin ağzından çıkmış kadar sıcaktır. O denli iyi konuşturur karakterlerini Nazım Hikmet. Bu karakterlerin çoğunu uzun yıllar yattığı mahpuslarda tanımıştır. O halkına yakın durmuş bir mahkumdur.
Makinist Alaeddin’ in ağzından çıkan her sözde Anadolu insanının bilgeliği vardır. Kömürcü İsmail’ de Anadolu insanının hurafelerle beslenen çarpık inanışı. Üniversiteli’de mütereddit bir umut görürüz yarına dair ve dünyaya. Mahkum Halil ve diğerleri emekçi Anadolu insanının sesidir. Hikmet Alpersoy, Burhan Özedar gibilerde yeni filizlenen Cumhuriyet’ in kaymağını yemeye çalışan çıkar çevrelerini görürüz. Halı heybenin sahibi Halim Ağa’da köylünün kanını emen feodal zihniyetle tanışırız. Nuri Cemil’de Hasan Şevket’ te kendini bile aydınlatamayan yarı münevverleri. Adviye Hanım’da Şahende’de Emine’de ve Mahkum Melahat’ta binbir çileyle beli bükülmüş Türk kadınını…
Tüm bu karakterlerini trenlere yükler Nâzım Hikmet. Bu 510 numaralı üçüncü mevki vagonu da olur Anadolu Sürat Katarı da. Ardı ardına sıralanmış vagonların içinde aynı yöne doğru giden insanlar topluluğu… ve tabi ki bu gidişi ve gidilecek yönü esasında belirleyen de trenin içindekilerdir. Medeniyete doğru mu gider bu tren yoksa yok oluşa doğru mu, Zirvelere doğru mu tırmanır yolu yoksa uçuruma doğru mu gider koşar adım ? Tabi ki alegorik bir trendir Nâzım’ ın treni. İçinde bin bir dert ve tasayla yüklü; yılgınlığın, yorgunluğun ve tembelliğin umuda çok az yer ayırdığı bir trendir bu. Ve bu tren aslında memlekettir. İçinde memleket sathında yaşayan her türlü insanı barındıran bir gariplikler ekspresi. Ve aslında Nâzım Hikmet, bize bizi anlatırken bir yandan da şu gerçeği fısıldar kulağımıza.-Bu tren bizimdir ve gideceği istikameti biz belirleriz ey güzel insanlar. Bugün hangi vagonda olduğunuz çok önemli değildir yarın hangi vagonda olacağınız da… Asıl önemli olan bu tren devrildiğinde içinde hep beraber olacağımız gerçeğidir. Yolumuzu aydınlığa çevirip gitmek de elimizde uçuruma çevirip cehennemi boylamak da.-
Nâzım Hikmet’in treninde memleketine dair her şey mevcuttur. Mahpuslarında yattığı, yolarında pabuç eskittiği, uğruna kavga verdiği, gözlerinde mavisini yüreğinde ateşini taşıdığı, çok sevdiği memleketine dair her şeyi taşır bu yorgun şimendifer.
Memleketinden ayrı düştüğünde yazmaya başlar Memleketinin insanlarına adadığı manzum hikâyesini. 1941 yılıdır, memleketindedir ama memleketinden uzaktır. Bursa Cezaevindedir. On iki yıl sürecek mahpusluğunda bile karartmaz enseyi, gürül gürül yaşar ve yazar Nâzım Usta. Memleketinin cezaevlerini bile memleket toprağı sayar. Fikri ve edebi mücadelesine orada da devam eder mütemadiyen yazarak. İşte içinden tren geçen Memleketimden İnsan Manzaraları, memleketinin mahpuslarında dökülür kağıtlara. II.Meşrutiyetten II.Dünya Savaşının sonrasına kadar olan geniş bir zaman diliminin panoramasını sunar bize. Hem kendi kişisel tarihi hem memleketinin tarihidir anlatılanlar. Sadece memleketi anlatmakla kalmaz Nâzım Usta dünyaya enternasyonal bakan gözleriyle memleketinin içinde yüzdüğü dünyayı da anlatır. Hem de öyle anlatır ki tarih kitaplarında bile bulunamayacak bir gerçekçilikle.
Nâzım Hikmet’ in kara treninde halkın karanlık kaderi yoktur sadece. Şanı şöhreti ve yiğitliği de vardır elbet. Kuvay-ı Milliye destanından parçalar, Simavne Kadısı Şeyh Bedrettin Destanı’nda olduğu gibi Türklüğün ve Anadoluluğun tarihinden mühim hadiseler, satırbaşları ve kahramanlık hikâyeleri de vardır. O memleketinden insan manzaraları sunarken bu toprağın bereketine sabrına ve boyuneğmez inatçılığına da atıflarda bulunup umudunu bu toprağın sesine bağlamıştır her şeye rağmen.
Nâzım’ın treninde bu toprakta filizlenmiş her türlü insan ve tabi ki memleketi vardır.
Kaynakça:
Memleketimden İnsan Manzaraları, Nazım Hikmet, Yky, 2002
(www.nazımhikmetran.com
Memet Fuat’ a Mektuplar, S. 52-53-61-62
Babayef, Nazım Hikmet, S,140-141
Nâzım Hikmet’ in Şiiri, Eylül 1990)
Memleketimden İnsan Manzaraları söz dizisini öyle ya da böyle herkes duymuştur. Günümüzde bu söz dizisi deyimleşmiş ve yaygın bir kullanım haline dönüşmüştür. Malumunuz her bir parçası birbirine kenetli amma velakin bir diğerinden o kadar farklı bir yapbozun parçaları gibidir bu memleketin insanları. Bu nev-i şahsına münhasır insanları anlatmak; adına memleket dediğimiz o güzel bütünlüğü oluşturan insanlarımızın garipliklerini, komikliklerini, hatalarını, gaflarını ifade etmek için kullanılan bir deyime dönüşmüştür bu söz dizisi. Özellikle de medyanın diline pelesenk ettiği ve ülkemizdeki her türlü ilginçliği tanımlamak için kullandığı bu söz memleketçi büyük şair Nâzım Hikmet’ in ölümsüz eserinin adıdır ve dilimize bu sözü kazandıran da odur nihayetinde.
Her büyük şairin ve yazarın diğerlerinden farklı bir yere koyabileceğimiz, diğerlerini aşan hatta zaman zaman mevzubahis isim ne kadar büyük olursa olsun kendisini bile aşan eserleri vardır. Kanaatimce Nâzım Hikmet’ in Memleketimden İnsan Manzaraları adlı eseri de onun külliyatındaki en nadide eserdir. Zira hem teknik hem de muhteva açısından baktığımızda Nâzım Hikmet’ i ve onun edebiyatını en iyi özetleyen, onun edebi şahsiyetini tüm verileriyle en iyi aksettiren eseridir. Bunu daha iyi kavramak için Nâzım Hikmet şiirinin muhteva ve şekil unsurlarının nasıl oluştuğuna ve geliştiğine şöyle bir bakmak gerekir.
Nâzım Hikmet şiire aynı zamanda Mevlevi bir şair olan dedesi Nazım Paşa’nın etkisinde başlar. İlk şiirleri kaçınılmaz olarak eski şiirin muhteva ve şekil özelliklerini taşır. Öyle ki ilk gençlik yıllarında kendisine örnek aldığı, sık sık şiirlerini gösterip akıl danıştığı kişi aile dostları da olan klasik şiirin en büyük üstatlarından biri olan Yahya Kemal’ dir. Dolayısıyla hem dedesinin hem de üstat dediği Yahya Kemal’ in etkisiyle ilk şiirlerinde eski şiirin muhteva ve şekil özellikleri ağır basar. Yirmili yaşlarına yaklaştıkça memleketin içinde bulunduğu bağımsızlık savaşının da etkisiyle toplumcu bir bakış açısı edinmiş, bu da şiirindeki ilk dönüşümleri başlatmıştır. Anadoludaki bağımsızlık mücadeledesiyle yeşermeye başlayan toplumcu-halkçı fikirleri yüksek öğrenim görmek için gittiği Moskova’ da sosyalist düşünceyle birleşip Nâzım Hikmet’ in düşünce dünyasını oluşturmuştur. Ve bu toplumcu fikirleri, Nâzım Hikmet’ in edebiyatına da yansımış; bütün şiirlerinde, yazılarında ve oyunlarında toplumcu-gerçekçi bir çizgi hakim olmuştur. Nâzım Hikmet’ in Moskova’ ya gitmesiyle birlikte şiirinin sadece muhtevası değil şekil unsurları da değişikliğe uğramıştır. Türk Edebiyatında daha önce örneğine pek rastlanmayan serbest nazımla burada tanışmış. Özellikle de Mayakovski’ nin şiirlerindeki merdivene benzeyen şiir stilini benimsemiş ve kullanmaya başlamıştır. Bu stille birlikte Türkçe’ nin sağladığı söyleyiş güzelliğini sözcükler üzerinden daha vurucu bir şekilde hissettirmeye başlamıştır. Şiirinin içerdiği muhteva zaten onu yeniliklere itmekte ve eski şiirin şekil unsurları ona yeterli gelmemektedir. Böylece serbest nazıma geçer; ölçüsüz, uyak kaygısı taşımayan şiirler kaleme alır. Bu dönemde edindiği yeni stille birlikte Rus Edebiyatının genç şairleriyle birlikte “Fütürist” akımı benimsemiş ve eski edebiyata dair eleştiriler getirmeye başlamıştır. Tabi ki bu eleştirilerdeki odak nokta eski şiirin şekil unsurları değildir sadece. Zira Nâzım Hikmet şiirde muhtevayı şekilden önde tutmaktadır.
Bu konuda şunları söyler: “Evvela, bir metodoloji meselesi olarak şunu kabul etmeli : şekilden öze, muhtevaya değil; muhtevadan, özden şekle. İlkönce muhteva [içerik], sonra şekil [biçim]. Şeklin nasıl olacağını tayin edecek muhtevadır. Tabii bu metodoloji bakımından böyledir, yoksa şekille muhteva bir birliktir. Lakin bu birlikte, karşılıklı tesirleri olmakla beraber eninde sonunda tayin edici unsur muhtevadır.”
Nâzım Hikmet Moskova’ dan dönüşünün ardından “Resimli Ay” ve “Tan” gibi gazetelerde yeni şiirin nasıl olması gerektiğiyle ilgili düşüncelerini sıralar ve çoğu zaman dönemin diğer büyük şair ve yazarlarıyla bu konularda polemiklere girer ama bu konuda tutucu değildir. Nazım Hikmet’ e göre sadece eski biçim şiiri savunmak da yeni biçim şiiri savunmak da yobazlık ve sekterliktir. Ama muhtevada ve şekilde yeniliklere açık olmak edebiyatın gelişimi için kaçınılmazdır. Bunu da şöyle ifade eder: “Kafiye ve vezin mutlak olarak kullanılmamalı diye bir kaide, her mutlak kaide, her mücerret iddia gibi insanı yobazlığa, softalığa götürür. Tıpkı bunun gibi, konuşma dilinin ahengini mutlak, mücerret [soyut] bir esas olarak kabul etmek de bir yobazlıktır; kafiyeyi, vezni mutlak surette, mücerret bir görüşle inkâr ve umumiyetle konuşma dili ahengi diye bir şey kabul etmek ve bundan başka ahenk ihtimallerini red ve inkâr yenilik değil, kafiyeyi, vezni mutlak olarak kabul ve başka türlü ahengi kabul etmeyenlerinki gibi geriliktir. (...) Öyle muhtevalar vardır ki, onlarda kafiye istemez, konuşma dili - bazen şehirlinin, bazen köylünün, bazen münevverin, bazen işçinin, bazen külhanbeyinin, bazen ev kadınının vs. konuşma dili - ahengi ve imkânları yeter ve en uygun olanıdır.”
Dediğimiz gibi onun asıl derdi muhtevadır. Şekil olarak şiirin yenilikçi olması gerektiğini savunur lakin asıl önem verdiği şey muhtevadır.
“Gerçek şair kendi aşkı, kendi mutluluğu ve acısıyla uğraşmaz. Onun şiirlerinde halkının nabzı atmalıdır... Şair başarılı olmak için, yapıtlarında maddi yaşamı aydınlatmak zorundadır. Gerçek yaşamdan kaçan ve onunla bağıntısız konuları işleyen kimse, saman gibi anlamsızca yanmaya yargılıdır.” demiştir bir yazısında.
İşte Memleketimden İnsan Manzaraları da bu anlamda Nazım Hikmet’in bütün karakteristiğini ortaya koymaktadır. Onun artık alamet-i farikası haline gelmiş olan serbest ölçülü şiir tekniği hikâyeyi bütünlüklü bir şekilde baştan sona kavramaktadır. Ayrıca Nazım Hikmet şiirine çepeçevre hâkim olan toplumculuk da eserin temelini oluşturmaktadır. Yaklaşık yirmi bin mısradan oluşan bu uzunca şiir Nâzım Hikmet’in akıcı dili, samimi ve gerçekçi üslubuyla kolay okunan bir esere dönüşmektedir.
Memleketimden İnsan Manzaraları-her ne kadar ilk başta beş cilt olarak tasarlanmış ve yazılmış da olsa-uzunca bir şiir kabul edilebilir. Nitekim aynı zamanda-aynı konu etrafında gelişen farklı zamanlarda yazılmış şiirlerden mürekkep olduğu için-bir antoloji de sayılabilir. Ama bu eseri edebiyatın en lirik ferdi olan şiir tanımıyla sınırlamak mümkün değildir. Çünkü anlatım tekniği ve içeriği de göz önünde bulundurulduğunda bu eser aynı zamanda manzum bir hikâyedir. Ve romandır içerdiği kurguyla. Ve sıkça kullanılan konuşturma tekniğiyle aslında biraz da senaryodur; belki de oyun. Ve tabi ki de destandır. Anadolu insanının düşmanla, yozlaşmayla, tarihle , doğayla, bilgiyle, cehaletle, modernleşmeyle , geri kalmışlıkla ve kendisiyle verdiği mücadeleyi anlattığı için. Bu yüzdendir ki içinde ve dışında her türlü “Nâzım” bulunan bu eser Nâzım Hikmet’ in en ayrıcalıklı eseridir hiç kuşkusuz. Nâzım Hikmet’ in Memleketimden İnsan Manzaraları’ nı ayrı bir yere koyduğuna dair bir sözü, yazısı yoktur lakin; bence onun için de ayrı bir yerdedir bu eser. Eserlerinin kendi dilinde kendi ülkesinde yasaklı olduğu yıllar boyu farklı farklı mekanlarda parça parça yazılmıştır Memleketimden İnsan Manzaraları ve Nâzım Hikmet’ in her şeyden özge tuttuğu her şeyden fazla sevdiği memleketine olan sevdasıdır, özlemidir bir yerde. Çok sevdiği ama bir o kadar da kızdığı, karanlıktan çıkarmak için uğraş verdiği halkına, ithaf ettiği bir destandır bu eseri. Ve en çok da halkının okumasını ister kitabını. Kendisi bu yapıtıyla ilgili tasarısını şöyle ifade eder: “ İstiyorum ki okuyucu eseri bitirdikten sonra vıcık vıcık insan kaynaşan bir mahşerden geçmiş olsun, İstiyorum ki bu insan mahşerinin konkre ifadesi okuyucuyla muayyen bir devirdeki, muhtelif sınıflara mensup Türkiye insanları vasıtasıyla Türkiye'nin muayyen bir tarihi devredeki sosyal durumunu anlatsın, İstiyorum ki ikinci planda, Türkiye cemiyetini çevreleyen dünyanın durumu muayyen bir devrede anlaşılsın, İstiyorum ki; “nereden gelip, nerede olunduğu, nereye gidildiği ?” sualine, azamî imkânlarla cevap verilsin.”
