31 Aralık 2011 Cumartesi
Aşk ve Devrim
Aşk ve Devrim… Şu değersiz hayatıma anlam katan iki anahtar sözcük. Bir mecburiyet misali yaşadığım şu hayata beni bağlayan, geleceğe hep umutla bakmamı sağlayan, beni besleyen kaynaklarım… Umutlandıran ama mutluluk vaat etmeyen iki zirve. Mutluluk vaat etmiyorlar zira ikisine de çok zor yollardan çıkılıyor. O zirveye tırmanabilmek için kaç sefer düşüp kaç sefer paramparça olacağın belli değil. Yine de-benim için- uğrunda mücadele vermekten bıkmayacağım şeyler.
Hal böyle olunca adı “Aşk ve Devrim” olan bir filme insan çok çok çok acayip beklentilerle gidiyor. Ve kendisine bu kadar iddialı bir ad seçen film maalesef bu iki sözcüğün altında ezim ezim eziliyor.
Filmle ilgili şahsi kanaatim filmin başarısız bir film olmadığı yönünde. Evet, hayal kırıklığına uğradım ama bu beklentilerimle ilgiliydi. Bir filmi iyi ya da kötü yapan ise seyirci kitlesinin beklentileri değildir sonuçta. Bu filmin adı “Aşk ve Devrim” değil de başka bir şey olsaydı belki hayal kırıklığı yaratmaz hatta takdir bile toplayabilirdi. Adında böyle iki kallavi kavramı fütursuzca kullanarak büyük bir hata yapmış filmi yapanlar. Çünkü filmin her iki kavram için de sağlam bir söylemi yok. Filmi izledikten sonra içiniz umutla ve dövüşme arzusuyla dolmuyor. Omuzlarınız düşük çıkıyorsunuz salondan.
Peki tüm bunlara rağmen filmi neden başarısız bulmadığımı söyleyeyim. Çünkü filmin öyle ya da böyle bir söylemi var. Sol cenaha dair ciddiye alınması gereken tespitler ve eleştirilerle dolu filmimiz. Filme giderken bir beklentiyle gitmiştim ama aynı zamanda kaygılarım da vardı. İnşallah çok fazla ajitasyona boğmamışlardır filmi diye düşünüyordum. Elbette ki sol geleneğe dair saygı duruşu niteliğinde pek çok sahne vardı filmde; ama işin güzel tarafı ajitasyondan ziyade eleştirel bakış buldum filmde, onun da dozajı bazı yerlerde kaçırılmış maalesef. Dahası eleştiriler-tespitler geçerli ve doğru olmasına rağmen sol camianın fazlaca karikatürize edilmiş olması bu eleştirilerin kıymet-i harbiyesini azaltıyor. Bu bağlamda çok eleştirileceğini düşünüyorum bu filmin. Özellikle Türkiye solunun bu filme öfkeleneceğini, beğenmeyeceğini ve dışlayacağını tahmin ediyorum.
Sinema tarihinde hiç kimseye yaranamayan filmler vardır. Bu film de o kategorideki yerini alacaktır.
20 Aralık 2011 Salı
Yanıtsız Soru
“Müsaitseniz Size Şiir Okumaya Geleceğiz” diye bir şey yazmıştım blogda, geçen sene bu zamanlar. Böyle bir şeyin hayalini kurmuştum ; gelgelelim hiçbir zaman iyi bir şiir okuyucusu olamadım. Kitaplığımdaki şiir kitapları boynu bükük bir azınlıktan ibaret. Ezberimde hiç şiir yoktur örneğin ya da şiirlerini su gibi içtiğim bir şair yoktur dünyamda. Yine de severim şiiri, yakın durmaya çalışırım bazı dönemlerde. İhtiyaç baş gösterir zira. “Şiir yazanın değil ihtiyaç duyanındır.“demişti birisi, hatırlayamadım kimdi.
Kitapçıları dolaşırken de şiir kitaplarının bulunduğu bölümler nadir uğradığım yerlerdir. Bugün Sarissa’da kitapları mıncıklarken elim Dağlarca’nın bir kitabına gidiverdi, nedendir bilinmez. Rastgele bir sayfa açtım ve karşıma çıkan ilk şiiri okudum-ki şiir okumanın en keyifli tarafı bu bence, bir romanın herhangi bir sayfasını açıp okuyamazsınız mesela-.
Ve karşıma çıkan güzel şiirin hatırına alıverdim o kitabı. Kitaplığımdaki ilk dağlarca kitabını şu alttaki şiire borçluyum.
YANITSIZ SORU
En az
Bir tek hayvanı sever
Hayvanlara en uzak duranımız bile
----
Peki neden
Kendi ulusundan başka
Bir tek ulusu bile sevmez
İnsanlara en yakın duranımız bizim
----
Ne hayvandır belki
Ne insandır belki
Yaşamamaktır belki
10 Aralık 2011 Cumartesi
Aşka Aşık Olmak
Aşk ne zamandır var..?? İlk insandan beri olabilir mi. Teorik olarak mümkün. İlk insanlar olan Adem ve Havva karşı cinsin birer temsilcisi olduklarına göre, mümkün bu ihtimal. Adem’in Havva’ya karşı hissettiklerine aşk mı demeli yoksa, herhangi iki karşı cins arasındaki cinsel çekimle mi açıklamalı olayı. Sonuçta seçme şansı olsaydı belki de Havva’yı seçmeyecekti. Olayı niye Adem üzerinden tartıştığım bazılarına dert olacaksa eğer açıklaması basit. Bir meyve uğruna kandırılan Adem’di de o yüzden..Hani Cüneyt Ergün diyor ya şarkısında: “Bir meyve uğruna yorma beni, sevgilim ben Adem değilim.”
Aşk fail-i malum bir vakadır. Bu vakada bazıları maktul olur bazıları da katil. Bazıları ölünce huzura kavuşur, bazıları ölüp ölüp dirilmeyi tekrar tekrar ölmeyi tercih eder.
Neyse konuyu dağıtmayalım. Aşk ne zaman başladı, ilk kim aşık oldu, nereden çıktı bu ihtiyaç bunu sorguluyorduk. Adem’in Havva’ya-Havva’nın Adem’e ya da en genel açıklamasıyla karşı cinslerin birbirilerine-duyduğu cinsel açlık/ihtiyaç bunu açıklamaya yetmiyor bence.
Aşkı hep cinsellikten ötede başka bir yerde konumlandırdım. Aksi bir düşünceyi kabul etmedim. Zira Aşka/Sevgiye salt çiftleşme ihtiyacı gözüyle bakmak insanoğlunun milyarlarca yıllık gelişimine ters düşüyor gibi. Hayvanlardan insanı ayıran noktalardan biridir aşk. Hayvanlar da çifttir, çiftleşir; ama doğal seleksiyonu, evrim teorilerini filan bir tarafa koyarsak hayvan milyarlarca yıl öncekiyle aynı şekilde sürdürmektedir hayatını. Temelde insan da böyledir ve gelişmiş bir hayvan yaşamı sürmektedir; lakin insanoğlunun eriştiği noktayı göz önünde bulundurduğumuzda gelişmenin boyutlarını görmek mümkündür. Böylesine karmakarışık bir canlının bir takım duygularını sadece insani birtakım ihtiyaçlar hiyerarşisi içinde açkılamak sığ bir bakış açısıdır.
Bu yüzdendir ki aşk ulvi bir duygudur. Yine bu yüzdendir ki karşı cinse hissettiğimiz ve tanımlayamadığımız duyguyu yaradan için de hissederiz. Yaradana da aşık olur insan ve hatta sadece hayata da.. ve dünyaya can veren herhangi bir olguya da.
Aşk üzerine en çok kelam edilmiş, hakkında en çok yazılmış/çizilmiş duygudur yeryüzünde. O yüzden benim söylediklerim bir tekrardır esasında ve gereksizdir de belki. Ama aslında tam da burada değer kazanır bu yazılanlar. Çünkü onca kelama, onca yazıya/çiziye rağmen çözen yoktur bu bilmeceyi.