Afşar Timuçin Nazım Hikmet için şöyle der:
“O hem bir sanatçı, hem gerçek anlamda bir düşünür olarak bize her şeyden önce insanın büyüklüğünü, insan olmanın değerini öğretir. Şiiri tepeden tırnağa insandır. Ondan öğrendiğimiz bir başka şey, sanatçının bilgili olma zorunluluğudur. (...) Salt duyarlılık, salt sezgi, salt öngörü yetkin sanat yapıtlarını oluşturmaya yetmeyecektir. Duyarlılık da, sezgi de, öngörü de ancak bilgiyle gelişebilen şeylerdir. Nâzım Hikmet bize ayrıca şunu öğretmiştir : Gerçek bilgi toplumun ve tarihin bilgisidir, insan yaşamı zorunlu olarak toplumsaldır ve tarihseldir, buna göre gerçek insan kendisini toplumsal bir varlık olarak duyan insandır. İnsan ancak başkalarıyla insandır.”
Afşar Timuçin’in de altını çizdiği gibi Nâzım Hikmet’ in toplumculuğu kuru bir toplumculuk olmamıştır hiçbir zaman. Maneviyatla beslenen ama sadece romantik bir uğraş olmanın ötesinde bilgiyle akılla kıvılcımlanan bir toplumcu-gerçekçilik söz konusudur. Fildişinden kulede oturarak edebiyat paralamaz Nâzım Hikmet. Halktan biridir, onlar için mücadele eder ve hatta bu yüzden çok sevdiği memleketinden ayrı düşer. Hakkını savunduğu halkını da iyi tanır iyi bilir sıkıntısını da mutluluğunu da kinini de hayal kırıklığını da. Bu yüzden Memleketimden İnsan Manzaraların’ da kurulan hiçbir diyalog havada kalmaz, her söz gerçek sahibinin ağzından çıkmış kadar sıcaktır. O denli iyi konuşturur karakterlerini Nazım Hikmet. Bu karakterlerin çoğunu uzun yıllar yattığı mahpuslarda tanımıştır. O halkına yakın durmuş bir mahkumdur.
Makinist Alaeddin’ in ağzından çıkan her sözde Anadolu insanının bilgeliği vardır. Kömürcü İsmail’ de Anadolu insanının hurafelerle beslenen çarpık inanışı. Üniversiteli’de mütereddit bir umut görürüz yarına dair ve dünyaya. Mahkum Halil ve diğerleri emekçi Anadolu insanının sesidir. Hikmet Alpersoy, Burhan Özedar gibilerde yeni filizlenen Cumhuriyet’ in kaymağını yemeye çalışan çıkar çevrelerini görürüz. Halı heybenin sahibi Halim Ağa’da köylünün kanını emen feodal zihniyetle tanışırız. Nuri Cemil’de Hasan Şevket’ te kendini bile aydınlatamayan yarı münevverleri. Adviye Hanım’da Şahende’de Emine’de ve Mahkum Melahat’ta binbir çileyle beli bükülmüş Türk kadınını…
Tüm bu karakterlerini trenlere yükler Nâzım Hikmet. Bu 510 numaralı üçüncü mevki vagonu da olur Anadolu Sürat Katarı da. Ardı ardına sıralanmış vagonların içinde aynı yöne doğru giden insanlar topluluğu… ve tabi ki bu gidişi ve gidilecek yönü esasında belirleyen de trenin içindekilerdir. Medeniyete doğru mu gider bu tren yoksa yok oluşa doğru mu, Zirvelere doğru mu tırmanır yolu yoksa uçuruma doğru mu gider koşar adım ? Tabi ki alegorik bir trendir Nâzım’ ın treni. İçinde bin bir dert ve tasayla yüklü; yılgınlığın, yorgunluğun ve tembelliğin umuda çok az yer ayırdığı bir trendir bu. Ve bu tren aslında memlekettir. İçinde memleket sathında yaşayan her türlü insanı barındıran bir gariplikler ekspresi. Ve aslında Nâzım Hikmet, bize bizi anlatırken bir yandan da şu gerçeği fısıldar kulağımıza.-Bu tren bizimdir ve gideceği istikameti biz belirleriz ey güzel insanlar. Bugün hangi vagonda olduğunuz çok önemli değildir yarın hangi vagonda olacağınız da… Asıl önemli olan bu tren devrildiğinde içinde hep beraber olacağımız gerçeğidir. Yolumuzu aydınlığa çevirip gitmek de elimizde uçuruma çevirip cehennemi boylamak da.-
Nâzım Hikmet’in treninde memleketine dair her şey mevcuttur. Mahpuslarında yattığı, yolarında pabuç eskittiği, uğruna kavga verdiği, gözlerinde mavisini yüreğinde ateşini taşıdığı, çok sevdiği memleketine dair her şeyi taşır bu yorgun şimendifer.
Memleketinden ayrı düştüğünde yazmaya başlar Memleketinin insanlarına adadığı manzum hikâyesini. 1941 yılıdır, memleketindedir ama memleketinden uzaktır. Bursa Cezaevindedir. On iki yıl sürecek mahpusluğunda bile karartmaz enseyi, gürül gürül yaşar ve yazar Nâzım Usta. Memleketinin cezaevlerini bile memleket toprağı sayar. Fikri ve edebi mücadelesine orada da devam eder mütemadiyen yazarak. İşte içinden tren geçen Memleketimden İnsan Manzaraları, memleketinin mahpuslarında dökülür kağıtlara. II.Meşrutiyetten II.Dünya Savaşının sonrasına kadar olan geniş bir zaman diliminin panoramasını sunar bize. Hem kendi kişisel tarihi hem memleketinin tarihidir anlatılanlar. Sadece memleketi anlatmakla kalmaz Nâzım Usta dünyaya enternasyonal bakan gözleriyle memleketinin içinde yüzdüğü dünyayı da anlatır. Hem de öyle anlatır ki tarih kitaplarında bile bulunamayacak bir gerçekçilikle.
Nâzım Hikmet’ in kara treninde halkın karanlık kaderi yoktur sadece. Şanı şöhreti ve yiğitliği de vardır elbet. Kuvay-ı Milliye destanından parçalar, Simavne Kadısı Şeyh Bedrettin Destanı’nda olduğu gibi Türklüğün ve Anadoluluğun tarihinden mühim hadiseler, satırbaşları ve kahramanlık hikâyeleri de vardır. O memleketinden insan manzaraları sunarken bu toprağın bereketine sabrına ve boyuneğmez inatçılığına da atıflarda bulunup umudunu bu toprağın sesine bağlamıştır her şeye rağmen.
Nâzım’ın treninde bu toprakta filizlenmiş her türlü insan ve tabi ki memleketi vardır.
Kaynakça:
Memleketimden İnsan Manzaraları, Nazım Hikmet, Yky, 2002
(www.nazımhikmetran.com
Memet Fuat’ a Mektuplar, S. 52-53-61-62
Babayef, Nazım Hikmet, S,140-141
Nâzım Hikmet’ in Şiiri, Eylül 1990)
26 Kasım 2009 Perşembe
Bayramınızı Kutlarım Ey Dostlar
(Geçen "kavurma" bayramında da bir bayram yazısı yazmıştım.. O yazının linkini de vermek isterdim ama eski bloguma erişim sağlanamadığı için bunu yapamıyorum. Niye o yazıya link vermek isterdim; çünkü bu bayrama ilişkin hissiyatım çok değişmiş değil. Kurban etmeye dair bir ritüelden bir bayram yaratmış olmamız hala bir nebze de olsa ititici geliyor bana. Neyse bunu tartışmak çok da anlamlı ve gerekli değil zaten. İşin teolojik, sosyolojik, psikolojik bir sürü boyutu var nitekim.)
Beni şu an ilgilendiren tamamen duygusal veriler. Bu bayramdaki harala güreleyi sevmiyorum ama düşünüyorum da bir yandan bayram seyran da olmasa eş dost göremeyeceğiz bu hayat gailesinin içinde. Belki de küçük bir teneffüs, bir mola ihtiyacını karşılıyor bayramlar bir yerde. Ve o adına hayat gailesi dediğimiz dalganın içinde git gide yalnızlaşan, uzaklaşan, asosyalleşen insanoğlu için insani değerleri hatırlatan bir can simidi oluyorlar. Sanki biraz da bu faydacı yaklaşımla seviyoruz artık bayramları. Yoksa gerçek manasıyla bayram sadece çocuklukta yaşanandır modern zamanlar insanı için.
Velhasılı bayılmasam da bayramlara; benim de sevdiğim yanları yok değil. Binaenaleyh "Bayramınızı [en içten] dileklerimle kutlarım dostlarım."
Böyle bayram tebriğimi olur ulan deyyus demeyesüz...!! Gorki'nin yapacağı bayram tebriği de bu kadar olur...
Son söz olarak Can YÜCEL'in şiiriyle bitirmek isterim:
BAYRAMLIK
Koyunlar keçiler ve koçlar için
Ne kadar bayramsa Kurban Bayramı
Bu barış var ya, bu barış
Cephedekiler için o kadar barış
Can Yücel
19 Kasım 2009 Perşembe
Doğumgünün Kutlu Olsun Bizim Oğlan
Ha bir de blogcuğum, bugün abimin doğumgünü…
Çok güzel adamdır benim abim. Abim diye demiyorum gerçekten kral adamdır. Bazen biraz asabidir; ama çokça neşelidir. Bazen fazla pimpirikli bazen de fazla geniştir. Ortası yoktur onun da benim gibi. Tipik Türk işte… Yoo, ama tipik Türk değildir sadece. Alelade adam değildir öyle. Güzel adamdır son tahlilde.. Açıktır algıları dünyaya. Okur, öğrenir, merak eder. Milletin ömür boyu yan gelip yatabilmek için girdiği bir devlet kurumunda çalışmasına rağmen devleti sanki o kurtaracakmışçasına canını dişine takarak çalışır. Tembelliği sevmez, prensiplidir.
Ve hayata dair öğrendiğim güzel şeylerin altında onun imzası vardır. Dünyaya bakmayı o öğretti bana. At gözlükleriyle dolaşmamayı, insan olmayı, insan kalmayı, bozulmadan “özüne” bakarak yaşamayı… Ne biliyorsam ondan öğrendim(yanlış bir şeyler biliyorsam o öğretti valla benim suçum değil..:)) )
Dedik ya güzel adamdır… Tek bir kötülüğü vardır: 30 yaşını devirdi ama hala benden genç gösteriyor..:)
İşte böyle blogcum. Benim bir de abim var, hep böyle güzel yaşlansın.. Ömür boyu mutlu olsun isterim..
Naber..??
Sevgili blogum, nassın iyi min görüşmeyeli..?? Ben de iyi sayılırım hamd olsun. Evet, biliyorum. Böyle samimi girişler yaparak senin gönlünü alamam. Öyle kırkta bir uğrayıp sonra bir iki sözle olmaz bu iş, anlıyorum. Çok ihmal ettim seni son zamanlarda. Bir hevesle sevilip kullanılmış daha sonra hevesi kaçınca bir köşeye fırlatılmış bedbaht Yeşilçam kadınları gibi hissediyorsun kendini benim yüzümden. Kusura bakma… Ama hastayım be blog yazamıyorum işte o yüzden. Ha ne yok yok domuz gribi filan değil. Kuş gribi, kırım kongo, sars, deli dana filan da değilim. Bu çok çok çok eski bir hastalık. İlk insandan beri var. Biz Türklerde en çok görülen hastalıktır bu(umarım vatansever(!) arkadaşlarım alınmazlar buna). Bu hastalığın adı tembellik. Sadece Türklerle de sınırlayamayız bu hastalığı; bizim coğrafyaya sinmiş bir şey bu. Bizim coğrafyada yaşayan herkes de vardır biraz bundan(Türkiye yerine bizim coğrafya dedim, umarım buna da kızmazlar… Eeeeeh, benim blogu okuyacak halleri yok ya canım). Gerçi Mustafa Kemal “Türk milleti çalışkandır, Türk milleti zekidir” demiş. Şimdi de Cehape’li arkadaşlarımla papaz olmak istemem. Atamın sözüne karşı değilim, lakin bu sözü bir gerçeğin altını çizmek için değil de var olan bir gerçeği değiştirmek için yani tabiri caizse gaz vermek için söylemiş gibi geliyor bana.
İşte böyle blogcum öyle tembelim ki tembelliğime mazaret olarak Atatürk’ü bile tanık göstermeye çalışıyorum şuursuzca. Koca milleti de bu kapsam içine almaya çalışıyorum ki yaptığım normal bir şeymiş gibi görünsün… Sen de haklısın kim inanır ki buna.
Her gün bir şeyler yazma hevesi oluyor aslında içimde ama bilgisayar başına geçince oyun oynayıp feysbuk’un gelişmelerini takip etmekten vakit bulamıyorum dişe dokunur bir şeyler yazmaya. Aslında arkadaşlarımın durumlarına, fotoğraflarına filan bir sürü bir şeyler yazıyorum be blogcumm… Sayılmaz mı onlar…??!! Peheyyy.. Şuna bak, hala bahane peşindeyim, bir de okulda dersini yapmayan öğrencilerime kızıyorum ödev yapmıyorlar diye.
Bir de bilgisayar öncesi zamanda yaşadığımızı düşünsene. Al eline kalemi bileklerin kopuncaya dek yaz babam yaz. Hatta divitle, mürekkeple belki o da yok daha ilkeliyle bir kuş tüyüyle. Bunları geçtim, herhalde ben daktiloyla yazmaya bile üşenirdim. Düşünsene yazım yanlışlarını redakte edip oturup tekrar baştan yazacaksın filan. Birden daha çok sevdim şu“vörd” programını. Çok daha fazla saygı duydum şimdi zamanında o tuğla gibi şahane kitapları yazan adamlara. Dostoyevski, Victor Hugo filan da tembel olaydı ne yapardık.. Vay anasını.. Böyle düşününce insan bir fena oluyor haa..
Sap saman şeylerde anlatsam sana kendimi iyi hissettirdin bana blogcuğumm, seni gördüğüme sevindim.. Olaylara garışma.. Arada uğrarım ben yine.
İşte böyle blogcum öyle tembelim ki tembelliğime mazaret olarak Atatürk’ü bile tanık göstermeye çalışıyorum şuursuzca. Koca milleti de bu kapsam içine almaya çalışıyorum ki yaptığım normal bir şeymiş gibi görünsün… Sen de haklısın kim inanır ki buna.
Her gün bir şeyler yazma hevesi oluyor aslında içimde ama bilgisayar başına geçince oyun oynayıp feysbuk’un gelişmelerini takip etmekten vakit bulamıyorum dişe dokunur bir şeyler yazmaya. Aslında arkadaşlarımın durumlarına, fotoğraflarına filan bir sürü bir şeyler yazıyorum be blogcumm… Sayılmaz mı onlar…??!! Peheyyy.. Şuna bak, hala bahane peşindeyim, bir de okulda dersini yapmayan öğrencilerime kızıyorum ödev yapmıyorlar diye.
Bir de bilgisayar öncesi zamanda yaşadığımızı düşünsene. Al eline kalemi bileklerin kopuncaya dek yaz babam yaz. Hatta divitle, mürekkeple belki o da yok daha ilkeliyle bir kuş tüyüyle. Bunları geçtim, herhalde ben daktiloyla yazmaya bile üşenirdim. Düşünsene yazım yanlışlarını redakte edip oturup tekrar baştan yazacaksın filan. Birden daha çok sevdim şu“vörd” programını. Çok daha fazla saygı duydum şimdi zamanında o tuğla gibi şahane kitapları yazan adamlara. Dostoyevski, Victor Hugo filan da tembel olaydı ne yapardık.. Vay anasını.. Böyle düşününce insan bir fena oluyor haa..
Sap saman şeylerde anlatsam sana kendimi iyi hissettirdin bana blogcuğumm, seni gördüğüme sevindim.. Olaylara garışma.. Arada uğrarım ben yine.
18 Ekim 2009 Pazar
Trevanian
Trevanian gerçek adıyla Rodney William Whitaker. Trevanian adını ilk olarak kitapçı raflarında görmüştüm(doğal olarak). Uzun yıllar tek bir kitabını bile okumamış olmama rağmen hep ucuz polisiye-macera romanları yazan bir yazar olarak kaldı kafamda. Bunun nedenini çok iyi bilmiyorum. Belki hakkında bir yerlerde yarım yamalak bir şeyler okumuştum. Muhtemelen de olumsuz şeylerdi. Belki de adı bana bunu çağrıştırmıştı. Gerçek bir ad olmadığı bir takma isim olduğu o kadar belliydi ki böyle bir ada sahip olan kişi ancak ucuz polisiye-macera romanları yazabilirdi.
Trevanian kitaplarıyla ilk tanışmam. Sanıyorum en ünlü kitabı olan “Şibumi”yle gerçekleşti. Bu kitap Trevanian hakkındaki ön yargılarımı kırmaya yetmemişti. Kötü bir kitap değildi kesinlikle hatta bazı bölümleri gayet keyif vericiydi; ama tipik bestseller mantığında işleyen bir kurgusu ve anlatımı vardı. Hımm, demiştim; demek ki bu Trevanian denilen vatandaş bu tarz yazıyor haa… Aslında bu bir hayal kırıklığı da sayılmazdı zira böyle kitapları da ziyadesiyle severim. Polisiyeleri, heyecanı üst seviyede tutan macera kitaplarını(yeter ki okunabilecek düzeyde edebi yönü olsun) severim. Ama nedense Trevanian’ dan beklediğim daha başka bir şeydi ve “Şibumi” bunu karşılamamıştı.
Yine de keşfedilmeye değer bir mecrada olduğumu düşünerek Trevanian’ ın iki kitabını daha edindim. Sırasıyla “Yirminci Mil” ve “Katya’nın Yazı” kitaplarını okudum. İşte o zaman “Şibumi”de vaat edilen ama beni doyurmayan okuma hazzını bu iki kitapta yakaladım. Karakter oluşturmadaki ustalık ve diyalogların sahiciliği benim bu iki kitabı sevmemdeki en önemli unsurlardı sanırım ve tabi ki Trevanian’ ın o muzip anlatımı…
Bu kitaplar bende daha fazla Trevanian okuma isteği uyandırdı ama bunun için bir süre bekledim, mal bulmuş mağribi gibi atlamak(çok salakça bir deyim bence bu ama kullanıverdim işte) sonraki okuyacağım kitapların lezzetini azaltabilirdi ve ben de yaklaşık bir süre sonra Trevanian’ ın iki kitabını daha edindim. “İnci Sokağı” ve “Hesaplaşma”.
İnci Sokağı’ nı yenice bitirdim. Aslında uzun süredir elimdeydi bu kitap ve bu kitaba haksızlık edecek kadar uzun süre süründü elimde(Allah bu internet, facebook denilen şeytan icatlarının belasını versin). Uzunca bir sürede okumuş olsam da gayet keyif aldım kitaptan. “Yirminci Mil”de ve “Katya’nın Yazı”nda sevdiğim Trevanian edebiyatı beni bu kitapta da hayal kırıklığına uğratmadı. Diğerleri kadar sürükleyici olmasa da bu kitap farklı bir edebi lezzet veriyor insana. Bir John Steinbeck, bir Jack London kitabı okuyormuş gibi hissediyorsunuz kendinizi. Kitabın sürükleyici olmamasının sebebi bir hikâye anlatmıyor oluşu. Bir hikâye yok kitapta bir hayat var. Otobiyografik diyebileceğimiz bir roman “İnci Sokağı”. Yazarın çocukluk anılarının roman estetiğinde harmanlanmış hali gibi. Ne kadarı kurgu ne kadarı gerçek bilemiyorum ama yazarın ölmeden önce yazdığı son kitaplarından biri olduğu düşünülürse ilerleyen yaşında çocukluğuna dair bu kadar çok ayrıntıyı hatırlaması olanaksız gibi geliyor insana. Gerçi belki Trevanian’ı da çocukluğuna geri döndüren Proust’un madlenleri gibi bir uyarıcısı vardır, bilinmez.
Kitabın kahramanı bir çocuk: Jean-Luc Pointe. Jean-Luc’un hikâyesi ekonomik buhran yıllarını ve İkinci Dünya Savaşı manzaralarını fona yerleştirerek anlatılıyor ve zamanın Amerika’sıyla ilgili bir yığın ilginç ve zaman zaman gereksiz ayrıntıyla besleniyor. Zaten kitabı etkileyici kılan da yazarın tüm o ıvır zıvırı siyah beyaz bir film izliyormuş hissi vererek, nostaljik bir gerçeklikle ustaca anlatması.
Kitabı okurken ilgimi çekmiş ve bir şekilde not almışım aşağıdakileri:
“Bayan Cox, on dokuzuncu yüzyılın sonundan İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar olan dönemde hayatlarını kentsel gettoların, kasabaların, tek odalı kırsal okulların öğrencilerine bir şeyler öğretmeye adamış olan o harikulade, yalnız kadınlar kuşağındandı. Onların o kişisel fedakârlıkları, Amerikan kamu okullarındaki, eğitimi, tüm yapısal zaaflarına, organizasyon ve kaynak eksikliklerine rağmen etkili kılmış olan unsurdu. Bu eğitim fedailerinin çoğu hiçbir zaman evlenmemişti. Nice okulun bölgesinde, evlenmelerine izin bile yoktu. Başka kadınların evliliğe, anneliğe yönelttikleri, çağdaş kadınların ise ticarette, devlet hizmetlerinde ya da sanayide bir kariyer edinmeye harcadıkları, eskiden kadınlara açık olmayan ya da pek az açık olan alanlarda yer edinmeye hasrettikleri bütün enerji ve istidatlarını onlar peş peşe gelen öğrenci kuşaklarına yağdırırlardı. Bu laik azizlerin başarıları ne kadar büyük ve soylu olursa olsun, günümüzde aklı başında insanların hiçbiri, ihmale uğramış bir eğitim sistemini işerlikli kılabilme uğruna yeteneklerin böylesine sömürülmesine geri dönmeyi kabul edemez.”
“Tüketici Çağının şafağında ortaya çıkan televizyon, reality tutkunları için çok geçmeden sıradan bir uyuşturucu haline geldi. Mesajları beynin sansürünü aşıyor, doğrudan izleyicinin merkezi korteksine giriyordu. Çağdaş yaşamın çenesi hiç durmayan fon gürültüsüydü, her an ordaydı, hiçbir zaman önemli değildi, onu önemli bulanlar ancak, yalnızlık çekenler, aklı eksikler ve bir nedenle hasta-sakat dönemi geçirenlerdi.
Buna karşılık radyonun üstünlüğü, bizi kendine çekmesi, hayal gücümüzü meşgul etmesi, resimleri zihnimizin duvarlarına kendimiz yapalım diye biz zorlamsıydı. Radyoda yakışıklı bir adam sizin kendi yakışıklı adamınızdı. İyi yürekli kadın sizin kendi kafanızdaki iyi yürekli kadınınızdı. Güzel bir günbatımı sizin gün batımınız, sizin güzelliğinizdi. Haber yayınları dişli, hızlı ve güçlüydü, bilim önemli ve hayranlık uyandırıcı, mizah adamakıllı komik, tiyatrolar yürek burkan cinsten, macera programları ise, özellikle çocuklara yönelik olanlar, hayal gibi bir şeydi. Çocukları içine çekiyor, esir alıyor, meydan okuyor, korkutuyor, tümüyle tatmin ediyordu.”
“Tabii bu hediyeler, açlıkla arasında en az iki dolar be birkaç gün bulunan bir aile için hovardalık sayılırdı, ama çevrelerinde tüketim toplumu coşup taşarken yoksulluğa demir atmış insanların da durumla başa çıkma yöntemi buydu. Orta sınıftan insanların, bu fakirler yiyecek parası bile bulamazken çocuklarına lüks şeyler alıyor, diye yakındıklarını duyduğum zaman, hemen aklıma annemin bize hazırladığı zengin Noeller gelir, bunu sağlayabilmek için ailenin dağılması riskini bile göze aldığını hatırlarım. Ayağını yorganına göre uzatmak, bir burjuva değeridir, çünkü zenginlerin tasarruf etmeye değer bir şeyleri vardır. Fakirler alabildiğine harcar. Hayatlarının o renksiz dokusu üzerine biraz renk saçmak zorundadırlar. Aç olan, rüyasında kepekli pirinçle sebze görmez, görecekse pasta görür.”
“Oradan ayrılırken avucuma bir beş sent sıkıştırdı. Bunu hak edecek hiçbir şey yapmadığımı söyleyip itiraz ettim, ama o parmaklarımı paranın çevresine kapatıp bastırdı. Oradan ayrılırken içimden, iyi insanlar aslında kötü insanlardan daha fazla sorun yaratıyor, çünkü onlara karşı mücadele bile edemiyorsun, diye düşünüyordum.”
Sırada okunmayı bekleyen kitaplar var…
Trevanian kitaplarıyla ilk tanışmam. Sanıyorum en ünlü kitabı olan “Şibumi”yle gerçekleşti. Bu kitap Trevanian hakkındaki ön yargılarımı kırmaya yetmemişti. Kötü bir kitap değildi kesinlikle hatta bazı bölümleri gayet keyif vericiydi; ama tipik bestseller mantığında işleyen bir kurgusu ve anlatımı vardı. Hımm, demiştim; demek ki bu Trevanian denilen vatandaş bu tarz yazıyor haa… Aslında bu bir hayal kırıklığı da sayılmazdı zira böyle kitapları da ziyadesiyle severim. Polisiyeleri, heyecanı üst seviyede tutan macera kitaplarını(yeter ki okunabilecek düzeyde edebi yönü olsun) severim. Ama nedense Trevanian’ dan beklediğim daha başka bir şeydi ve “Şibumi” bunu karşılamamıştı.
Yine de keşfedilmeye değer bir mecrada olduğumu düşünerek Trevanian’ ın iki kitabını daha edindim. Sırasıyla “Yirminci Mil” ve “Katya’nın Yazı” kitaplarını okudum. İşte o zaman “Şibumi”de vaat edilen ama beni doyurmayan okuma hazzını bu iki kitapta yakaladım. Karakter oluşturmadaki ustalık ve diyalogların sahiciliği benim bu iki kitabı sevmemdeki en önemli unsurlardı sanırım ve tabi ki Trevanian’ ın o muzip anlatımı…
Bu kitaplar bende daha fazla Trevanian okuma isteği uyandırdı ama bunun için bir süre bekledim, mal bulmuş mağribi gibi atlamak(çok salakça bir deyim bence bu ama kullanıverdim işte) sonraki okuyacağım kitapların lezzetini azaltabilirdi ve ben de yaklaşık bir süre sonra Trevanian’ ın iki kitabını daha edindim. “İnci Sokağı” ve “Hesaplaşma”.
İnci Sokağı’ nı yenice bitirdim. Aslında uzun süredir elimdeydi bu kitap ve bu kitaba haksızlık edecek kadar uzun süre süründü elimde(Allah bu internet, facebook denilen şeytan icatlarının belasını versin). Uzunca bir sürede okumuş olsam da gayet keyif aldım kitaptan. “Yirminci Mil”de ve “Katya’nın Yazı”nda sevdiğim Trevanian edebiyatı beni bu kitapta da hayal kırıklığına uğratmadı. Diğerleri kadar sürükleyici olmasa da bu kitap farklı bir edebi lezzet veriyor insana. Bir John Steinbeck, bir Jack London kitabı okuyormuş gibi hissediyorsunuz kendinizi. Kitabın sürükleyici olmamasının sebebi bir hikâye anlatmıyor oluşu. Bir hikâye yok kitapta bir hayat var. Otobiyografik diyebileceğimiz bir roman “İnci Sokağı”. Yazarın çocukluk anılarının roman estetiğinde harmanlanmış hali gibi. Ne kadarı kurgu ne kadarı gerçek bilemiyorum ama yazarın ölmeden önce yazdığı son kitaplarından biri olduğu düşünülürse ilerleyen yaşında çocukluğuna dair bu kadar çok ayrıntıyı hatırlaması olanaksız gibi geliyor insana. Gerçi belki Trevanian’ı da çocukluğuna geri döndüren Proust’un madlenleri gibi bir uyarıcısı vardır, bilinmez.
Kitabın kahramanı bir çocuk: Jean-Luc Pointe. Jean-Luc’un hikâyesi ekonomik buhran yıllarını ve İkinci Dünya Savaşı manzaralarını fona yerleştirerek anlatılıyor ve zamanın Amerika’sıyla ilgili bir yığın ilginç ve zaman zaman gereksiz ayrıntıyla besleniyor. Zaten kitabı etkileyici kılan da yazarın tüm o ıvır zıvırı siyah beyaz bir film izliyormuş hissi vererek, nostaljik bir gerçeklikle ustaca anlatması.