İnsanoğlunun en büyük sırlarından olmaya devam edecektir aşk. Hala bir şeylere inanmanın erdemine inanan insanlar olduğu sürece. Ve belki de hiçbir zaman çözülemeyecektir ne menem bir şey olduğu bilim ve teknik ne kadar ilerlese de.
Ve iki ile ikinin dört ettiği kadar kesin bir şey varsa o da aşk insanlığın sonuna kadar onunla birlikte yaşayacaktır. Pek çok insan yine lanet edecektir aşka, pek çokları hiç inanmayacaktır; zira aşk mutluluk vaat etmez insana.
Onlar öyle zannedecektir; çünkü aşkı bireylere indirgemek hatasına düşmüşlerdir. Aşkı bireylere indirgemek ise onu iki cins arasındaki çekimden ibaret görmektir. Ve her çekim bir gün bitecektir; ama aşk bitmez. Ezginin Günlüğü’nün o güzel parçasında dediği gibi “aşk hiç biter mi.” Bitmez. Bazen bir takvimde kalır, bazen bir çocuk bakışında, bazen bir durakta, bazen de bir vapur bacasında.
Biten olsa olsa iki insan arasındaki çekimdir, muhabbettir ya da somut tabiriyle ilişkidir. Aşka aşık olmayanlar ise bunu hiçbir zaman çözemez. Aşık olunacak şey aşkın kendisidir. Hele ki dünya bu kadar kirli, bu kadar sıradan ve ucuz bir yer haline gelmişken.
18 Kasım 2011 Cuma
...
16 Kasım 2011 Çarşamba
Ayak Uyduramayanlara
"Ya dışındasındır çemberin
Ya da içinde yer alacaksın
Kendin içindeyken, kafan dışındaysa
Çaresi yok kardeşim
Her akşam böyle içip, kederlenip
Mutsuz olacaksın
Meyhane masalarında kahrolacaksın
Şiirlerle, şarkılarla kendini avutacaksın
Ya dışındasındır çemberin
Ya da içinde yer alacaksın"
Murathan Mungan
O çemberin içine giremedim bir türlü. Ya da hep içindeydim de dışına çıkmayı beceremedim hiçbir zaman. Bilmiyorum hangisi doğrudur. Bildiğim bir şey varsa mevcut dünya düzenine bir türlü ayak uyduramadığım. Bu küçük hesapların, menfaatlerin dünyasına ait hissetmiyorum kendimi. Kitaplarda okuyup inandığım ve hayatı onların üzerine kurduğum birkaç değerim vardı hayatta. Artık onlardan da emin değilim. Kavramların ve hatta duyguların bile içi boşaltılmış gibi. Dokunduğun her şey elinde kalıyor. Belki de bu yaşadığımız çağla alakalı. Her şeyin bu denli kolay tüketildiği bir zamanda değerler de kolay tükeniyor demek ki. Başka bir zamanda gelseydim dünyaya bir şeyleri daha iyi becerebilirdim belki de.
Dünyaya ayak uyduramıyorsan, bu dünyanın tamamen dışına çıkmalısın aslında. Yavuz Çetin’in “Yaşamak İstemem Aranızda” deyip başka bir dünyaya gidişinden bahsetmiyorum. Ayak uyduramasam da mücadele etmeyi severim. Hayatın sana pompaladığı bütün hırslardan arınıp tek işi rüzgâra ve yağmura dayanmak olan bir kaya gibi naif yaşamaktan bahsediyorum. Seni dört bir taraftan sarıp sarmalayan bu imajlar dünyasında, her şeyden sıyrılıp bunu başarabilmek...
Asıl mesele bu.
Ya da içinde yer alacaksın
Kendin içindeyken, kafan dışındaysa
Çaresi yok kardeşim
Her akşam böyle içip, kederlenip
Mutsuz olacaksın
Meyhane masalarında kahrolacaksın
Şiirlerle, şarkılarla kendini avutacaksın
Ya dışındasındır çemberin
Ya da içinde yer alacaksın"
Murathan Mungan
O çemberin içine giremedim bir türlü. Ya da hep içindeydim de dışına çıkmayı beceremedim hiçbir zaman. Bilmiyorum hangisi doğrudur. Bildiğim bir şey varsa mevcut dünya düzenine bir türlü ayak uyduramadığım. Bu küçük hesapların, menfaatlerin dünyasına ait hissetmiyorum kendimi. Kitaplarda okuyup inandığım ve hayatı onların üzerine kurduğum birkaç değerim vardı hayatta. Artık onlardan da emin değilim. Kavramların ve hatta duyguların bile içi boşaltılmış gibi. Dokunduğun her şey elinde kalıyor. Belki de bu yaşadığımız çağla alakalı. Her şeyin bu denli kolay tüketildiği bir zamanda değerler de kolay tükeniyor demek ki. Başka bir zamanda gelseydim dünyaya bir şeyleri daha iyi becerebilirdim belki de.
Dünyaya ayak uyduramıyorsan, bu dünyanın tamamen dışına çıkmalısın aslında. Yavuz Çetin’in “Yaşamak İstemem Aranızda” deyip başka bir dünyaya gidişinden bahsetmiyorum. Ayak uyduramasam da mücadele etmeyi severim. Hayatın sana pompaladığı bütün hırslardan arınıp tek işi rüzgâra ve yağmura dayanmak olan bir kaya gibi naif yaşamaktan bahsediyorum. Seni dört bir taraftan sarıp sarmalayan bu imajlar dünyasında, her şeyden sıyrılıp bunu başarabilmek...
Asıl mesele bu.
1 Kasım 2011 Salı
Hastasın Sen Çocuk
"ne kadar az yol almisim
ne kadar az yolun basindaymisim meger
elimde yalandan kocaman rengarenk oyuncak zaferler"
Üşüyorsun. Pek üşümezsin aslında. Bu normal bir üşüme de değil. Belki üşüme bile değil. İçten içe bir şey bu yaşadığın. Daha önce de tecrübe etmiştin böyle bir şeyi. Kemikte, ette hissedilen bir şey değil bu. Daha derinde bir yer üşüyor sanki. Ruh mu… Kim bilir!? İnanmazsın ki metafiziğe.
Sebebi o içten içe süren üşüme midir bilinmez ama dişlerin vuruyor birbirine. Adam akıllı titriyorsun. Hummaya tutulmuş misali. Belki de dişlerin değil de düşlerindir birbirine vuran. Kırılıp dökülürken titretiyordur seni derinden derinden.
Dert değil ki seversin sen titremeyi. Hasta olmayı sevmezsin; ama hastalık anlarındaki o insanın tüm hücrelerini saran titremeyi seversin. Çok tatlı gelir o titreme sana. Titremeyi seversin. Zaten sevdiğin her şeyi hastalıklı seversin.
Şu anda hasta değilsin gerçi. Belki de hastasın. Hastalık sadece bildiğimiz haliyle mi var. Beynin hastalanmış olamaz mı. Beyninde karıncalar yürüyormuş gibi hissedip de doktora gittiğin zamanı hatırla. Depresyon demişti doktor. Önce küfür yemiş gibi kalakalmıştın yerinde. Hastaneden ayrıldığında ise katıla katıla gülmüştün. “Depresyon ha!” demiştin. “Hadi sene ordan doktor bozuntusu.” O anda bitmişti depresyonun, bir tanecik bile ilaç yutmadan. Ne diyordu Kesmeşeker’in şarkısında “Erir dedi doktor depresyon kar gibi.”
Yine beynin hastalanmış olabilir pek ala. Beyin kolay hastalanır zira. Çok düşünüyorsun son günlerde. Cevabını alamadığın bilemediğin sorularla meşgul kafan. Hasta ediyor bu seni. Aman boşver mi diyorsun. Doktor teşhisi koyuncaya kadar mı sürer dersin bu da.
Ama her seferinde daha ağır geliyor artık bu düşünceler sana. Büyük Türk filozofu Teoman’ın sözüne mi uymalı acaba “düşünme, kim anlamış ki sen anlayasın böyle.”
Yapamazsın sen. Düşünmeden edemezsin. Hep böyleydin. Küçücük bir veletken bile edemezdin düşünmeden. Merak ederdin her şeyi, sorgulardın. Hiç değişemedin, çocuk kaldın. Gelgelim o zaman da anlamıyordun şimdi de anlamıyorsun.
Diğer insanların “hayatın gerçekleri” adını verdikleri büyümeyi bir türlü beceremiyorsun. Büyümeyi beceremediğin için de inciniyorsun sürekli. Bir çocuk. Küsüyorsun çok çabuk. İşin iyi tarafı unutuyorsun da bir çocuğun yaptığı gibi. Doğan gereği.
Evet, unutuyorsun. Kin tutmuyor ve yine yeniden başlıyorsun her seferinde. E, unutuyorsun dedik ya, tekrar tekrar üzüleceğini de unutuyorsun be çocuk. Bıkmıyorsun yenilmekten. Kendini “Don Kişot” sanan o arkadaşının tavsiyesine gülüp geçiyorsun; ama kabul et “her seferinde daha iyi yenilmek için çabalıyorsun.”
Yenilmek de dert değil senin için. Önemli olan denemekti diyecek kadar Pollyannasın. Bitmeden biten hikayeleri sevmiyorsun. Mücadeleyi seviyorsun her çocuk gibi. Her yerin kanasa da yaraların kabuk bağlasa da korkmuyorsun yeni yaralardan.
Bir şey bitecekse adam gibi bitmeli. Eksiltili cümleleri, tamamlanmamış hikayeleri sevmiyorsun. Çocuksun ya, cesursun o yüzden. Yetişkinlerin korkaklıklarını anlamıyorsun. Yetişkinler temkinli atarlar adımlarını, hesaplarlar. Sen gelişine yaşamak istiyorsun hayatı. Yaşamaktan korkan yetişkinleri sevmiyorsun.
En iyi bildiğin şey sevmek, sevginden anlamayan insanlara şaşırıyorsun. Sevgiden kaçanlara anlam veremiyorsun. Aşık olmayı marifet sanıyorsun hala millet aşka kıçıyla gülerken.
Hadi çocuk hadi topla kırılmış oyuncaklarını da yat artık. O tatlı titremeyle dal uykulara. Rüyanda iklim değişir Akdeniz olur belki. Bir ince ahmak ıslatan yağar altında keyfince sigara tüttürebileceğin.
ne kadar az yolun basindaymisim meger
elimde yalandan kocaman rengarenk oyuncak zaferler"
Üşüyorsun. Pek üşümezsin aslında. Bu normal bir üşüme de değil. Belki üşüme bile değil. İçten içe bir şey bu yaşadığın. Daha önce de tecrübe etmiştin böyle bir şeyi. Kemikte, ette hissedilen bir şey değil bu. Daha derinde bir yer üşüyor sanki. Ruh mu… Kim bilir!? İnanmazsın ki metafiziğe.
Sebebi o içten içe süren üşüme midir bilinmez ama dişlerin vuruyor birbirine. Adam akıllı titriyorsun. Hummaya tutulmuş misali. Belki de dişlerin değil de düşlerindir birbirine vuran. Kırılıp dökülürken titretiyordur seni derinden derinden.
Dert değil ki seversin sen titremeyi. Hasta olmayı sevmezsin; ama hastalık anlarındaki o insanın tüm hücrelerini saran titremeyi seversin. Çok tatlı gelir o titreme sana. Titremeyi seversin. Zaten sevdiğin her şeyi hastalıklı seversin.
Şu anda hasta değilsin gerçi. Belki de hastasın. Hastalık sadece bildiğimiz haliyle mi var. Beynin hastalanmış olamaz mı. Beyninde karıncalar yürüyormuş gibi hissedip de doktora gittiğin zamanı hatırla. Depresyon demişti doktor. Önce küfür yemiş gibi kalakalmıştın yerinde. Hastaneden ayrıldığında ise katıla katıla gülmüştün. “Depresyon ha!” demiştin. “Hadi sene ordan doktor bozuntusu.” O anda bitmişti depresyonun, bir tanecik bile ilaç yutmadan. Ne diyordu Kesmeşeker’in şarkısında “Erir dedi doktor depresyon kar gibi.”
Yine beynin hastalanmış olabilir pek ala. Beyin kolay hastalanır zira. Çok düşünüyorsun son günlerde. Cevabını alamadığın bilemediğin sorularla meşgul kafan. Hasta ediyor bu seni. Aman boşver mi diyorsun. Doktor teşhisi koyuncaya kadar mı sürer dersin bu da.
Ama her seferinde daha ağır geliyor artık bu düşünceler sana. Büyük Türk filozofu Teoman’ın sözüne mi uymalı acaba “düşünme, kim anlamış ki sen anlayasın böyle.”
Yapamazsın sen. Düşünmeden edemezsin. Hep böyleydin. Küçücük bir veletken bile edemezdin düşünmeden. Merak ederdin her şeyi, sorgulardın. Hiç değişemedin, çocuk kaldın. Gelgelim o zaman da anlamıyordun şimdi de anlamıyorsun.
Diğer insanların “hayatın gerçekleri” adını verdikleri büyümeyi bir türlü beceremiyorsun. Büyümeyi beceremediğin için de inciniyorsun sürekli. Bir çocuk. Küsüyorsun çok çabuk. İşin iyi tarafı unutuyorsun da bir çocuğun yaptığı gibi. Doğan gereği.
Evet, unutuyorsun. Kin tutmuyor ve yine yeniden başlıyorsun her seferinde. E, unutuyorsun dedik ya, tekrar tekrar üzüleceğini de unutuyorsun be çocuk. Bıkmıyorsun yenilmekten. Kendini “Don Kişot” sanan o arkadaşının tavsiyesine gülüp geçiyorsun; ama kabul et “her seferinde daha iyi yenilmek için çabalıyorsun.”
Yenilmek de dert değil senin için. Önemli olan denemekti diyecek kadar Pollyannasın. Bitmeden biten hikayeleri sevmiyorsun. Mücadeleyi seviyorsun her çocuk gibi. Her yerin kanasa da yaraların kabuk bağlasa da korkmuyorsun yeni yaralardan.
Bir şey bitecekse adam gibi bitmeli. Eksiltili cümleleri, tamamlanmamış hikayeleri sevmiyorsun. Çocuksun ya, cesursun o yüzden. Yetişkinlerin korkaklıklarını anlamıyorsun. Yetişkinler temkinli atarlar adımlarını, hesaplarlar. Sen gelişine yaşamak istiyorsun hayatı. Yaşamaktan korkan yetişkinleri sevmiyorsun.
En iyi bildiğin şey sevmek, sevginden anlamayan insanlara şaşırıyorsun. Sevgiden kaçanlara anlam veremiyorsun. Aşık olmayı marifet sanıyorsun hala millet aşka kıçıyla gülerken.
Hadi çocuk hadi topla kırılmış oyuncaklarını da yat artık. O tatlı titremeyle dal uykulara. Rüyanda iklim değişir Akdeniz olur belki. Bir ince ahmak ıslatan yağar altında keyfince sigara tüttürebileceğin.
25 Ekim 2011 Salı
Kokuşmanın da Bir Sınırı Olmalı..!!
Birbirine çok düşkün bir toplum gibi dururuz dışarıdan bakınca ki bence en riyakar yanlarımızdan biridir bu. Birbirinin kuyusunu kazan insanlar topluluğuyuz biz. Adaletimiz yoktur, adamcıyızdır, ahbapçıyızdır, akrabacıyızdır. Bizden olana vardır sadece hoşgörümüz, inayetimiz ve tabi ki menfaatimiz olana.
Ama eskiden hiç olmazsa başımıza gelen felaketlerde fark ederdik aynı geminin içinde gittiğimizi ve o gemi su almaya başladığında birlikte boğulacağımızı. Unuturduk tüm o yalan dolan dünyamızı yaralar sarılıncaya kadar, tutardık birbirimizin ellerinden, kenetlenirdik birbirimize. Şimdi artık o da yok. Keskin çizgilerle ayırdılar bizi ve buna en çok da biz katkı yaptık. Bir olma gününde hiç olma yolunda ilerliyoruz.
Sait Faik, Haritada Bir Nokta adlı hikâyesinde şahit olduğu ama müdahale edemediği bir haksızlığın yükünden kurtulmak için kaleme kağıda sarılışını anlatır. “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi ?” der ve akabinde ekler “Yapamadım. Yazmasam deli olacaktım.”