Kitabı okurken ilgimi çekmiş ve bir şekilde not almışım aşağıdakileri:
“Bayan Cox, on dokuzuncu yüzyılın sonundan İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar olan dönemde hayatlarını kentsel gettoların, kasabaların, tek odalı kırsal okulların öğrencilerine bir şeyler öğretmeye adamış olan o harikulade, yalnız kadınlar kuşağındandı. Onların o kişisel fedakârlıkları, Amerikan kamu okullarındaki, eğitimi, tüm yapısal zaaflarına, organizasyon ve kaynak eksikliklerine rağmen etkili kılmış olan unsurdu. Bu eğitim fedailerinin çoğu hiçbir zaman evlenmemişti. Nice okulun bölgesinde, evlenmelerine izin bile yoktu. Başka kadınların evliliğe, anneliğe yönelttikleri, çağdaş kadınların ise ticarette, devlet hizmetlerinde ya da sanayide bir kariyer edinmeye harcadıkları, eskiden kadınlara açık olmayan ya da pek az açık olan alanlarda yer edinmeye hasrettikleri bütün enerji ve istidatlarını onlar peş peşe gelen öğrenci kuşaklarına yağdırırlardı. Bu laik azizlerin başarıları ne kadar büyük ve soylu olursa olsun, günümüzde aklı başında insanların hiçbiri, ihmale uğramış bir eğitim sistemini işerlikli kılabilme uğruna yeteneklerin böylesine sömürülmesine geri dönmeyi kabul edemez.”
“Tüketici Çağının şafağında ortaya çıkan televizyon, reality tutkunları için çok geçmeden sıradan bir uyuşturucu haline geldi. Mesajları beynin sansürünü aşıyor, doğrudan izleyicinin merkezi korteksine giriyordu. Çağdaş yaşamın çenesi hiç durmayan fon gürültüsüydü, her an ordaydı, hiçbir zaman önemli değildi, onu önemli bulanlar ancak, yalnızlık çekenler, aklı eksikler ve bir nedenle hasta-sakat dönemi geçirenlerdi.
Buna karşılık radyonun üstünlüğü, bizi kendine çekmesi, hayal gücümüzü meşgul etmesi, resimleri zihnimizin duvarlarına kendimiz yapalım diye biz zorlamsıydı. Radyoda yakışıklı bir adam sizin kendi yakışıklı adamınızdı. İyi yürekli kadın sizin kendi kafanızdaki iyi yürekli kadınınızdı. Güzel bir günbatımı sizin gün batımınız, sizin güzelliğinizdi. Haber yayınları dişli, hızlı ve güçlüydü, bilim önemli ve hayranlık uyandırıcı, mizah adamakıllı komik, tiyatrolar yürek burkan cinsten, macera programları ise, özellikle çocuklara yönelik olanlar, hayal gibi bir şeydi. Çocukları içine çekiyor, esir alıyor, meydan okuyor, korkutuyor, tümüyle tatmin ediyordu.”
“Tabii bu hediyeler, açlıkla arasında en az iki dolar be birkaç gün bulunan bir aile için hovardalık sayılırdı, ama çevrelerinde tüketim toplumu coşup taşarken yoksulluğa demir atmış insanların da durumla başa çıkma yöntemi buydu. Orta sınıftan insanların, bu fakirler yiyecek parası bile bulamazken çocuklarına lüks şeyler alıyor, diye yakındıklarını duyduğum zaman, hemen aklıma annemin bize hazırladığı zengin Noeller gelir, bunu sağlayabilmek için ailenin dağılması riskini bile göze aldığını hatırlarım. Ayağını yorganına göre uzatmak, bir burjuva değeridir, çünkü zenginlerin tasarruf etmeye değer bir şeyleri vardır. Fakirler alabildiğine harcar. Hayatlarının o renksiz dokusu üzerine biraz renk saçmak zorundadırlar. Aç olan, rüyasında kepekli pirinçle sebze görmez, görecekse pasta görür.”
“Oradan ayrılırken avucuma bir beş sent sıkıştırdı. Bunu hak edecek hiçbir şey yapmadığımı söyleyip itiraz ettim, ama o parmaklarımı paranın çevresine kapatıp bastırdı. Oradan ayrılırken içimden, iyi insanlar aslında kötü insanlardan daha fazla sorun yaratıyor, çünkü onlara karşı mücadele bile edemiyorsun, diye düşünüyordum.”
Sırada okunmayı bekleyen kitaplar var…
İnsanın Cehennemi İnsan
"İnsanın cehennemi insan..."
Tiyatrolar sezonu açtı. Biz de arkadaşlarla birlikte tiyatro sezonumuzu açmış olduk böylece. Bu sezon izlediğimiz ilk oyun Ergün Işıldar’ın yönetmenliğini yaptığı Sartre’ın “Gizli Oturum” adlı oyunuydu.
İşin açığı oyun saatine kadar oyunla ilgili tek bir fikrim yoktu. Sartre ve eserleri hakkında ya da varoluşçu felsefeye dair de pek bir şey bildiğimi iddia edemem. Bir sanat eserini iyi okumak, sindirebilmek ve ondan bir şeyler alabilmek için eserin yazarını tanımak onun düşünce yapısını bilmek de illa ki gerekli değil bence. Hele ki bu tiyatro gibi bire bir seyirciyle iletişim kuran bir sanat eseriyse bu gereklilik biraz daha azalıyor. Neticede oyunun sizde bıraktığı tesir sadece yazarın sözleriyle bitmiyor. Sahneye koyuluşuyla, oyuncularıyla hatta dekoru ve müziğiyle de seyirciyi uyarıp farklı yollardan ulaşabiliyor seyirciye.
Olaya buradan bakarsak “Gizli Oturum” bana ulaşan bir oyun oldu. Zevk aldım, öğrendim, sorguladım; ama yordu da beni. Çünkü oyunun içine girebilmek için uyanık olmamı da bekliyordu oyun benden, en azından sorgulayarak izlememi. Oyunun seyirciye ulaşmasını engelleyen temel eksiği ise bana göre anlatım tekniğindeki hantallıktı. Belki de bir felsefecinin elinden çıkma olduğu için zaman zaman seyirciye ağır gelen bir anlatım vardı ortada. Bunu şunun için önemsiyorum aslında. İnsanlığa dair evrensel şeyler söylemek ve dünyayı iyiye doğru evrimleştirmek sanatın görevlerinden biridir bence ve sanatın bu dönüştürücü gücünün kullanılabilmesi insanlara ulaşabilmesiyle sağlanacaktır ancak. O gün salonun yarısı boştu lakin dolu olsaydı da oyuna adapte olamayan çok fazla seyirci olacaktı sırf bu nedenden ötürü. Halk için yapılan sanat biraz daha halkın dilinden olmalı diye de düşünüyorum.
Cehennem çok ciddi bir imgelem. Hayatımızdaki varlığı tamamen din kavramıyla oluşan onunla birlikte anlam kazanan bir imgelem. Ve herkesin cennet ve cehennem imajı da farklıdır hiç kuşkusuz. Din kitaplarında çizilen bir tablo vardır cennet ve cehennem üzerine ama yine de bu ödül/ceza kavramları eninde sonunda bizim hayal gücümüz kudretinde vücut bulur dünyamızda. Cehennem tahayyülünde hep şuna benzer şeyler vardır: İnsanları cezalandırmak için kurulmuş türlü türlü düzenekler, alevler, kaynayan kazanlar, eli yabalı çirkin zebaniler vs.vs… Sartre’ın cehenneminde bunlar yok. İçinde üç adet koltuktan başka bir şey bulunmayan bir oda var. Üç kişi için-kendilerinin ve geçmişlerinin muhasebesini yapmak için buraya getirilmiş üç kişi-ayrılmış bir odacık. Hepsi bu. Sartre’ın cehennemi bundan ibaret. Ha tabi bir de oyunda “garson” diye geçen ve tek görevi gelenleri odalarına yerleştirmek olan sevimli zebani var.
Oyun bu üç kişiyi aynı mekana yerleştirdikten sonra başlıyor aslında. Oyun içinde bir oyun başlıyor. Garcin, Etselle ve Ines bir arenada dövüşen gladyatörler misali dövüşüyorlar bilinçaltlarıyla. Biri erkek ikisi kadın bu üç kişi niçin cehennemde olduklarının cevabını bulmaya aslında birbirlerine söyletmeye çalışıyorlar bu noktadan sonra. Kendilerine bile itiraf etmekte zorlandıkları günahları, zaafları ve ihtirasları gün yüzüne çıktıkça hepsinin maskesi düşüyor birer birer. Biz de seyirci olarak popüler kültürün bizi alıştırdığı “biri bizi gözetliyor” iştahıyla birbirlerine düşüşünü izliyoruz bu insancıkların.
Ve sonunda anlıyorlar ki cehennemi zaten hayattayken yaşadılar. Doymak bilmeyen ihtiraslarıyla, kendini kollama içgüdüsüyle söylenen yalanlarıyla, yapılan eziyet ve günahlarıyla sadece kendini “var etme” diğerlerini “alt etme” çabası içerisindeki insanoğlu hem kendisinin hem de diğerlerinin cehennemi oluyordu zaten yaşarken. Öldükten sonra yeni bir cehenneme ihtiyaç kalmıyordu böylece.
Künyesi
Gizli Oturum
Yazan: Jean Paul Sartre
Yöneten: Ergün Işıldar
Oyuncular: Ece Okay, Özge Önder, Emre Narcı, Osman Gidişoğlu
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları
Tiyatrolar sezonu açtı. Biz de arkadaşlarla birlikte tiyatro sezonumuzu açmış olduk böylece. Bu sezon izlediğimiz ilk oyun Ergün Işıldar’ın yönetmenliğini yaptığı Sartre’ın “Gizli Oturum” adlı oyunuydu.
İşin açığı oyun saatine kadar oyunla ilgili tek bir fikrim yoktu. Sartre ve eserleri hakkında ya da varoluşçu felsefeye dair de pek bir şey bildiğimi iddia edemem. Bir sanat eserini iyi okumak, sindirebilmek ve ondan bir şeyler alabilmek için eserin yazarını tanımak onun düşünce yapısını bilmek de illa ki gerekli değil bence. Hele ki bu tiyatro gibi bire bir seyirciyle iletişim kuran bir sanat eseriyse bu gereklilik biraz daha azalıyor. Neticede oyunun sizde bıraktığı tesir sadece yazarın sözleriyle bitmiyor. Sahneye koyuluşuyla, oyuncularıyla hatta dekoru ve müziğiyle de seyirciyi uyarıp farklı yollardan ulaşabiliyor seyirciye.
Olaya buradan bakarsak “Gizli Oturum” bana ulaşan bir oyun oldu. Zevk aldım, öğrendim, sorguladım; ama yordu da beni. Çünkü oyunun içine girebilmek için uyanık olmamı da bekliyordu oyun benden, en azından sorgulayarak izlememi. Oyunun seyirciye ulaşmasını engelleyen temel eksiği ise bana göre anlatım tekniğindeki hantallıktı. Belki de bir felsefecinin elinden çıkma olduğu için zaman zaman seyirciye ağır gelen bir anlatım vardı ortada. Bunu şunun için önemsiyorum aslında. İnsanlığa dair evrensel şeyler söylemek ve dünyayı iyiye doğru evrimleştirmek sanatın görevlerinden biridir bence ve sanatın bu dönüştürücü gücünün kullanılabilmesi insanlara ulaşabilmesiyle sağlanacaktır ancak. O gün salonun yarısı boştu lakin dolu olsaydı da oyuna adapte olamayan çok fazla seyirci olacaktı sırf bu nedenden ötürü. Halk için yapılan sanat biraz daha halkın dilinden olmalı diye de düşünüyorum.
Cehennem çok ciddi bir imgelem. Hayatımızdaki varlığı tamamen din kavramıyla oluşan onunla birlikte anlam kazanan bir imgelem. Ve herkesin cennet ve cehennem imajı da farklıdır hiç kuşkusuz. Din kitaplarında çizilen bir tablo vardır cennet ve cehennem üzerine ama yine de bu ödül/ceza kavramları eninde sonunda bizim hayal gücümüz kudretinde vücut bulur dünyamızda. Cehennem tahayyülünde hep şuna benzer şeyler vardır: İnsanları cezalandırmak için kurulmuş türlü türlü düzenekler, alevler, kaynayan kazanlar, eli yabalı çirkin zebaniler vs.vs… Sartre’ın cehenneminde bunlar yok. İçinde üç adet koltuktan başka bir şey bulunmayan bir oda var. Üç kişi için-kendilerinin ve geçmişlerinin muhasebesini yapmak için buraya getirilmiş üç kişi-ayrılmış bir odacık. Hepsi bu. Sartre’ın cehennemi bundan ibaret. Ha tabi bir de oyunda “garson” diye geçen ve tek görevi gelenleri odalarına yerleştirmek olan sevimli zebani var.
Oyun bu üç kişiyi aynı mekana yerleştirdikten sonra başlıyor aslında. Oyun içinde bir oyun başlıyor. Garcin, Etselle ve Ines bir arenada dövüşen gladyatörler misali dövüşüyorlar bilinçaltlarıyla. Biri erkek ikisi kadın bu üç kişi niçin cehennemde olduklarının cevabını bulmaya aslında birbirlerine söyletmeye çalışıyorlar bu noktadan sonra. Kendilerine bile itiraf etmekte zorlandıkları günahları, zaafları ve ihtirasları gün yüzüne çıktıkça hepsinin maskesi düşüyor birer birer. Biz de seyirci olarak popüler kültürün bizi alıştırdığı “biri bizi gözetliyor” iştahıyla birbirlerine düşüşünü izliyoruz bu insancıkların.
Ve sonunda anlıyorlar ki cehennemi zaten hayattayken yaşadılar. Doymak bilmeyen ihtiraslarıyla, kendini kollama içgüdüsüyle söylenen yalanlarıyla, yapılan eziyet ve günahlarıyla sadece kendini “var etme” diğerlerini “alt etme” çabası içerisindeki insanoğlu hem kendisinin hem de diğerlerinin cehennemi oluyordu zaten yaşarken. Öldükten sonra yeni bir cehenneme ihtiyaç kalmıyordu böylece.
Künyesi
Gizli Oturum
Yazan: Jean Paul Sartre
Yöneten: Ergün Işıldar
Oyuncular: Ece Okay, Özge Önder, Emre Narcı, Osman Gidişoğlu
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları
Etiketler:
gizli oturum,
sartre,
şehir tiyatroları,
tiyatro
9 Eylül 2009 Çarşamba
Bosna Maçının Ardından
Bosna' yı yenemedik. Hayırlı uğurlu olsun. Zerre üzülmedim zira sahada futbol mutbol oynamadık. İlk yarının son yirmi dakikası anamızı ağlatan ve bu hücum gücüne rağmen ikinci yarıda anlamsız bir şekilde kendi yarı sahasına kapanıp piknik yapan Bosna' yı da tebrik ederim. Onlar da bu kafayla eleme(play-off) maçlarından öteye gidemezler. Gerçi onlar için başarının kıstası grubu ikinci bitirmek olabilir, orasını bilemem.
Dediğim gibi kazanamadığımıza üzülmüyorum. Sonra yarınki gazetelerde küstahca "milliler ülkenin yaralarını sardı" gibisinden manşetler görürdük. Fatih Terim ve diğerleri çıkıp hayatlarını kaybeden vatandaşlarımıza filan adardı galibiyeti, daha bir sinir bozarlardı. Heralde kovulur artık Terim ve avanesi; böylece hamaset futbolu oynatıp milyon dolarlar kazanma dönemi de biter.
Dediğim gibi kazanamadığımıza üzülmüyorum. Sonra yarınki gazetelerde küstahca "milliler ülkenin yaralarını sardı" gibisinden manşetler görürdük. Fatih Terim ve diğerleri çıkıp hayatlarını kaybeden vatandaşlarımıza filan adardı galibiyeti, daha bir sinir bozarlardı. Heralde kovulur artık Terim ve avanesi; böylece hamaset futbolu oynatıp milyon dolarlar kazanma dönemi de biter.
8 Eylül 2009 Salı
Üzülmeye Mahal Yok Yarına Kalmaz Unuturuz
Memleketi sel almış haberlerde gördüm. Yollar kapalı. Evleri, işyerlerini, kamu binalarını her yeri su basmış. Deniz şehrin içine girmiş. Bir aile toptan kaybolmuş sel sularında. Ee, olur böyle şeyler diyebiliriz kolaylıkla. Olur da sırf yağmur yağdı diye olur mu be kardeşim. Görüntüleri izleyen zanneder ki tsunami gelmiş ya da devasa bir kasırga ezmiş geçmiş. Bir doğa olayıdır yağmurun yağması ve her geçen gün ısınan şu yerkürede bir nimettir bize. Ama biz yağan nimetin rahmetin yüzünden bile ölüyoruz hala. Ve biz yağmur sularıyla ölürken ülkede neler neler oluyor, insanlar neler konuşuyor.
Biz böyle bir ülkeyiz maalesef..
Ekonomi yerlerde gezer, alt yapı üst yapı hiçbir şeyimiz tam değildir.
Anketlerde en az kitap okuyan, televizyon karşısında en çok vakit geçiren, kişi başına düşen milli geliri yerlerde sürünen vs. gibi alanlarda hep başa yarışırız.
Ülkemizde demokrasiden, haklardan korkulur.
Basına özgürlük yoktur, kadına özgürlük yoktur.
Başımızda terör vardır, ekonomik kriz vardır var oğlu vardır ama yine de anketlerde geleceğe en umutlu bakan ülkeler sıralamasında da hep yukarılardayızdır.
Memleketi sel alır.
Vatandaşlar ailecek suya kapılır heba olur.
Yollar kapanır.
Yolların üstünde şelaleler oluşur ama bizim tartışacak çözecek çok daha mühim işlerimiz vardır.
Büyüklerimiz açılımlar yaparlar, birbirleriyle ağız dalaşına girip kim daha delikanlı yarışına tutuşurlar.
Hepsi en vatansever hepsi en insansever hepsi en büyük demokrat oluverirler.
Öyle ya; sele kapılan sele kapılır, kalan sağlar bizimdir.
Ne de olsa paşalar gibi 70 milyonuz.
Dağa çıkar vuruluruz, sele kapılır yok oluruz ama tükenmeyiz.
Yarın da Bosna' yı yenersek bizden mutlusu yok nasıl olsa.
En güzel yanımız da...
Çok hoşgörülüyüzdür her şeyi unuturuz.
İyi unutmalar Türkiye...
7 Eylül 2009 Pazartesi
Öfkeli Bir Şiir...
Dostum Earfindel' in "Yaşıyorum" adlı uzun şiiri...
Şiir sanatı adına bir şahika sayılmasa da Pelin Batu şiirlerinden daha iyi olduğu kesin..:)
Üretmeye devam ederse bu blogta onun başka şiirlerini ve yazılarını da görebiliriz yakında..
Yaşıyorum cehennemi,
Sevgiyle…
Cezamı çektikten sonrası ;
Cennet…
Bana dair ne varsa bu hayatta
Küllüm yalan küllüm iftira
Hiç birini ben yapmadım,
Kimini bira yaptı kimini votka.
Ben kendimi bildim bileli,
Kendimi bilmez idim
Bildiğimde ise,
Ölmüş idim.
Hayat bu ise,
Özetini alayım.
Tasvir edin…
Durmayın devam edin…
Hoş değil ama tasvirler..
Kızılca patlıcan gibi suratlar…
Siyah bedenler…
Mor dudaklar…
Dudaklarda patlamış kalaslar…
Kalaslarda kan,
Fakat ne tuhaftır,
Kanda kin yok.
Hayatımdan,
Yaşadıklarından, yaşayacaklarımdan
Korkuyorum
Ürküyorum…
Bir köşeye sinip bekliyorum.
Biliyorum, an meselesi…
Ama…
Dedem de korkuyor bizim yaşayacaklarımızdan.
nedir nadir oranda elde edilen bir şans olan hayat?
nedir nadirdir enderdir
nedendir nadir
nadirdir çünkü
milyonların arasından tesadüfen
aslında tesadüfen de değil kuvvet ve dirayetle
ödülü bilinmeyen bir maratonun
tek
ve
yegâne
birincisi olarak elde edilir
hayatta herkes en iyi
en başarılı
en şanslı
olmuştur o yüzden en azından bir kereliğine
ancak bu nadiriyet ne kadar anlamlıdır ki
daha bilinç oluşmadan bitsin
doğarken bitsin
doğduktan hemen sonra bitsin
az sonra bitsin
bir gün
bir hafta
bir ay
bir yıl
yüzyıl sonra bitsin
hatta hemen şimdi bitsin
ama bitmesin
çünkü azap dolu ve tatlı
hem yorucu hem mutlu
hem canlı hem kanlı
hayat hayat dolu
ama içindeki ölümlerle
hep başlangıçlara gebe
ama sonların ardından
hoş sonlar da olmasa
nasıl başlardı bu hayat
hem de bitesiye…
Ummana ulaşmaktı derdiniz
Umman sizi yutmadan önce.
Müstakbel davamızı yok ettiniz,
Devlet bizi sikmeden önce.
Ne kadar kızsam yeridir,
68 yavşaklara mekan olmuş.
72 nedir bilen kalmamış,
72den sağ çıkanların alayı göt olmuş.
Diyorlar ki ,
Şimdiki gençler boş..
Bize de bir engin lazım …
Hatta daha da büyük
Okyanus lazım.
Günahımız var,
Evet, tepkisiziz.
Hiç mi acımadınız,
Hepimiz apolitiğiz.
Bölünerek çoğalmak
Mikroplara mahsus.
Yeri yoktur mikropların,
Özgürlük geldiğinde,
?????
Şiir sanatı adına bir şahika sayılmasa da Pelin Batu şiirlerinden daha iyi olduğu kesin..:)
Üretmeye devam ederse bu blogta onun başka şiirlerini ve yazılarını da görebiliriz yakında..
Yaşıyorum cehennemi,
Sevgiyle…
Cezamı çektikten sonrası ;
Cennet…
Bana dair ne varsa bu hayatta
Küllüm yalan küllüm iftira
Hiç birini ben yapmadım,
Kimini bira yaptı kimini votka.
Ben kendimi bildim bileli,
Kendimi bilmez idim
Bildiğimde ise,
Ölmüş idim.
Hayat bu ise,
Özetini alayım.
Tasvir edin…
Durmayın devam edin…
Hoş değil ama tasvirler..
Kızılca patlıcan gibi suratlar…
Siyah bedenler…
Mor dudaklar…
Dudaklarda patlamış kalaslar…
Kalaslarda kan,
Fakat ne tuhaftır,
Kanda kin yok.
Hayatımdan,
Yaşadıklarından, yaşayacaklarımdan
Korkuyorum
Ürküyorum…
Bir köşeye sinip bekliyorum.
Biliyorum, an meselesi…
Ama…
Dedem de korkuyor bizim yaşayacaklarımızdan.
nedir nadir oranda elde edilen bir şans olan hayat?
nedir nadirdir enderdir
nedendir nadir
nadirdir çünkü
milyonların arasından tesadüfen
aslında tesadüfen de değil kuvvet ve dirayetle
ödülü bilinmeyen bir maratonun
tek
ve
yegâne
birincisi olarak elde edilir
hayatta herkes en iyi
en başarılı
en şanslı
olmuştur o yüzden en azından bir kereliğine
ancak bu nadiriyet ne kadar anlamlıdır ki
daha bilinç oluşmadan bitsin
doğarken bitsin
doğduktan hemen sonra bitsin
az sonra bitsin
bir gün
bir hafta
bir ay
bir yıl
yüzyıl sonra bitsin
hatta hemen şimdi bitsin
ama bitmesin
çünkü azap dolu ve tatlı
hem yorucu hem mutlu
hem canlı hem kanlı
hayat hayat dolu
ama içindeki ölümlerle
hep başlangıçlara gebe
ama sonların ardından
hoş sonlar da olmasa
nasıl başlardı bu hayat
hem de bitesiye…
Ummana ulaşmaktı derdiniz
Umman sizi yutmadan önce.
Müstakbel davamızı yok ettiniz,
Devlet bizi sikmeden önce.
Ne kadar kızsam yeridir,
68 yavşaklara mekan olmuş.
72 nedir bilen kalmamış,
72den sağ çıkanların alayı göt olmuş.
Diyorlar ki ,
Şimdiki gençler boş..
Bize de bir engin lazım …
Hatta daha da büyük
Okyanus lazım.
Günahımız var,
Evet, tepkisiziz.
Hiç mi acımadınız,
Hepimiz apolitiğiz.
Bölünerek çoğalmak
Mikroplara mahsus.
Yeri yoktur mikropların,
Özgürlük geldiğinde,
?????
Kasetten Bilgisayara Yolculuk
Sonunda başardım. Uzunca bir zamandır kasetlerimi nasıl kurtarırımın derdindeydim. Malum bilgisayarlı mp3lü dönem hayatımıza girdi gireli kasetlere yüz vermez olmuştuk. Ancak cd çaları olmayan arabalarda kullanılır olmuştu bu kasetler. Kasetleri ve teyplerimizi tavanaralarına kaldırmış ya da eskicilere satmıştık. Nasıl olsa cd vardı mp3, vardı. Kimseyi bu konuda suçlayamam doğrusu. Teknolojiye sırtını dönüp nostaljik yaşayacağım gayreti içinde olmak-ben nostaljiyi çok severim o ayrı-bazen çok da komik durabiliyor çünkü. Ama öyle kasetler ve şarkılar var ki kolay kolay bulunmuyor mp3ü, indiremiyorsun hiçbir yerden. Ben de hiç olmazsa eskimiş, zor bulunan, değerli kasetlerimi kurtarayım dedim.
Neyse uzun lafın kısası sıvadım kolları; bir iki kulaktan dolma yöntemle işe koyuldum.(Aslında daha önce de denemiştim ve becerememiştim.) Zorba'dan aldığım ara kabloyla ve internetten indirdiğim bir iki kaydedici ve dönüştürücü program sayesinde bir kasedimi bilgisayar ortamına atmayı başardım.
Kasetten bilgisayarlı ortama aktardığım ilk başarılı işim Kesmeşeker' in 1991 tarihli ilk kasedi olan "Dipten ve Derinden"...
Neyse uzun lafın kısası sıvadım kolları; bir iki kulaktan dolma yöntemle işe koyuldum.(Aslında daha önce de denemiştim ve becerememiştim.) Zorba'dan aldığım ara kabloyla ve internetten indirdiğim bir iki kaydedici ve dönüştürücü program sayesinde bir kasedimi bilgisayar ortamına atmayı başardım.
Kasetten bilgisayarlı ortama aktardığım ilk başarılı işim Kesmeşeker' in 1991 tarihli ilk kasedi olan "Dipten ve Derinden"...
7 Ağustos 2009 Cuma
Başucumda Muzika
Kitapları yarım bırakmayı hiç sevmem.
Bir kitap ne kadar sıkıcı olursa olsun sabır gösteririm ona.
Bu bir sinema filmi ve tiyatro oyunu için de geçerlidir çünkü hepsinde bir emek vardır ve ben de bir okuyucu ve izleyici olarak ortaya konan emeğe ve ortaya çıkarılan esere karşı saygımı göstermyi bir borç bilirim.
Dediğim gibi kitapları yarım bırakmayı sevmem ama Kürşat Başar'ın Başucumda Müzik adlı kitabını iki sefer yarım bıraktım(sonunda bitirdim gerçi).
Kitabı yarım bırakmamın sebebi konusunun sıkıcı olması ya da anlatımdaki yavanlık değildi.
Konu benim gibi bir aşk adamı için gayet çekiciydi.
Tüm zorluklara, mesafelere ve yaş farkında rağmen yeşeren, büyüyen ve sürdürülen yasak bir aşk hikayesi anlatılıyordu.
Kürşat Başar'ın üslubunu sevmediğimi de söyleyemem doğrusu.
Filhahika kitapta o kadar çok tekrar vardı ki bu kitabın akması önündeki en büyük engeldi bence.
Ve nitekim bu yüzden kitabı iki sefer buzluğa kaldırıp tekrar başladım.
Araya Osman Aysu'nun kitapları ve İtalo Calvino'nun güzel kitabı Örümceklerin Yuvalandığı Patika girdi.
Bu kitaplardan sonra Başucumda Müzik'e tekrar döndüm ve bitirdim.
Kitabın temel yanlışı bence konuyu işleyişiydi.
Zira aşk gibi ağır bir konuyu masaya yatırmak yeterince cesaret istiyorken bir de "benim anlattığım hikayedeki aşk en büyük aşktır" tavrı kitaptaki samimi havayı biraz gölgeli
yordu.
Evet Kürşat Başar aşka ve aşkın kimyasına dair çok güzel cümleler kurmuş kitabında hatta öyle cümleler dökülüyor ki bazen kahramanlarının ağzından; işte budur dedirrtiyor adama. Aşk dediğin budur böyle olmalıdır deyip çoşturuyor;ama bunları tekrarlayıp durunca bir kıymet-i harbiyesi kalmıyor.
Kitaptaki bir diğer eksiklik ise bana göre hikayenin geçtiği dönemin siyasal durumu hakkında çok az şeye değinilmiş olması.
Bu durum kitabı yüzeyselleştiriyor.
Kitaptaki efsanevi aşkın kahramanlarından birinin bahsi geçen dönemin önemli siyasi şahsiyetlerinden biri olduğu göz önünde bulundurulursa bu eksik, kitap için hayati bir eksiğe dönüşüyor.
Belki de yazar "ben sadece buradaki hayal bile edilemeyecek kadar büyülü olan aşkı anlatırım, onu gölgede bırakacak hiçbir bahse girmem" demek istiyor olabilir ama bu tutum kitabın kalibresini aşağıya çekiyor.
Sabun köpüğü misali bir aşk romanına dönüşüyor kitap.
Bence kitabın bir başka falsosu da adı.
Kitaptaki konuyla, işleyişle ya da üslupla hiç alakası olmayan sadece bir satış stratejisi gibi duran tüccar zihniyetiyle konulmuş bir adı var kitabın.
Çünkü kitabın adında geçen müzik bahsi; kitaba yedirilememiş, kitaba lezzet katan bir fon olarak bile mevcut değil hikayenin içinde.
Ama tüm bunlara rağmen yazarın takdir edilmesi gereken bir yönü var.