Ben de epeycedir hiçbir şey yazamıyordum, içimden de gelmiyordu hani. Memlekette onca akla ziyan şeyler yaşanırken dilimin ucuna gelen şeyleri söyleyemiyordum, saklıyordum kendime. Yazınca ne değişiyor sanki diye düşünüyor, yazmanın kendini tatmin etmekten başka bir işe yaramayan bir hırs olduğunu düşünüyordum. Son zamanların moda tabiriyle sözün bittiği yerdeyiz gerçekten de ve sözün bittiği yerde yazı devreye girmelidir belki de. Yazmak içimdeki zehri akıtmak, delirmemek için bir kaçış olabilir…
Söylemek, haykırmak istiyorum. Küfretmek istiyorum hatta ağız dolusu. İnsanlığımızı ağır ağır, hissetmeden yitirişimize isyan etmek istiyorum. İnsanlarımızın(!) Van’da yaşanan deprem felaketi üzerine yaptıkları yorumları gördükçe midem bulanıyor, kusmak istiyorum üzerlerine. Bu kadar vicdan yoksunu, bencil ve bağnaz bir toplum haline dönüşüyor olmamız çıldırtıyor beni.
İşledikleri nefret suçuyla bizleri de nefretlerine bulaştırıp kalplerimizde nefret tohumları filizlendiren insanların yüzüne tükürmek istiyorum. Bu yüzden aslında ayrımcılığın daniskası olan milliyetçilik kavramından hiç olmadığı kadar çok nefret ediyorum artık.
Böyle düşünen insanlarla aynı memleketi, aynı havayı-suyu, ekmeği paylaşmaktan utanç duyuyorum. E, gidecek bir yer olmadığına göre ve meydanı da bunlara bırakamayacağımıza göre konuşmak, söylemek, haykırmak kalıyor geriye. İnsanlıktan ve gelecekten hâlâ umudumuz varsa, kaldıysa eğer kırıntısı bile; ırkçılığa, vicdansızlığa, yobazlığa, bağnazlığa ve her türlü aptallığa karşı susmama zamanıdır.
Ama eskiden hiç olmazsa başımıza gelen felaketlerde fark ederdik aynı geminin içinde gittiğimizi ve o gemi su almaya başladığında birlikte boğulacağımızı. Unuturduk tüm o yalan dolan dünyamızı yaralar sarılıncaya kadar, tutardık birbirimizin ellerinden, kenetlenirdik birbirimize. Şimdi artık o da yok. Keskin çizgilerle ayırdılar bizi ve buna en çok da biz katkı yaptık. Bir olma gününde hiç olma yolunda ilerliyoruz.
Sait Faik, Haritada Bir Nokta adlı hikâyesinde şahit olduğu ama müdahale edemediği bir haksızlığın yükünden kurtulmak için kaleme kağıda sarılışını anlatır. “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi ?” der ve akabinde ekler “Yapamadım. Yazmasam deli olacaktım.”
Ben de epeycedir hiçbir şey yazamıyordum, içimden de gelmiyordu hani. Memlekette onca akla ziyan şeyler yaşanırken dilimin ucuna gelen şeyleri söyleyemiyordum, saklıyordum kendime. Yazınca ne değişiyor sanki diye düşünüyor, yazmanın kendini tatmin etmekten başka bir işe yaramayan bir hırs olduğunu düşünüyordum. Son zamanların moda tabiriyle sözün bittiği yerdeyiz gerçekten de ve sözün bittiği yerde yazı devreye girmelidir belki de. Yazmak içimdeki zehri akıtmak, delirmemek için bir kaçış olabilir…
Söylemek, haykırmak istiyorum. Küfretmek istiyorum hatta ağız dolusu. İnsanlığımızı ağır ağır, hissetmeden yitirişimize isyan etmek istiyorum. İnsanlarımızın(!) Van’da yaşanan deprem felaketi üzerine yaptıkları yorumları gördükçe midem bulanıyor, kusmak istiyorum üzerlerine. Bu kadar vicdan yoksunu, bencil ve bağnaz bir toplum haline dönüşüyor olmamız çıldırtıyor beni.
İşledikleri nefret suçuyla bizleri de nefretlerine bulaştırıp kalplerimizde nefret tohumları filizlendiren insanların yüzüne tükürmek istiyorum. Bu yüzden aslında ayrımcılığın daniskası olan milliyetçilik kavramından hiç olmadığı kadar çok nefret ediyorum artık.
Böyle düşünen insanlarla aynı memleketi, aynı havayı-suyu, ekmeği paylaşmaktan utanç duyuyorum. E, gidecek bir yer olmadığına göre ve meydanı da bunlara bırakamayacağımıza göre konuşmak, söylemek, haykırmak kalıyor geriye. İnsanlıktan ve gelecekten hâlâ umudumuz varsa, kaldıysa eğer kırıntısı bile; ırkçılığa, vicdansızlığa, yobazlığa, bağnazlığa ve her türlü aptallığa karşı susmama zamanıdır.
26 Temmuz 2011 Salı
Ruh Ölür mü..??
-"Ölü Ruhlar" üzerine-
Ruh… İnsanoğlunun ölümsüz parçası… Beden ölüp gittiğinde, toprağın altına indirildiğinde bile yitip gitmeyen, pek çok inanışa göre insanların hesaba çekileceği son ana kadar yaşayacak olan, görünmeyen; ama aslında insanı insan yapan varlık. Elle tutulur, gözle görülür bir şey olmadığına göre varlığımsı demek daha doğru galiba. Peki ama görünmeyen, ancak var sayılan bu varlığımsı ne menem bir şeydir ki insanın asıl özü olarak kabul edilir. İnsanın beyni midir bu, yoksa beynin alt odalarında ikamet eden bilinçaltı mıdır, duyguları mıdır, yoksa insanoğlunun geçmişten bugüne getirdiği deneyimlerin ve yaşantıların bireylerde zuhur eden görünmeyen bir enerjisi midir..??!
Kitap bunların cevabını arıyor filan değil. Bunların cevabını kitap bittiğinde okuyucu arıyor-en azından ben aradım-. Ve asıl soruyu soruyor kendine. Ruh bedenden ayrı soyut ve uhrevi bir şey ise nasıl ölür ?
İşte bunun cevabını sezdiriyor kitap. Ruh da ölür!! Kalabalıklar içinde yalnız kalan, toplumun ve insanların dar kalıpları içerisinde sıkışan, özgürlüğü kısıtlanan, hayatı anlamlandırmaya çalışırken yaşadıklarıyla hayatı tepek taklak oluverip anlamsızlaşan, insanların kısır ve bitmez hırsları-önyargıları arasında ezilen un ufak olan insanların ruhları maalesef bedenlerinden bile önce ölüyor.
Kendi küçük dünyaları içerisinde birbirini yiyip tüketen İran Azerisi bir ailenin acınası fantezisi var bu kitapta. Yakından tanımadığımız, pek çok zaman da önyargıyla baktığımız İran’a ve toplumsal yaşantısına dair pek çok ilginç ayrıntıyı barındıran kitapta anlatılanlar o topluma özgü olmanın çok ötesinde. Kitabın söylemi, insanların çektiği acılar ve eziyetler aslında evrensel belli başlı arızaları fısıldıyor insana. İnsanın insana yapabileceklerinin sınırsızlığı karşısında ürperiyor, kendinizi yalnız hissediyor ve ruhunuzun ölümsüzlüğü konusunda şüpheye düşüyorsunuz.
İngiltere’de ve Almanya’da bolca övgü almış olan bu kitabın Türkiye’de henüz pek de ses getirmemiş olması garip. Hikâyenin vuruculuğundan zaten dem vurdum. Bunun yanı sıra Abbas Maroufi’nin kudretli anlatım kabiliyeti ve üslubu bu kitabı gerçekten müstesna bir eser haline getirmiş.
Kitabı edinmek isteyecekler için daha önce başka bir yayınevi tarafından “Ölüler Senfonisi” adıyla yayımlandığını hatırlatayım. Ki kitabın orijinal adı da “The symphony of dead”. Ancak bana kalırsa “Ölü Ruhlar” adı kitabın ruhuna daha uygun düşmekte.