Kitabımızın başkahramanı yani olayların ağzından aktarıldığı kişi bir kadın.
Ve bence bir kadın kahraman bir erkek yazar tarafından ancak bu kadar iyi konuşturulup duyguları ancak bu kadar iyi aksettirilbilirdi.(Gerçi benim böyle bir yargıya varmam çok saçma. Bunu kitabı okuyan bayanlara sormak lazım. Gerçekten başarılı mı diye.)
Bir kitap ne kadar sıkıcı olursa olsun sabır gösteririm ona.
Bu bir sinema filmi ve tiyatro oyunu için de geçerlidir çünkü hepsinde bir emek vardır ve ben de bir okuyucu ve izleyici olarak ortaya konan emeğe ve ortaya çıkarılan esere karşı saygımı göstermyi bir borç bilirim.
Dediğim gibi kitapları yarım bırakmayı sevmem ama Kürşat Başar'ın Başucumda Müzik adlı kitabını iki sefer yarım bıraktım(sonunda bitirdim gerçi).
Kitabı yarım bırakmamın sebebi konusunun sıkıcı olması ya da anlatımdaki yavanlık değildi.
Konu benim gibi bir aşk adamı için gayet çekiciydi.
Tüm zorluklara, mesafelere ve yaş farkında rağmen yeşeren, büyüyen ve sürdürülen yasak bir aşk hikayesi anlatılıyordu.
Kürşat Başar'ın üslubunu sevmediğimi de söyleyemem doğrusu.
Filhahika kitapta o kadar çok tekrar vardı ki bu kitabın akması önündeki en büyük engeldi bence.
Ve nitekim bu yüzden kitabı iki sefer buzluğa kaldırıp tekrar başladım.
Araya Osman Aysu'nun kitapları ve İtalo Calvino'nun güzel kitabı Örümceklerin Yuvalandığı Patika girdi.
Bu kitaplardan sonra Başucumda Müzik'e tekrar döndüm ve bitirdim.
Kitabın temel yanlışı bence konuyu işleyişiydi.
Zira aşk gibi ağır bir konuyu masaya yatırmak yeterince cesaret istiyorken bir de "benim anlattığım hikayedeki aşk en büyük aşktır" tavrı kitaptaki samimi havayı biraz gölgeli
yordu.
Evet Kürşat Başar aşka ve aşkın kimyasına dair çok güzel cümleler kurmuş kitabında hatta öyle cümleler dökülüyor ki bazen kahramanlarının ağzından; işte budur dedirrtiyor adama. Aşk dediğin budur böyle olmalıdır deyip çoşturuyor;ama bunları tekrarlayıp durunca bir kıymet-i harbiyesi kalmıyor.
Kitaptaki bir diğer eksiklik ise bana göre hikayenin geçtiği dönemin siyasal durumu hakkında çok az şeye değinilmiş olması.
Bu durum kitabı yüzeyselleştiriyor.
Kitaptaki efsanevi aşkın kahramanlarından birinin bahsi geçen dönemin önemli siyasi şahsiyetlerinden biri olduğu göz önünde bulundurulursa bu eksik, kitap için hayati bir eksiğe dönüşüyor.
Belki de yazar "ben sadece buradaki hayal bile edilemeyecek kadar büyülü olan aşkı anlatırım, onu gölgede bırakacak hiçbir bahse girmem" demek istiyor olabilir ama bu tutum kitabın kalibresini aşağıya çekiyor.
Sabun köpüğü misali bir aşk romanına dönüşüyor kitap.
Bence kitabın bir başka falsosu da adı.
Kitaptaki konuyla, işleyişle ya da üslupla hiç alakası olmayan sadece bir satış stratejisi gibi duran tüccar zihniyetiyle konulmuş bir adı var kitabın.
Çünkü kitabın adında geçen müzik bahsi; kitaba yedirilememiş, kitaba lezzet katan bir fon olarak bile mevcut değil hikayenin içinde.
Ama tüm bunlara rağmen yazarın takdir edilmesi gereken bir yönü var.
Kitabımızın başkahramanı yani olayların ağzından aktarıldığı kişi bir kadın.
Ve bence bir kadın kahraman bir erkek yazar tarafından ancak bu kadar iyi konuşturulup duyguları ancak bu kadar iyi aksettirilbilirdi.(Gerçi benim böyle bir yargıya varmam çok saçma. Bunu kitabı okuyan bayanlara sormak lazım. Gerçekten başarılı mı diye.)
20 Temmuz 2009 Pazartesi
Beni Bak Biyo!
Bir arkadaşın facebookta paylaştığı bir videonun altında gördün adını ve merak edip girdim. Müthiş eğlenceli yazılar var. Yazıların içeriğinden çok yazıların “Dengizlice” yazılmış olması süper eğlenceli. Yazıların dışında şablonlar menüler de tamamen Denizlice..:)
Denizli, Muğla taraflarının şivesini seviyorsanız eğer bu blog sizi çok eğlendirecektir emin olabilirsiniz. Rahmetli Özay Gönlüm çok güzel kullanırdı bu şiveyi. Nurun içinde yatsın…
Blogun tam adresi:
http://benibakbiyo.blogspot.com/
Denizli, Muğla taraflarının şivesini seviyorsanız eğer bu blog sizi çok eğlendirecektir emin olabilirsiniz. Rahmetli Özay Gönlüm çok güzel kullanırdı bu şiveyi. Nurun içinde yatsın…
Blogun tam adresi:
http://benibakbiyo.blogspot.com/
18 Temmuz 2009 Cumartesi
Osman Aysu ve Polisiye Romanlar
Polisiyeleri oldum olası sevmişimdir. Polisiye romanları da filmleri de hep ilgiyle takip etmişimdir. Polisiye vaat ettiği heyecan ve sürükleyiciliğin yanı sıra okuyucusunu zihnen yormadığı için de tercih sebebidir. Polisiye romanı okursunuz ve hayatınıza devam edersiniz. Hayata dair dersler çıkarmazsınız, edebi bir haz almazsınız ama onun verdiği haz da farklıdır nihayetinde. Gerçi edebi yoğunluğu bulunan polisiye romanlar ve onları vücuda getiren seçkin edebiyatçılar da vardır. Polisiye ve macera romanlarını edebiyattan yoksun sayıp genelleme yapmak da doğru olmaz.
Ben polisiye-macera romanlarını severim ama bu konuda bir uzman olduğum da söylenemez. Bu konuda tek uzmanlık alanım Ahmet Ümit romanlarıdır ki bunun üzerine de yazacağım ileride.
Ahmet Ümit demişken buradan devam edeyim yazıya. Geçmişte Peyami Safa, Kemal Tahir gibi büyük yazarlarımız maddi kaygılarla polisiye romanlar yazmışlardır; malum polisiye ilgi çeken ve çok satan bir roma türüdür. Günümüze yaklaştıkça polisiyeye olan ilgi artmaya devam etmiştir fakat bu alanda nitelikli yazarlar yetişmemiş nitelikli eserler verilememiştir. Verildiyse de maalesef okuyucuya ulaşamamış tarihin sayfalarına karışıp gitmiştir. Bu alandaki en tanınmış ismimiz kuşkusuz Ahmet Ümit. Kitapları, çok satanlarda her daim mevcuttur. Ahmet Ümit çok başarılı bir yazardır ama bu çok satarlıkta büyük bir yayınevine mensup olmak ve reklamının iyi yapılması gibi etkenlerin de payı büyüktür. Ahmet Ümit’ in haricinde kitap raflarında kitaplarına sıkça rastlayabileceğiniz çok satan bir diğer polisiye romancımız Osman Aysu’ dur. Ben geçtiğimiz haftaya kadar hiç Osman Aysu okumamıştım ve ilk önce kendi dilimizde yazılmış polisiye eserleri okumayı kendime bir borç bildiğim için de Osman Aysu okumamış olmaktan rahatsızdım. Geçen hafta girdiğim bir kitabevinin raflarında kitaplarını görünce tatili de fırsat bilip iki tane romanını aldım.
Osman Aysu’ nun kitaplarını okumaya başlamadan önce merakıma yenik düşüp acaba hakkında ne yazmışlar diye şöyle bir EkşiSözlüğe göz gezdirdim. Takdir edenler de vardı tabi ama çoğunluk tarafından acımasızca eleştiriliyordu yazar. Gerçi hiçbir şey üretmeden sürekli etrafını eleştirip lak lak yapan yurdum insanının bir yansıması olan EkşiSözlükten Osman Aysu’ yla ilgili sağlıklı veriler alamazdım. Bu önyargıları bir kenara bırakıp okumam gerekirdi.
Bir hafta içinde okudum ikisini de. Açıkçası ilk okuduğum kitabı olan Tutkunun Esiri ben de büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Polisiye ve Macera romanlarındaki en önemli unsur olan kurgu gayet başarısızdı. Bu başarısız kurguya rağmen kitabın sonuna kadar umudumu yitirmedim ancak son da kötü olunca hayal kırıklığına uğradım. Bayat hikâyesinin ve kötü kurgusunun yanı sıra kitaptaki karakterler de inandırıcılıktan ve derinlikten çok uzak bir şekilde betimlenmişti. Kullandığı dil ve sözcük seçimleri de kitabın akıcılığına ket vurur nitelikteydi maalesef.
Ben bir yazar değilim sıradan bir okuyucuyum ama iyi kitapla kötü kitap arasındaki farkı ayırt edecek kadar kitap okudum. Ukalalık ya da saygısızlık etmek istemem ama Osman Aysu beni hayal kırıklığına uğratmıştı doğrusu.
Aldığım diğer kitabı okumamayı düşündüysem de yine önyargımı bir kenara bırakıp araladım kapağını. İkinci kitabın da beni alıp başka diyarlara götürdüğünü söyleyemem ama en azından ilk kitap için sarf ettiğim olumsuz eleştirileri bunun için tekrarlamak haksızlık olur diye düşünüyorum. Çünkü okuduğum ikinci kitap olan Çifte Tehlike’ de kurgu diğerine göre daha sağlam. Kullanılan dil daha akıcı ve daha rahat okunuyor ve en azından diğeri gibi saçma bir sonla bitmiyor. Maalesef karakterlerin psikolojik alt yapısı yine iyi düşünülmemiş ve okuyucu için kitaptaki birçok nokta yine muamma.
Osman Aysu çok üretken bir yazar. Çok sayıda romanı mevcut. Bu iki kitabını okuyunca keşke bu kadar hızlı ve bu kadar çok yazmasa; az yazsa ama sağlam yazsa dedim ister istemez.
Ben Osman Aysu’ ya karşı sözlükçüler kadar acımasız değilim. Belki bir Glenn Meade, bir Dean Koontz, bir Jean-Christophe Grange ya da bir Clive Cussler değil ama tüm bunlara rağmen Türk romanı ve polisiyesi için okunmasının gerektiğini düşünüyorum. Çünkü iyi bir polisiye edebiyat oluşturabilmemiz için öncelikle okumayı ciddiye alan genç bir okur kitlesine ihtiyaç var ve bunların okuyacağı kitaplara… Zaten bir röportajında Osman Aysu’ da polisiye yazmaya nasıl başladığının cevabı olarak tam da bunu söylüyor: “ Okuyacak yerli polisiye roman yoktu, ben de oturup kendim yazayım dedim.”
(Buradan Ahmet Sakartepe’ ye selamlar. Bu yazıyı yazmadan önce kendisinden icazet almam gerekirdi aslında. Polisiye ve Macera romanları ondan sorulur.)
Vizontelenin Güvercini
Vizonteleleri çok severim. Yılmaz Erdoğan’ın yaptığı her işi severim gerçi. Bir Demet Tiyatro’yla televizyonda başlayan Yılmazseverliğim tiyatro oyunları ve sinema filmleriyle hep artmaya devam etmiştir.
Biraz önce televizyonda Vizontele Tuuba’ yı görünce daha önce birçok kez izlememe rağmen dayanamadım yine başlarına baktım şöyle. Çok güzel bir hikâye ve süper oyunculuklarla dolu bir filmdir bence. Bu filmde yer alan oyuncuları şöyle bir gözümden geçirdim ne müthiş bir ekip demekten kendimi alamadım doğrusu. Çok sevdiğim bu filmi izlerken daha önce dikkatimi çekmeyen bir detay takıldı gözüme.
Filmin başlarında Deli Emin’ in Demokrat Parti için yaptığı tabelayla ilgili bir konuşma geçmektedir. Parti başkanı Latif, Deli Emin’ e tabelanın köşesine çizdiği güvercini göstererek Demirel’ in partisinde Ecevit’in güvercininin ne işi var diye veryansın eder. Deli Emin’ se o Ecevit’ in güvercini değil benim güvercinim der. Gerçekten de Deli Emin’in güvercinidir zira Deli Emin yaptığı bütün işlerin altına imza niyetine o kuş resmini çizer.(bkz. yukarıdaki film afişinde bile rastlarız o meşhur güvercine)
Lakin kafama takılan şudur: Güvercin rahmetli Bülent Ecevit’ le özdeşleşen partisi DSP’nin sembolüdür. Ee o zaman yanlış nerede diyeceksiniz haklı olarak! Yanlış şurada DSP 1985 yılında kuruldu. Vizontele Tuuba filminde olaylar 12 Eylül darbesinin öncesinde yani 1980 yılında geçer. Dolayısıyla henüz ortada Ecevit’in partisi yoktur. Filmde tarihsel bir yanlışlık yapılmış gibi duruyor.
Yaşım gereği o yıllarla ilgili bilemediğim şeyler olabilir. Mesela DSP kurulmadan önce de Ecevit’in güvercinle özdeşleşmiş bir profili varsa bunu bilemem ama zannetmiyorum öyle olduğunu. Ecevit’ in güvercini diye kast edilen partisinin güvercinin de başka ne olabilir ki..?
(Bu konuda bilgisi olan beni aydınlatabilir…)
Tabi insanlık hali. Sinemada zaman zaman böyle devamlılık hataları yapılabiliyor. Hayranı olduğum Yılmaz Erdoğan da pek ala böyle bir yanlışa düşmüş olabilir ama bu yine de filmin güzelliğinden bir şey kaybettirmiyor.
Etiketler:
bülent ecevit,
deli emin,
güvercin,
vizontele,
yılmaz erdoğan
16 Temmuz 2009 Perşembe
EĞER
EĞER
"Eğer, bütün etrafındakiler panik içine düştüğü
ve bunun sebebini senden bildikleri zaman
sen başını dik tutabilir ve sağduyunu kaybetmezsen;
Eğer sana kimse güvenmezken sen kendine güvenir
ve onların güvenmemesini de haklı görebilirsen;
Eğer beklemesini bilir ve beklemekten de yorulmazsan
veya hakkında yalan söylenir de sen yalanla iş görmezsen,
ya da senden nefret edilir de kendini nefrete kaptırmazsan,
bütün bunlarla beraber ne çok iyi ne de çok akıllı görünmezsen;
Eğer hayal edebilir de hayallerine esir olmazsan,
Eğer düşünebilip de düşüncelerini amaç edinebilirsen,
Eğer zafer ve yenilgi ile karşılaşır
ve bu iki hokkabaza aynı şekilde davranabilirsen;
Eğer ağzından çıkan bir gerçeğin bazı alçaklar tarafından
ahmaklara tuzak kurmak için eğilip bükülmesine katlanabilirsen,
ya da ömrünü verdiğin şeylerin bir gün başına yıkıldığını görür
ve eğilip yıpranmış aletlerle onları yeniden yapabilirsen;
Eğer bütün kazancını bir yığın yapabilir
ve yazı-tura oyununda hepsini tehlikeye atabilirsen;
ve kaybedip yeniden başlayabilir
ve kaybın hakkında bir kerecik olsun bir şey söylemezsen;
Eğer kalp, sinir ve kasların eskidikten çok sonra bile
işine yaramaya zorlayabilirsen
ve kendinde 'dayan' diyen bir iradeden
başka bir güç kalmadığı zaman dayanabilirsen;
Eğer kalabalıklarda konuşup onurunu koruyabilirsen,
ya da krallarla gezip karakterini kaybetmezsen;
Eğer ne düşmanların ne de sevgili dostların seni incitmezse;
Eğer aşırıya kaçmadan tüm insanları sevebilirsen;
Eğer bir daha dönmeyecek olan dakikayı,
altmış saniyede koşarak doldurabilirsen;
Yeryüzü ve üstündekiler senindir
Ve dahası
sen bir İNSAN olursun oğlum..."
Rudyard KİPLİNG
"Önyargılardan arınmış, gönlü geniş insanlarla dolu bir dünyada yaşamak isterdim. Ama yaşadığımız dünyanın öyle bir dünya olmadığını öğreneli çok oldu.
Hayatta kalabilmem ve yaşayabilmem için herkesin benim gibi düşünmesi gerektiği herkesin aynı hassasiyette yaşaması gerektiğini düşündüm uzunca bir zaman. İnsanların nobranlığını, cehaletini, aymazlığını, çakallığını, ikiyüzlülüğünü ve ahmaklığını dert edindim kendime. Mutsuz oldum böyle bir dünyada yaşadığım için. Geçmiş zaman kullanıyorum diye bu dertlerimden sıyrılabildim sanılmasın ama olgunlaştım biraz daha. Eskisine nazaran törpülendi benim de bazı yönlerim, istemeye istemeye de olsa “büyüdüm”.
İşte böyle zamanlarda dönüp dönüp Rudyard Kipling’ in oğluna hayatla ilgili öğütlerini içeren bu şiirini okudum. İnsanlar için de yaşayabilmek için herkesin bana benzemek zorunda olmadığını hatırlattı bana bu şiir, ya da herkes gibi olmak zorunda olmadığımı. Tüm keşmekeşe tüm bu yanlışlara rağmen sen doğru kalarak ve korkmadan ve aynı zamanda yılmadan ama kendini de soyutlamadan yaşayabiliyorsan o zaman ulaşabiliyormuşsun hayatın bilgeliğine. Bilgelik hayatta kalmayı başarma sanatıymış meğerse. Eğer yaşamaya cesaretin varsa…"
"Eğer, bütün etrafındakiler panik içine düştüğü
ve bunun sebebini senden bildikleri zaman
sen başını dik tutabilir ve sağduyunu kaybetmezsen;
Eğer sana kimse güvenmezken sen kendine güvenir
ve onların güvenmemesini de haklı görebilirsen;
Eğer beklemesini bilir ve beklemekten de yorulmazsan
veya hakkında yalan söylenir de sen yalanla iş görmezsen,
ya da senden nefret edilir de kendini nefrete kaptırmazsan,
bütün bunlarla beraber ne çok iyi ne de çok akıllı görünmezsen;
Eğer hayal edebilir de hayallerine esir olmazsan,
Eğer düşünebilip de düşüncelerini amaç edinebilirsen,
Eğer zafer ve yenilgi ile karşılaşır
ve bu iki hokkabaza aynı şekilde davranabilirsen;
Eğer ağzından çıkan bir gerçeğin bazı alçaklar tarafından
ahmaklara tuzak kurmak için eğilip bükülmesine katlanabilirsen,
ya da ömrünü verdiğin şeylerin bir gün başına yıkıldığını görür
ve eğilip yıpranmış aletlerle onları yeniden yapabilirsen;
Eğer bütün kazancını bir yığın yapabilir
ve yazı-tura oyununda hepsini tehlikeye atabilirsen;
ve kaybedip yeniden başlayabilir
ve kaybın hakkında bir kerecik olsun bir şey söylemezsen;
Eğer kalp, sinir ve kasların eskidikten çok sonra bile
işine yaramaya zorlayabilirsen
ve kendinde 'dayan' diyen bir iradeden
başka bir güç kalmadığı zaman dayanabilirsen;
Eğer kalabalıklarda konuşup onurunu koruyabilirsen,
ya da krallarla gezip karakterini kaybetmezsen;
Eğer ne düşmanların ne de sevgili dostların seni incitmezse;
Eğer aşırıya kaçmadan tüm insanları sevebilirsen;
Eğer bir daha dönmeyecek olan dakikayı,
altmış saniyede koşarak doldurabilirsen;
Yeryüzü ve üstündekiler senindir
Ve dahası
sen bir İNSAN olursun oğlum..."
Rudyard KİPLİNG
"Önyargılardan arınmış, gönlü geniş insanlarla dolu bir dünyada yaşamak isterdim. Ama yaşadığımız dünyanın öyle bir dünya olmadığını öğreneli çok oldu.
Hayatta kalabilmem ve yaşayabilmem için herkesin benim gibi düşünmesi gerektiği herkesin aynı hassasiyette yaşaması gerektiğini düşündüm uzunca bir zaman. İnsanların nobranlığını, cehaletini, aymazlığını, çakallığını, ikiyüzlülüğünü ve ahmaklığını dert edindim kendime. Mutsuz oldum böyle bir dünyada yaşadığım için. Geçmiş zaman kullanıyorum diye bu dertlerimden sıyrılabildim sanılmasın ama olgunlaştım biraz daha. Eskisine nazaran törpülendi benim de bazı yönlerim, istemeye istemeye de olsa “büyüdüm”.
İşte böyle zamanlarda dönüp dönüp Rudyard Kipling’ in oğluna hayatla ilgili öğütlerini içeren bu şiirini okudum. İnsanlar için de yaşayabilmek için herkesin bana benzemek zorunda olmadığını hatırlattı bana bu şiir, ya da herkes gibi olmak zorunda olmadığımı. Tüm keşmekeşe tüm bu yanlışlara rağmen sen doğru kalarak ve korkmadan ve aynı zamanda yılmadan ama kendini de soyutlamadan yaşayabiliyorsan o zaman ulaşabiliyormuşsun hayatın bilgeliğine. Bilgelik hayatta kalmayı başarma sanatıymış meğerse. Eğer yaşamaya cesaretin varsa…"
15 Temmuz 2009 Çarşamba
Urumçi
Urumçi’ deki insanlık dramını üzülerek izledik. Yine dehşete düştük insanın insana yaptığı zulüm karşısında. İnsan söyleyecek söz de bulamıyor böyle zamanlarda. Zaten ne söylenebilir ki. Kınıyoruz, lanetliyoruz tüm kalbimizle ama daha fazlası yok. Hepsi bu. Daha fazla da ne yapılabilir ki de diyebilirsiniz haklı olarak.
Dünyayı üç beş çapulcu yönetiyor. Geri kalanlar; bizler birer figüranız… Onların oynadığı kanlı filmde üstüne bombalar yağan, vücudu delik deşik edilen, kafası gövdesinden ayrılan, kalabalık savaş sahneleri için kullanılan birer figüran… Ve de tabi ki uğruna öldüğümüz öldürdüğümüz değerlerimiz var. Dinimiz, milletimiz vs. Ben orada ölen insanlar Müslüman ya da Türk oldukları için değil sadece ve sadece insan oldukları için üzülüyorum. Ruandadaki, Şilideki, Filistindeki, Namibyadaki, Tibetteki insanlık suçlarına nasıl üzüldüysem buna da öyle üzülüyorum. Çünkü biliyorum ki bizi yönetenler, al kanımızı içip kadeh kaldıranlar bizi en güzel bu değerleri kullanarak bölüyor birbirimize düşürüyor sonra da geçip karşımıza timsah göz yaşları dökerek izliyorlar. Şöyle bir kaldırıp baksak kafamızı görürüz zaten; paranın, iktidarın dininin de milletinin de olmadığını. Onların hepsi aynı dinden aynı millettendir. Bizse farklılıklarımız yüzünden birbirimizi öldürüp arka planda mayına basarak gövdesi patlayan figüranlar olmaya devam ederiz.
Soykırımların, katliamların olmadığı bir dünya düşüyle…
9 Temmuz 2009 Perşembe
Soğuk Dağ Adlı Roman Üzerine
Charles Frazier öyle bir roman çıkarmış ki ortaya bence başka bir tane daha yazmasına gerek yok. Ömrüm boyunca çalışıp tek bir roman yazabileceksem eğer Charles Frazier’inki gibi olsun isterim. İnsana dair her şey var çünkü bu kitabın içinde. Kitaptaki olaylar “özgürlükler ülkesi, bolluk ve bereket diyarı” Amerikanya’da Amerikanya iç savaşı zamanında geçiyor. Geçmişsiz ülke Amerikanya’ nın geçmişinin en kanlı yıllarını fon alıyor kendine yazar ve bir savaş panoramasının üzerinden bir aşk hikâyesi anlatıyor bize. Aynı zaman da bir yolculuk romanı bu. Savaştan kaçan yaralı bir adamın(Inman’ın) sevdiği kadına(Ada’ya) ulaşmak için çıktığı zorlu yolculuğa şahit oluyoruz. Bu yolculuk sırasında savaşla birlikte insani değerlerini yitirenlerden tut, elindeki sınırlı imkanlarla savaş ortamında yaşamaya çalışan insanlara kadar birçok kahramanla tanışıyoruz kahramanımız Inman’la birlikte. Serüven de vaat eden bu psikolojik roman en gelişmiş hayvan olan insanla ve onun tarihiyle ilgili çok önemli şeyler de söylüyor. Ve fazlasıyla gerçek şeyler anlattığı için haliyle mutlu sonla da bitemiyor.
İnsanlığa dair önemli şeyler söyleyen her kitap güzel midir tartışılır tabi ki. Neticede edebiyat bir sanat dalıdır. Roman da edebiyatın zirvelerinden biridir. Dolayısıyla dişe dokunur bir şeyler anlatırken nasıl anlattığınız da önem kazanır. “Soğuk Dağ” bu anlamda da çok başarılı bir roman. Hem anlaşılır bir dil tutturması hem de bu yalınlık içerisinde edebi bir lezzet de içermesi kitabı değerli kılıyor. Kitap “Amerika Ulusal Kitap Ödülü” nü aldığı için tescili var zaten; ama bence Türkçe çevirisinin de başarılı olmasında kitabın çevirmeni Neşe Olcaytu’ nun payı da olsa gerek.
Soğuk Dağ’ın kitabından ziyade filmini tanıyanlar daha fazla olacaktır. 2003 yılında sinemaya uyarlanmıştı. Kadrosunda birçok ünlü oyuncu barındırıyordu. Şahsen ben filmini izlemedim. İmdb puanı:7.3. Hiç fena bir puan değil. Gösterimde olduğu dönemde eleştirmenler tarafından beğenilse de ödüller filan alsa da izleyiciler tarafından pek rağbet edilmedi gibi hatırlıyorum, belki de ben de bu önyargıyla filmi izlememiştim. Hatırlamıyorum. Kitaptaki derinlikli öykü filmde ne kadar verilebildi bilmiyorum; ama seyirci tarafından çok tutulmamasının altında yatan sebeplerden biri de belki bu olabilir. Derinlikli hikayelere popüler sinema kültürü içerisinde pek de tahammül yok malum. Neyse, filmi izlemeden yorum yapmak pek de sağlıklı bir iş değil. Nitekim filmi bilmem ama kitabı tavsiye ederim.
İnsanlığa dair önemli şeyler söyleyen her kitap güzel midir tartışılır tabi ki. Neticede edebiyat bir sanat dalıdır. Roman da edebiyatın zirvelerinden biridir. Dolayısıyla dişe dokunur bir şeyler anlatırken nasıl anlattığınız da önem kazanır. “Soğuk Dağ” bu anlamda da çok başarılı bir roman. Hem anlaşılır bir dil tutturması hem de bu yalınlık içerisinde edebi bir lezzet de içermesi kitabı değerli kılıyor. Kitap “Amerika Ulusal Kitap Ödülü” nü aldığı için tescili var zaten; ama bence Türkçe çevirisinin de başarılı olmasında kitabın çevirmeni Neşe Olcaytu’ nun payı da olsa gerek.
Soğuk Dağ’ın kitabından ziyade filmini tanıyanlar daha fazla olacaktır. 2003 yılında sinemaya uyarlanmıştı. Kadrosunda birçok ünlü oyuncu barındırıyordu. Şahsen ben filmini izlemedim. İmdb puanı:7.3. Hiç fena bir puan değil. Gösterimde olduğu dönemde eleştirmenler tarafından beğenilse de ödüller filan alsa da izleyiciler tarafından pek rağbet edilmedi gibi hatırlıyorum, belki de ben de bu önyargıyla filmi izlememiştim. Hatırlamıyorum. Kitaptaki derinlikli öykü filmde ne kadar verilebildi bilmiyorum; ama seyirci tarafından çok tutulmamasının altında yatan sebeplerden biri de belki bu olabilir. Derinlikli hikayelere popüler sinema kültürü içerisinde pek de tahammül yok malum. Neyse, filmi izlemeden yorum yapmak pek de sağlıklı bir iş değil. Nitekim filmi bilmem ama kitabı tavsiye ederim.
Etiketler:
Ada,
charles frazier,
Inman,
Jude Law,
Nicole Kidman,
soğuk dağ
8 Temmuz 2009 Çarşamba
Piçleşenler/Piçleşemeyenler Üzerine
Daha önceki blogumu takip edenler hatırlarlar-ki bir elin parmaklarını geçmeyecek kadardı takipçilerim-yazılarım çoğunlukla kitap ve film tanıtımı/eleştirisi tadında yazılardı. Bu blogta da çok değişik bir yol izlemeyeceğim. Aynı minvalde devam edeceğiz. Zaten okumanın, yazmak için öncül bir faaliyet olduğunu düşünen birisiyimdir. Hoş, çok okumadığı halde kalemiyle(klavyesiyle) resital sunan insanlar da vardır ama ben onlardan değilim.