Son söz olarak bu kitabı kelepir kitap raflarında keşfedip okuyan ve bana tavsiye eden biraderime teşekkür ederim. O, kitapta Orhan Pamuk lezzeti aldığını söylemişti ki ben de katılıyorum buna. Ek olarak bazı bölümlerde Oğuz Atay tadı bulduğumu da söyleyeyim.
Ruh… İnsanoğlunun ölümsüz parçası… Beden ölüp gittiğinde, toprağın altına indirildiğinde bile yitip gitmeyen, pek çok inanışa göre insanların hesaba çekileceği son ana kadar yaşayacak olan, görünmeyen; ama aslında insanı insan yapan varlık. Elle tutulur, gözle görülür bir şey olmadığına göre varlığımsı demek daha doğru galiba. Peki ama görünmeyen, ancak var sayılan bu varlığımsı ne menem bir şeydir ki insanın asıl özü olarak kabul edilir. İnsanın beyni midir bu, yoksa beynin alt odalarında ikamet eden bilinçaltı mıdır, duyguları mıdır, yoksa insanoğlunun geçmişten bugüne getirdiği deneyimlerin ve yaşantıların bireylerde zuhur eden görünmeyen bir enerjisi midir..??!
Kitap bunların cevabını arıyor filan değil. Bunların cevabını kitap bittiğinde okuyucu arıyor-en azından ben aradım-. Ve asıl soruyu soruyor kendine. Ruh bedenden ayrı soyut ve uhrevi bir şey ise nasıl ölür ?
İşte bunun cevabını sezdiriyor kitap. Ruh da ölür!! Kalabalıklar içinde yalnız kalan, toplumun ve insanların dar kalıpları içerisinde sıkışan, özgürlüğü kısıtlanan, hayatı anlamlandırmaya çalışırken yaşadıklarıyla hayatı tepek taklak oluverip anlamsızlaşan, insanların kısır ve bitmez hırsları-önyargıları arasında ezilen un ufak olan insanların ruhları maalesef bedenlerinden bile önce ölüyor.
Kendi küçük dünyaları içerisinde birbirini yiyip tüketen İran Azerisi bir ailenin acınası fantezisi var bu kitapta. Yakından tanımadığımız, pek çok zaman da önyargıyla baktığımız İran’a ve toplumsal yaşantısına dair pek çok ilginç ayrıntıyı barındıran kitapta anlatılanlar o topluma özgü olmanın çok ötesinde. Kitabın söylemi, insanların çektiği acılar ve eziyetler aslında evrensel belli başlı arızaları fısıldıyor insana. İnsanın insana yapabileceklerinin sınırsızlığı karşısında ürperiyor, kendinizi yalnız hissediyor ve ruhunuzun ölümsüzlüğü konusunda şüpheye düşüyorsunuz.
İngiltere’de ve Almanya’da bolca övgü almış olan bu kitabın Türkiye’de henüz pek de ses getirmemiş olması garip. Hikâyenin vuruculuğundan zaten dem vurdum. Bunun yanı sıra Abbas Maroufi’nin kudretli anlatım kabiliyeti ve üslubu bu kitabı gerçekten müstesna bir eser haline getirmiş.
Kitabı edinmek isteyecekler için daha önce başka bir yayınevi tarafından “Ölüler Senfonisi” adıyla yayımlandığını hatırlatayım. Ki kitabın orijinal adı da “The symphony of dead”. Ancak bana kalırsa “Ölü Ruhlar” adı kitabın ruhuna daha uygun düşmekte.
Son söz olarak bu kitabı kelepir kitap raflarında keşfedip okuyan ve bana tavsiye eden biraderime teşekkür ederim. O, kitapta Orhan Pamuk lezzeti aldığını söylemişti ki ben de katılıyorum buna. Ek olarak bazı bölümlerde Oğuz Atay tadı bulduğumu da söyleyeyim.
8 Temmuz 2011 Cuma
Hangi Dağın Peygamberisin..?
Peygamber olmak zor iş kanımca. Ne Tanrıya yaranabilirsin ne de kula. Tanrının buyrukları sonsuz ve zorludur, insanlarsa senden sürekli mucizeler beklerler. Çünkü insanoğlu asıl mucizenin kendi hayatı olduğunun çoğunlukla farkında değildir. Ona sunulmuş hayatı dolu dolu yaşamanın mucizesini kavrayabilen insanlar peygamberlerden de üsttedirler aslında. Evet peygamber olmak zor iş, hele ki adına kitap indirilmemiş tabiri caizse geri planda kalmış, menkıbelerle, kıssalarla, kısacası insanoğlunun sınırlı belleğiyle yaşayan peygamberlerden olmak çok zor iş.
Beşinci dağın kahramanı olan İlyas Peygamer için de bu geçerli. Tanrı buyruğunu hakim kılmak için doğduğu topraklardan kopmak zorunda kalıyor. Prenses Yazeval’in hışmından kaçıp Fenikelilerin Sarepta kentine-halkının deyişiyle Akbar’a- yerleşiyor. Akbar’da geçirdiği süre içerisinde ne Tanrıya ne de Akbar halkına yaranabiliyor. Akbar’ın Asurlular tarafından yakılıp yıkılmasının ardından Akbar şehrini yeniden kurmaya vakfediyor kendini. Akbar’ı küllerinden tekrar yarattığında; aslında kendi mücadelesinin Akbar’da vücut bulduğunu, yürüdüğü yolun, çektiği çilenin bu varoluşla son bulduğunu görüyor.
Bir şehrin kaderiyle bir peygamberin kaderi birleşiyor ve o peygamberin kendine ulaşmasına vesile oluyor.
Herkes kendi hayatının peygamberi aslında. Önemli olan ne için mücadele ettiğini fark edip içindeki peygamberi serbest bırakabilmekte.
Kitaptan notlar:
“İnsan yazgısına ihanet etmek için yaşar.”
“Kendinden kuşku duymayan kişini değeri yoktur. Çünkü değerli olduğuna körü körüne inanmış, böylelikle de gururlu olma günahını işlemiştir. Kararsızlık anları yaşayan kişilere ne mutlu!”
“Rahip, insanların icat ettiği imha silahları arasında en korkunç-ve en güçlü-olanının, ‘söz’ olduğunu biliyordu. Hançerler ile mızraklar kan izi bırakıyordu; oklar uzaktan fark ediliyordu; zehirlere gelince, sonunda onlar da ayırt ediliyor, etkileri ortadan kaldırılabiliyordu. Ne var ki söz, iz bırakmadan yok ediyordu.”
“Özgürdü, çünkü aşk insanı özgür kılıyordu.”
“Bu kadar kısa ve acılarla dolu bir yaşama neden böylesine asılıp duruyorsun? Verdiğin bu savaşımın anlamı ne? Bu sorunun cevabını veremeyenler, baş eğiyordu. Ama varlığına bir nalma vermeyen çalışanlar, Tanrının adaletsiz olduğunu düşünüp yazgısına baş kaldırıyordu. İşte bu durumda, Göklerden bir başka ateş iniyordu yeryüzüne-öldüren değil, eski duvarları yıkarak her insana gerçek yeteneklerini sunan ateş. Korkaklar, bu ateşin gönüllerini sarmasına hiçbir zaman izin vermiyordu-onların tek isteği, durumun en kısa sürede eskiye dönmesiydi; böylelikle eskiden olduğu gibi yaşamayı ve düşünmeyi sürdürebileceklerdi. Buna karşılık, yürerkli olanlar, eskimiş, aşılmış olan her şeyi ateşe veriyor ve büyük iç acılar çekme pahasına her şeyi terk edebiliyorlar-Tanrıyı bile- ve ilerlemeyi sürüdürüyorlardı.”
22 Haziran 2011 Çarşamba
Acıların Tarihi
-"Serenad" üzerine-
Zülfü Livaneli’yi bir müzik adamı olarak bildik yıllarca. Sonrasında siyasete atıldı, köşe yazıları yazdı derken son yıllarda iyiden iyiye romancı kimliğine büründü. İyi de etti. Otobiyografik eseri “Sevdalım Hayat”ta yazmayla olan ilişkisini de anlatır. Aslında ta çocukluğundan itibaren yazar olmak istediğini ancak siyasi mülteci olarak yurt dışına gitmek zorunda kalışıyla birlikte yolunun müzikle mecburi kesişimini anlatır.
Deneme türündeki yazılarının toplandığı eserleri hakkında yorum yapamayacağım; lakin roman türündeki eserlerinin tamamını okuduğum için şu yorumu yapabilirim: Zülfü Livaneli’nin romancılığı ilgiyi hak ediyor.
Her romanseverin farklı beklentileri vardır. Bazıları sağlam bir kurgu bekler ilk olarak. Roman dediğinde okuyucuyu alıp götürecek sağlam bir kurgu olmalıdır. Sarıp sarmalamalı, yeri geldiğinde şaşırtmalı tam zamanında öldürücü darbeyi vurmalıdır. Bazıları sağlam karakter analizleri ve cümleler/paragraflar bekler. Derinlik ister kısaca. Romanın hacminden çok derinliği önemlidir. İnsana ne kattığı ne verdiği önemlidir. Bazıları için üslup önemlidir. Yazar öyle bir dil tutturmalıdır ki en sıradan hikâyeyi bile okunur kılabilsin. Samimiyet ararlar bir yerde. Bazı okuyucular ise bunların tümünü arar ki onlar zor beğenenlerdir.
Herkes gibi benim de beklentilerim var ve bu beklentiler kitaptan kitaba yazardan yazara hatta türden türe değişiyor. Bir Livaneli romanında da alışılagelmiş samimi dilden başka bir şey beklemiyordum. Nitekim kitabın beklentilerimi karşıladığını söyleyebilirim.
“Serenad” bir “Mutluluk” ya da bir “Engereğin Gözündeki Kamaşma” kalibresinde değil; ama ben yine de sevdim. Kitapta iki yerde kurguyla ilgili ciddi mantık hataları buldum. Bazı bölümleri içime hiç sinmedi, keşke şöyle olsaymış dediğim, edebi yönden zayıf bulduğum oldu. Buna rağmen kitapla ilgili yorumum olumlu; çünkü Livaneli’nin tek bir derdi var o da insana dair sıcak hikâyeler anlatmak. Sıcak dediğime bakmayın o samimiyeti vurgulayan bir sözcük. Yoksa kitapta hikâyesi anlatılan insanların yaşadıkları insanın canını acıtıyor. Nasıl bir dünyada yaşadığımızı; insanların, devletlerin, iktidarların zalimliğini hatırlatıyor. Maximilian’in, Nadia’nın Maya’nın çektikleri; okuyucuyu hem üzüyor hem de düşündürüyor. Livaneli’nin kahramanları çok idealize edilmiş tipler olsalar da asıl önemli olan kahramanların ağzından dünyamızla ve insanlıkla ilgili yapılan tespitler. Bu tespitlerin doğruluğu kitabı güçlü kılan unsurlardan biri ve okuyucuyu düşünmeye itiyor. Böylece Livaneli okuyucuyla arasında doğrudan bir bağ kuruyor ve romanı misyonunu yerine getiriyor.
Kitabın kapağını kapattığımda insanlık tarihinin ne çok acıyla dolu olduğunu ve bu acıların-kitapta sık sık tekrar edildiği üzere- hep üzerlerinin kapatıldığını gördüm bir kez daha. İnsan doğası işte. Yaşamak için unutmayı yeğleyen ve bunu bir savunma mekanizmasına dönüştürerek yaşayan zavallı insanlık…
Livaneli her şeyden önce toplumda örneklerine çok rastlayamadığımız bir entelektüel. Engin bir bilgi birikimini, derin bir hoşgörü ve insan sevgisiyle yoğurup önümüze sunuyor eserlerinde. Daha önce de kendisinden bahsetmiş ve böyle bir sanatçının çağdaşı olmaktan onu takip edebilmekten gurur duyduğumu dile getirmiştim.
Umarım nice yıllar yazmaya devam eder.
Zülfü Livaneli’yi bir müzik adamı olarak bildik yıllarca. Sonrasında siyasete atıldı, köşe yazıları yazdı derken son yıllarda iyiden iyiye romancı kimliğine büründü. İyi de etti. Otobiyografik eseri “Sevdalım Hayat”ta yazmayla olan ilişkisini de anlatır. Aslında ta çocukluğundan itibaren yazar olmak istediğini ancak siyasi mülteci olarak yurt dışına gitmek zorunda kalışıyla birlikte yolunun müzikle mecburi kesişimini anlatır.
Deneme türündeki yazılarının toplandığı eserleri hakkında yorum yapamayacağım; lakin roman türündeki eserlerinin tamamını okuduğum için şu yorumu yapabilirim: Zülfü Livaneli’nin romancılığı ilgiyi hak ediyor.
Her romanseverin farklı beklentileri vardır. Bazıları sağlam bir kurgu bekler ilk olarak. Roman dediğinde okuyucuyu alıp götürecek sağlam bir kurgu olmalıdır. Sarıp sarmalamalı, yeri geldiğinde şaşırtmalı tam zamanında öldürücü darbeyi vurmalıdır. Bazıları sağlam karakter analizleri ve cümleler/paragraflar bekler. Derinlik ister kısaca. Romanın hacminden çok derinliği önemlidir. İnsana ne kattığı ne verdiği önemlidir. Bazıları için üslup önemlidir. Yazar öyle bir dil tutturmalıdır ki en sıradan hikâyeyi bile okunur kılabilsin. Samimiyet ararlar bir yerde. Bazı okuyucular ise bunların tümünü arar ki onlar zor beğenenlerdir.
Herkes gibi benim de beklentilerim var ve bu beklentiler kitaptan kitaba yazardan yazara hatta türden türe değişiyor. Bir Livaneli romanında da alışılagelmiş samimi dilden başka bir şey beklemiyordum. Nitekim kitabın beklentilerimi karşıladığını söyleyebilirim.
“Serenad” bir “Mutluluk” ya da bir “Engereğin Gözündeki Kamaşma” kalibresinde değil; ama ben yine de sevdim. Kitapta iki yerde kurguyla ilgili ciddi mantık hataları buldum. Bazı bölümleri içime hiç sinmedi, keşke şöyle olsaymış dediğim, edebi yönden zayıf bulduğum oldu. Buna rağmen kitapla ilgili yorumum olumlu; çünkü Livaneli’nin tek bir derdi var o da insana dair sıcak hikâyeler anlatmak. Sıcak dediğime bakmayın o samimiyeti vurgulayan bir sözcük. Yoksa kitapta hikâyesi anlatılan insanların yaşadıkları insanın canını acıtıyor. Nasıl bir dünyada yaşadığımızı; insanların, devletlerin, iktidarların zalimliğini hatırlatıyor. Maximilian’in, Nadia’nın Maya’nın çektikleri; okuyucuyu hem üzüyor hem de düşündürüyor. Livaneli’nin kahramanları çok idealize edilmiş tipler olsalar da asıl önemli olan kahramanların ağzından dünyamızla ve insanlıkla ilgili yapılan tespitler. Bu tespitlerin doğruluğu kitabı güçlü kılan unsurlardan biri ve okuyucuyu düşünmeye itiyor. Böylece Livaneli okuyucuyla arasında doğrudan bir bağ kuruyor ve romanı misyonunu yerine getiriyor.
Kitabın kapağını kapattığımda insanlık tarihinin ne çok acıyla dolu olduğunu ve bu acıların-kitapta sık sık tekrar edildiği üzere- hep üzerlerinin kapatıldığını gördüm bir kez daha. İnsan doğası işte. Yaşamak için unutmayı yeğleyen ve bunu bir savunma mekanizmasına dönüştürerek yaşayan zavallı insanlık…
Livaneli her şeyden önce toplumda örneklerine çok rastlayamadığımız bir entelektüel. Engin bir bilgi birikimini, derin bir hoşgörü ve insan sevgisiyle yoğurup önümüze sunuyor eserlerinde. Daha önce de kendisinden bahsetmiş ve böyle bir sanatçının çağdaşı olmaktan onu takip edebilmekten gurur duyduğumu dile getirmiştim.
Umarım nice yıllar yazmaya devam eder.