Neyse sadede gelelim ve size yakın zamanlarda okuduğum kitaplardan biri olan “Piç”ten bahsedeyim. “Piç” genç kuşak yazarlarımızdan Hakan Günday’ın-yanılmıyorsam-üçüncü romanı. Daha önce blogta Hakan Günday’ ın ilk romanı “Kinyas ve Kayra” ile ilgili bir yazı yazmıştım. Bir arkadaşım o yazıyı uzun olduğu için okumadığını itiraf ettiğinden ötürü bu yazıyı çok fazla uzatmayacağım. Zaten “Piç” için söylenebilecek çok fazla söz olduğunu düşünmüyorum. Şöyle ki kuracağım her cümle biraz tekrara girecektir. Çünkü “Piç”, “Kinyas ve Kayra” adlı kitabın kısaltılmışı sayılabilir. Beş yüz küsur sayfalık tuğla misali “Kinyas ve Kayra”yı iki yüz sayfalık “Piç” olarak yeniden yazmış sanki Hakan Günday.
“Kinyas ve Kayra” romanına adını veren iki karakter “Piç” romanındaki tanıma uygun birer Piç’tir. (Kitaptaki ‘Piç’ tanımı bizim klasik anlamda bildiğimiz “babası belirsiz” çocuk sıfatından farklıdır. Toplumla barışık olmayan insanları tanımlayan bir sözdür burada ‘Piç’. Bunlara “kopuk, kırık, serseri, serkeş, aylak, asalak, evsiz, yarınsız, kaybeden, tutunamayan” vb. bir şey de diyebilirmiş yazar; ama daha çarpıcı duracağını düşünmüş olmalı ki ‘Piç’ diye tanımlamış bu insanları.) Bu romanda Kinyas ve Kayra’nın yerine dört yeni kahramanla tanışıyoruz: Hakan, Barbaros, Cenk ve Afgan. Onlar birer ‘Piç’. Yani hayatı diğer insanların yaşadığı gibi yaşamayı reddetmiş dört ayrık otu. “Normal” insanların yaptığı şeyleri yapmayan-yani çalışmayan, okula gitmeyen- bu şahsiyetler günlerini aylaklıkla geçirmekte, sabah akşam içmekte ve kendilerine ait bir yerleri olmadığı için kovuluncaya kadar farklı farklı mekanlarda “tufeyli” misali yaşamaktadırlar. Aslında her biri başarılı birer insan olabilmek için gereksinim duyulan pek çok şeye sahiptirler. Ama onlar farklı bir hayatı tercih etmişlerdir ve bu hayatı da sorgulamadan yaşamaktadırlar. Aynen Kinyas ve Kayra gibi… Kinyas-Kayra ikilisiyle aralarındaki fark hayatta kalma yöntemleridir. Her iki grup da dışarıdaki dünyaya aldırış etmeden yaşar; fakat Kinyas ve Kayra bunu şiddet kullanarak yapar. Kendilerinin olmayanı, kendilerinde olmayanı hep şiddet kullanarak elde ederler. İnsan öldürmekten çekinmezler. ‘Piç’ler ise yarı hümanisttirler. İnsanlara bilinçli ve sistemli bir şekilde zarar vermezler, tek yaptıkları asalak bir şekilde yaşamaktır.
Ve iki kitaptaki iki grubun da sonu birbirine benzer. Grubun içinden bazıları normal hayata dönmeye çalışır; kalanlar ise çeşmeye varmadan su yolunda kırılırlar.
Bu iki kitap arasındaki benzerlik bir okuyucu için zaman zaman eğlenceli olabilir-hele ki “Kinyas ve Kayra”dan hoşlandıysanız-lakin Hakan Günday’ ın ilginç tespitleri, betimlemeleri ve samimi diline rağmen çoklukla can sıkıcı bir hal alıyor. Çünkü romanın nasıl biteceğini sizi neler beklediğini kestirmek zor olmuyor.
Bir yazarın eserleri arasında benzerlik bulunması dahası–bilerek ya da bilmeyerek oluşturulmuş-bir bağ olması gayet doğal. Hele ki bunlardan birisi çok okunmuş ve çok konuşulmuş olan bir ilk romansa bu daha da normal oluyor. Bu sadece yazarlar için değil birçok sanatçı için de geçerli. Çok iyi bir çıkışla müzik piyasasına giren birçok grubun/müzisyenin sonrasında kendini tekrarladığına çokça şahit olmuşuzdur. Bu da gayet normaldir. Çünkü üretmek/yaratmak gerçekten sancılı bir iştir. Ortaya çıkan her üründe benzer şeyler bulunacaktır. Altı milyar insanız ve hepimizde iki kulak var. Bu konuda kendini tekrarladığı için Tanrı’ yı eleştirebilir miyiz..!?
Dolayısıyla Hakan Günday her şeye rağmen eleştiriden çok övgüyü hak etmektedir. Lakin bence anlattığı hikayelerden daha önemlisi romanlarının Hakan Günday hakkında ne anlattığıdır. İki kitapta da benzer kahramanlar etrafında benzer konular ve olaylar gelişmektedir. Kahramanlarının hayatı hakan Günday’ ın kendi hayatına benzemektedir. Kahramanlarımız; kitaplarımızın yazarı gibi yurtdışında okumuş/yaşamış, sonra vazgeçmiş ülkesine dönmüş, sonra tekrar vazgeçmiş rüzgar onu nereye savurduysa oraya gitmiş tipler. Hakan Günday hayatının bir döneminde ‘Piç’liği tecrübe etmiş kısacası. Belki tam ‘Piç’ olamamış ama gözlemlemiş, solumuş o hayatı. Ama başaramamış aynen “Piç” romanının dört kahramanından biri gibi-diğer üçünün akıbeti pek iyi olmuyor-normal hayata dönmeyi seçmiş. O yoldan döndüğü için mutludur muhtemelen yoksa tanınmış, çok para kazanan bir yazar olamazdı muhtemelen. Belki de bunun muhasebesi var biraz da bu romanlarda. Her iki roman da aşağı yukarı aynı şekilde bitiyor. Leziz gibi görünen bu hayat tarzının bir sonu olmadığı ve geç de olsa ‘normal hayata’ dönenin tutunabileceği diğerlerinin ise bok yoluna gideceği mesajı veriliyor alttan alta. Tabi bu mesajı vermiş olmanın mahcubiyeti de var yazarda. Geride bıraksa da kafasını kurcalayan bir şeyler olmalı ki bu tema ve bu yaşam tarzı üzerine toplamda sekiz yüz sayfa edebiyat parçalamış yazarımız. Ha tabi bunlar tamamen benim yorumum, belki de gayet düzgün bir hayatı olmuştur yazarın. Ama eğer öyleyse bir okur olarak-hakkım olmasa da-serzenişte bulunurum. Benim gözümde bu iki romanın birbirini bu kadar andırmasının tek özrü yazarın hayatından izler taşımasıdır.
Bir okur olarak yeterince küstah sözler etmişken şunu da söyleyeyim. Hakan Günday’ la tanışmak isterseniz ilk romanı olan “Kinyas ve Kayra” yı okuyun. Onun üzerine “Piç”i okumasanız da kayıp sayılmaz.
Neyse sadede gelelim ve size yakın zamanlarda okuduğum kitaplardan biri olan “Piç”ten bahsedeyim. “Piç” genç kuşak yazarlarımızdan Hakan Günday’ın-yanılmıyorsam-üçüncü romanı. Daha önce blogta Hakan Günday’ ın ilk romanı “Kinyas ve Kayra” ile ilgili bir yazı yazmıştım. Bir arkadaşım o yazıyı uzun olduğu için okumadığını itiraf ettiğinden ötürü bu yazıyı çok fazla uzatmayacağım. Zaten “Piç” için söylenebilecek çok fazla söz olduğunu düşünmüyorum. Şöyle ki kuracağım her cümle biraz tekrara girecektir. Çünkü “Piç”, “Kinyas ve Kayra” adlı kitabın kısaltılmışı sayılabilir. Beş yüz küsur sayfalık tuğla misali “Kinyas ve Kayra”yı iki yüz sayfalık “Piç” olarak yeniden yazmış sanki Hakan Günday.
“Kinyas ve Kayra” romanına adını veren iki karakter “Piç” romanındaki tanıma uygun birer Piç’tir. (Kitaptaki ‘Piç’ tanımı bizim klasik anlamda bildiğimiz “babası belirsiz” çocuk sıfatından farklıdır. Toplumla barışık olmayan insanları tanımlayan bir sözdür burada ‘Piç’. Bunlara “kopuk, kırık, serseri, serkeş, aylak, asalak, evsiz, yarınsız, kaybeden, tutunamayan” vb. bir şey de diyebilirmiş yazar; ama daha çarpıcı duracağını düşünmüş olmalı ki ‘Piç’ diye tanımlamış bu insanları.) Bu romanda Kinyas ve Kayra’nın yerine dört yeni kahramanla tanışıyoruz: Hakan, Barbaros, Cenk ve Afgan. Onlar birer ‘Piç’. Yani hayatı diğer insanların yaşadığı gibi yaşamayı reddetmiş dört ayrık otu. “Normal” insanların yaptığı şeyleri yapmayan-yani çalışmayan, okula gitmeyen- bu şahsiyetler günlerini aylaklıkla geçirmekte, sabah akşam içmekte ve kendilerine ait bir yerleri olmadığı için kovuluncaya kadar farklı farklı mekanlarda “tufeyli” misali yaşamaktadırlar. Aslında her biri başarılı birer insan olabilmek için gereksinim duyulan pek çok şeye sahiptirler. Ama onlar farklı bir hayatı tercih etmişlerdir ve bu hayatı da sorgulamadan yaşamaktadırlar. Aynen Kinyas ve Kayra gibi… Kinyas-Kayra ikilisiyle aralarındaki fark hayatta kalma yöntemleridir. Her iki grup da dışarıdaki dünyaya aldırış etmeden yaşar; fakat Kinyas ve Kayra bunu şiddet kullanarak yapar. Kendilerinin olmayanı, kendilerinde olmayanı hep şiddet kullanarak elde ederler. İnsan öldürmekten çekinmezler. ‘Piç’ler ise yarı hümanisttirler. İnsanlara bilinçli ve sistemli bir şekilde zarar vermezler, tek yaptıkları asalak bir şekilde yaşamaktır.
Ve iki kitaptaki iki grubun da sonu birbirine benzer. Grubun içinden bazıları normal hayata dönmeye çalışır; kalanlar ise çeşmeye varmadan su yolunda kırılırlar.
Bu iki kitap arasındaki benzerlik bir okuyucu için zaman zaman eğlenceli olabilir-hele ki “Kinyas ve Kayra”dan hoşlandıysanız-lakin Hakan Günday’ ın ilginç tespitleri, betimlemeleri ve samimi diline rağmen çoklukla can sıkıcı bir hal alıyor. Çünkü romanın nasıl biteceğini sizi neler beklediğini kestirmek zor olmuyor.
Bir yazarın eserleri arasında benzerlik bulunması dahası–bilerek ya da bilmeyerek oluşturulmuş-bir bağ olması gayet doğal. Hele ki bunlardan birisi çok okunmuş ve çok konuşulmuş olan bir ilk romansa bu daha da normal oluyor. Bu sadece yazarlar için değil birçok sanatçı için de geçerli. Çok iyi bir çıkışla müzik piyasasına giren birçok grubun/müzisyenin sonrasında kendini tekrarladığına çokça şahit olmuşuzdur. Bu da gayet normaldir. Çünkü üretmek/yaratmak gerçekten sancılı bir iştir. Ortaya çıkan her üründe benzer şeyler bulunacaktır. Altı milyar insanız ve hepimizde iki kulak var. Bu konuda kendini tekrarladığı için Tanrı’ yı eleştirebilir miyiz..!?
Dolayısıyla Hakan Günday her şeye rağmen eleştiriden çok övgüyü hak etmektedir. Lakin bence anlattığı hikayelerden daha önemlisi romanlarının Hakan Günday hakkında ne anlattığıdır. İki kitapta da benzer kahramanlar etrafında benzer konular ve olaylar gelişmektedir. Kahramanlarının hayatı hakan Günday’ ın kendi hayatına benzemektedir. Kahramanlarımız; kitaplarımızın yazarı gibi yurtdışında okumuş/yaşamış, sonra vazgeçmiş ülkesine dönmüş, sonra tekrar vazgeçmiş rüzgar onu nereye savurduysa oraya gitmiş tipler. Hakan Günday hayatının bir döneminde ‘Piç’liği tecrübe etmiş kısacası. Belki tam ‘Piç’ olamamış ama gözlemlemiş, solumuş o hayatı. Ama başaramamış aynen “Piç” romanının dört kahramanından biri gibi-diğer üçünün akıbeti pek iyi olmuyor-normal hayata dönmeyi seçmiş. O yoldan döndüğü için mutludur muhtemelen yoksa tanınmış, çok para kazanan bir yazar olamazdı muhtemelen. Belki de bunun muhasebesi var biraz da bu romanlarda. Her iki roman da aşağı yukarı aynı şekilde bitiyor. Leziz gibi görünen bu hayat tarzının bir sonu olmadığı ve geç de olsa ‘normal hayata’ dönenin tutunabileceği diğerlerinin ise bok yoluna gideceği mesajı veriliyor alttan alta. Tabi bu mesajı vermiş olmanın mahcubiyeti de var yazarda. Geride bıraksa da kafasını kurcalayan bir şeyler olmalı ki bu tema ve bu yaşam tarzı üzerine toplamda sekiz yüz sayfa edebiyat parçalamış yazarımız. Ha tabi bunlar tamamen benim yorumum, belki de gayet düzgün bir hayatı olmuştur yazarın. Ama eğer öyleyse bir okur olarak-hakkım olmasa da-serzenişte bulunurum. Benim gözümde bu iki romanın birbirini bu kadar andırmasının tek özrü yazarın hayatından izler taşımasıdır.
Bir okur olarak yeterince küstah sözler etmişken şunu da söyleyeyim. Hakan Günday’ la tanışmak isterseniz ilk romanı olan “Kinyas ve Kayra” yı okuyun. Onun üzerine “Piç”i okumasanız da kayıp sayılmaz.
7 Temmuz 2009 Salı
Yeni Blog
Eski blogum(gorkidiyorki.com) sizlere ömür..
Bir süredir sekaretteydi gariban lakin ben yine de ümidimi yitirmemiştim. Son kertede blog doktorum "bi acaip"ten de ses çıkmayınca ben de bitkisel hayattaki eski blogumun fişini çektim ve kıt internet bilgimle blogspot uzantılı yeni blogumu oluşturdum.
Bundan böyle bu mekandayım. Önceki blogumda bir elin parmakları kadar okuyucum vardı. Burada da değişen bir şey olmayacaktır ama ben yine de yazmaya devam edeceğim. Yoksa ayık kafayla çekilmiyor bu dünya..
O zaman yazalım güzelleşelim.
Bir süredir sekaretteydi gariban lakin ben yine de ümidimi yitirmemiştim. Son kertede blog doktorum "bi acaip"ten de ses çıkmayınca ben de bitkisel hayattaki eski blogumun fişini çektim ve kıt internet bilgimle blogspot uzantılı yeni blogumu oluşturdum.
Bundan böyle bu mekandayım. Önceki blogumda bir elin parmakları kadar okuyucum vardı. Burada da değişen bir şey olmayacaktır ama ben yine de yazmaya devam edeceğim. Yoksa ayık kafayla çekilmiyor bu dünya..
O zaman yazalım güzelleşelim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)