3 Haziran 2011 Cuma
Biz de vatan hainiyiz, biz de eşkiyayız, biz de şarlatanız
İçi boşaltılan, muhaliflerle hesaplaşmaya dönüştürülen Ergenekon-Balyoz süreçleri… İçeriye tıkılan gazeteciler… Bitmek bilmeyen baskı ve inkar politikaları… Yalanla ve korkuyla oluşturulmaya çalışılan bir imparatorluk… Bu imparatorluğun mecazıyla yetinmeyip bizzat imparator olmaya öykünmeler… Sarsılmaz bir tiranlık kurabilmek için her gün biraz daha faşistleşenler…
İnsanca yaşamak için sokağa dökülenleri, üniversitelileri, işçileri, çevrecileri, tüm muhalifleri hem sindirmeye çalışmalar hem de onları öldürüp bir de hicap etmeden “eşkıya” ilan etmeler… Aynı mücadelenin neferi olan insanlar için başlatılan cadı avı… Usulsüz baskınlar, gözaltılar, işkenceler…
Bilim insanlarından korkmalar, halkı kandırmakla suçlamalar, “şarlatan”(*) ilan etmeler…
Pak ve namuslu insanlara duydukları öfke kendi kirlerinden geliyor. Öyle kirlenmişler ki yüzleri görünmüyor artık. Kapkaranlıklar… Bu saydıklarımız hep vardı. Sadece onlara özgü de değil. Menfaatçi ve güç sevdalısı muktedirlerin genetiğinde var bunlar. Ancak hep olan bir şey daha vardı… O da dünyanın onurlu halkları… Halkların nasırlı yumruğu balyoz gibi patlayacak kafalarında bir gün…
Konuyu buradan Nazım Hikmet’e ulayalım. Çünkü zamanında bu cadı avlarına en çok maruz kalanlardandı o.
Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ…
Biz de vatan hainiyiz, biz de eşkiyayız, biz de şarlatanız… Çünkü çok şükür hâlâ namusluyuz, hâlâ temiziz.
(*)http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1051320&Date=01.06.2011&CategoryID=85
Etiketler:
Hopa,
Metin Lokumcu,
nazım hikmet,
Onur Hamzaoğlu
2 Haziran 2011 Perşembe
Çölleşen Kültürel İklimimiz
Ahmed Arif gideli 20, Orhan Kemal gideli 31, Nazım Hikmet gideli 48 yıl olmuş. İlk ikisinin ölüm yıldönümü bugündü, diğerininki yarın… Türk Edebiyatından üç koca çınar. Hayatı edebiyat olanların dışında kim anıyor bu ustaları? Niçin gündemimizden bu kadar uzak edebiyatımız, sanatımız?
Niye etrafımızı “püskevit” muhabbetleri, sürekli birbirinin tekrarı bayat diziler, anlamsız yarışma(!) programları sardı. Niye ülkeyi yönetenler hoşgörünün bu kadar uzağında, niye insanlar derin bir uykuda.
Çünkü o koca çınarları anlamaktan, onlara kulak vermekten çok uzağız. Edebiyatın, sanatın, estetiğin, güzelliklerin konuşulmadığı yer kuraklaşıyor, çölleşiyor. Kültürel devrimini tamamlayamayan bir ülke nasıl olur da ileri demokrasiyle yönetilir ki!
>
29 Mayıs 2011 Pazar
Oku-malı
Bir şeyler yazmak için okumak lazım evvela. Yazmanın azmettiricisidir okumak. Blogu boşlayışımın altında yatan sebeplerden biri de bu olsa gerek: Okumamak.. Bloga yanaşamadığım süre içerisinde az okuduğumu, okumakla ilgili motivasyonum düşük olduğunu kabul etmeliyim. Tabi ki bunun da belli başlı sebepleri. İçinde bulunduğun depresif ruh hali ve getirileri/götürüleri bu motivasyonsuzluğun başat aktörleri.
Hal böyleyken blog yazmadığım süre içinde okuduğum kitaplardan bahsederek başlayayım istedim blogun yeni sezonuna. Bir günah çıkarma bir yerde.
Ağrı’nın Derinliği (Araştırma-Siyaset)– Ece Temelkuran
Ece Temelkuran; bir gazeteci, araştırmacı olmanın ötesinde günümüzün önemli aydın figürlerinden. Öyle sözün gelişi aydın değil. Kendini kitaplarla yoğuran, her türlü düşünce sistemini yalamış yutmuş; lakin problemlere hep belli bir mesafeden bakan, çözümler için elini taşın altına koymayanlardan değil yani. O hep olayların içinde. İnsanların yanı başında. Her problemi cesurca tartışan biri o. Onda kibir yok. Müthiş bir anlama ve öğrenme çabası içerisinde bu dünyayı. Benimsediği dünya görüşünün sınırları içerisinde kalmayan, dünyayı bütün renkleriyle seven, bu sevgiden aldığı güçle her zaman dik duran yiğit ve aydın bir kadın.
Bu kitapta da sindirilmesi çok zor bir konuya-Ermeni Meselesine-temas etmiş korkusuzca. Gazetesi için hazırladığı Ermenistan ve Ermenilerle ilgili yazı dizisinin ardından, bu konunun sadece bir yazı dizisine sığmayacağını anlamış ve kitap yapmaya karar vermiş tüm o tanıklıkları, gözlemleri ve röportajları. O dönemde aldığı tepkileri şu şekilde anlatıyor kitabında:
“Sen nasıl olur da Ermenistan’ı sevimli gösterirsin!”
“Nasıl oraya gidip, üstelik bu yetmiyormuş gibi, bir de yazmaya cüret edersin?”
“Sen nasıl bizim en yüksek dağımız Ağrı’ya Ararat dersin?”
İnsanlıkla ilgili birçok şeyi anlamam.
Tanrı’yı, hepimizi seven, sevimli bir dede olarak tasavvur etmek varken, niye asabı bozuk, ürkütücü, sürekli bizi izleyen bir halka bekçisi olarak hayal ederler? Bu onları sadece mutsuz ederken.
İnsanlar arası hiyerarşiyi içlerine bir güzel sindirip sonra da bütün hayatları boyunca en üsttekilere yaranmak için nasıl çırpınırlar? Bu onları yorgun düşürüp aşağılarken.
Nasıl kutsal ilan ederler bazı şeyleri ve sen bu konuda sorular sorunca bu kadar sinirlenirler? Bu çok yalnızlaştırıcı olmasına rağmen.
İnsanlar güzel güzel yaşamak varken neden faşist olurlar? Son derece can sıkıcı bir şey olmasına rağmen.
Kendisine benzemeyenleri merak etmek yerine neden yok olmasını isterler farklı olnaın? Bun yaparken şımarık çocuklara benzemelerine rağmen.
Bütün bu soruların cevaplarıyla ilgili onlarca salonda onlarca konuşma yapmış, kitaplar yazmış olmama rağmen aslına bakarsanız anlamıyorum. Hissettiklerini hissedemiyorum esasında.
Ermenistan yazı dizisinin yayımlandığı günlerde de anlamadıklarıma bir yenisi eklendi. E-mailler çoğunlukla aynıydı:
“Niye onlar hakkında iyi şeyler yazıyorsun?”
Niye o insanları iyilermiş gibi gösteriyorsun?”
Öfkeden çıldırıyorlardı. Erivanlıları dövmeden geri gelmiş olmama anlam veremiyorlar, bu yüzden mümkünse bir köşede kıstırıp beni dövmek istiyorlardı sanki.
Ece Temelkuran gibi ben de anlayamıyorum pek çok şeyi. İnsanların neden bu kadar nefretle dolu olduğunu, neden bu denli hoşgörüsüz, neden bu denli zalim olduklarını anlayamıyorum.
Temelkuran’ın kitabı Ermeni Meselesiyle ilgili taraf tutmuyor. Her iki tarafa da eşit mesafede duruyor. Ortada var olan bir problemi anlamaya yönelik iyi niyetli bir çalışma olarak değerlendirebiliriz bu kitabı. Ancak kitabı okuduktan sonra bu meselenin çözülebileceği ya da tarafların bu konuda anlaşabileceğine dair umut yeşermiyor içinizde. İki tarafta bu konuda gayet katı ve ödünsüz. İster istemez üzülüyorsunuz, birbirine bu kadar çok benzeyen insanların düşman edilmiş olmasına.
Ve lanet ediyorsunuz, bu meselenin çözümsüzlüğü için uğraşanlar dimdik ayaktayken, çözüm için en tutarlı ve en barışçıl sözleri eden kişilerin başında gelen Hrant Dink’in artık olmayışına.
Yalancı Tanıklar Kahvesi (Roman) - Vedat Türkali
Daha önce, Bir Gün Tek Başına adlı romanını okumuştum Vedat Türkali’nin. İki kitap arasında çok benzerlikler var. Türkiye’nin 60’lı 70’li yıllarında yaşanan siyasal olaylar ekseninde gelişiyor iki roman da. Vedat Türkali’nin acayip bir gözlem yeteneği ve inanılmaz bir belleği olduğunu düşünüyorum. Romanlar her ne kadar kurgusal metinler olsalar da o dönemleri bizzat yaşamış birisi olan Türkali’nin kendi deneyimlerini ve gözlemlerini de anlattığını düşünüyorum bu kitaplarda. Ve o ayrıntı zenginliğiyle karakterlerdeki sahiciliği bu güçlü belleğe bağlıyorum. Seksen küsür yaşında hala yazıyor/yazdırıyor maşallah.
Bu kitabı benim gözümde daha değerli kılan bir şey de o döneme tuttuğu aynadır. O yılların siyasal iklimi içerisinde her şey biraz fazla idealize edilmiş ve masallaştırılmıştır. Türkali bunu biraz daha gerçekçi bir zemine oturtuyor. Kitabın kahramanı olan devrimci Muhsin üzerinden o dönem devrimci profiline dair çizilen bir portre var. Ve tabi ki eleştiri… O dönem devrimcilerinin kadına, Kürtlere, geleneklere bakış açısındaki bir takım aksaklıkları hissedilir hissedilmez ince bir eleştiriyle kaleme almış Vedat Türkali. Kitabın en başarılı yönü bence bu.
Dağın Ardına Bakmak (Araştırma-Siyaset) – Bejan Matur
Bejan Matur, Ece Temelkuran’ınkinden de zor bir konuya temas etmiş. Kimine göre terörist kimine göre gerilla; adına ne dersek diyelim dağda yaşayan ve savaşın taraflarından olan bir insan topluluğu var. Onların hikayelerini anlatıyor Matur. Böylesine bıçak sırtı bir konuya değinmek zor iş. İşin asıl zorluğu bu konudaki tavrınız ne olursa olsun kimseye yaranamayacak olmanız. BirGün gazetesinde Ali Özgür Özkarcı Bejan Matur’u fazla naif davranıp, yaşananları ve süreci romantize ederek anlatmakla suçlarken, ülkenin büyük bir kesiminde böyle bir şeyin konuşulmasına, tartışılmasına bile tahammül edilemediği de başka bir gerçeklik. Ama tıpkı Temelkuran’ın incelemesi gibi bu da ilgiye değer ve okunması, üzerinde düşünülmesi, empati kurulmaya çalışılması gerekli bir konu olarak duruyor ortada.
Sonsuz Meltem(Roman) –Mehmet Coral
Mehmet Coral’ın daha önce “Paslı Güneş” ve “Tımarhane Adası” adlı romanlarını okumuştum. Kendine has bir üslubu olduğunu söyleyebiliriz. Kahramanları biraz fazlaca idealize edilmiş olsa da okuması zevkli kitaplar yazıyor Coral. Sonsuz Meltem “Anı Roman” olarak ifade edilmiş. Lakin kitap öykü olarak birbiriyle direkt bağı olmayan beş uzun hikayeden oluşuyor. E, o zaman niçin roman olarak adlandırılmış ki diye düşünülebilir. Onun cevabı da Coral’ın önsözündeki şu cümlede gizli aslında: “Anadolu’yu geçmiş yaşamlarından soyutlayamayız. O bizim hayat ağacımız, temel gerçeğimizdir.”
Kitaptaki hikayelerin tümü eski Anadolu uygarlıklarıyla ilgili. Bu hikayelerde Kral Mausolos’tan, ünlü yontu sanatçısı Praksiteles’e, büyük düşünür Platon’a kadar bir sürü Anadolulu kahraman boy gösteriyor. Yazar şunu demek istiyor okuyucuya; ben Anadoluluyum ve bu topraklarda yaşanan her şey benim anılarımdır ve Anadolu bir romandır, birbirinden farklı hikayeleri bünyesinde barındıran, sonsuzluğa seslendiren, yazılmaya devam eden bir roman.
Eski Anadolu uygarlıklarıyla ilgili bilgiler, olaylar ilginizi çekiyorsa bu kitap da hoşunuza gidecektir.
Hal böyleyken blog yazmadığım süre içinde okuduğum kitaplardan bahsederek başlayayım istedim blogun yeni sezonuna. Bir günah çıkarma bir yerde.
Ağrı’nın Derinliği (Araştırma-Siyaset)– Ece Temelkuran
Ece Temelkuran; bir gazeteci, araştırmacı olmanın ötesinde günümüzün önemli aydın figürlerinden. Öyle sözün gelişi aydın değil. Kendini kitaplarla yoğuran, her türlü düşünce sistemini yalamış yutmuş; lakin problemlere hep belli bir mesafeden bakan, çözümler için elini taşın altına koymayanlardan değil yani. O hep olayların içinde. İnsanların yanı başında. Her problemi cesurca tartışan biri o. Onda kibir yok. Müthiş bir anlama ve öğrenme çabası içerisinde bu dünyayı. Benimsediği dünya görüşünün sınırları içerisinde kalmayan, dünyayı bütün renkleriyle seven, bu sevgiden aldığı güçle her zaman dik duran yiğit ve aydın bir kadın.
Bu kitapta da sindirilmesi çok zor bir konuya-Ermeni Meselesine-temas etmiş korkusuzca. Gazetesi için hazırladığı Ermenistan ve Ermenilerle ilgili yazı dizisinin ardından, bu konunun sadece bir yazı dizisine sığmayacağını anlamış ve kitap yapmaya karar vermiş tüm o tanıklıkları, gözlemleri ve röportajları. O dönemde aldığı tepkileri şu şekilde anlatıyor kitabında:
“Sen nasıl olur da Ermenistan’ı sevimli gösterirsin!”
“Nasıl oraya gidip, üstelik bu yetmiyormuş gibi, bir de yazmaya cüret edersin?”
“Sen nasıl bizim en yüksek dağımız Ağrı’ya Ararat dersin?”
İnsanlıkla ilgili birçok şeyi anlamam.
Tanrı’yı, hepimizi seven, sevimli bir dede olarak tasavvur etmek varken, niye asabı bozuk, ürkütücü, sürekli bizi izleyen bir halka bekçisi olarak hayal ederler? Bu onları sadece mutsuz ederken.
İnsanlar arası hiyerarşiyi içlerine bir güzel sindirip sonra da bütün hayatları boyunca en üsttekilere yaranmak için nasıl çırpınırlar? Bu onları yorgun düşürüp aşağılarken.
Nasıl kutsal ilan ederler bazı şeyleri ve sen bu konuda sorular sorunca bu kadar sinirlenirler? Bu çok yalnızlaştırıcı olmasına rağmen.
İnsanlar güzel güzel yaşamak varken neden faşist olurlar? Son derece can sıkıcı bir şey olmasına rağmen.
Kendisine benzemeyenleri merak etmek yerine neden yok olmasını isterler farklı olnaın? Bun yaparken şımarık çocuklara benzemelerine rağmen.
Bütün bu soruların cevaplarıyla ilgili onlarca salonda onlarca konuşma yapmış, kitaplar yazmış olmama rağmen aslına bakarsanız anlamıyorum. Hissettiklerini hissedemiyorum esasında.
Ermenistan yazı dizisinin yayımlandığı günlerde de anlamadıklarıma bir yenisi eklendi. E-mailler çoğunlukla aynıydı:
“Niye onlar hakkında iyi şeyler yazıyorsun?”
Niye o insanları iyilermiş gibi gösteriyorsun?”
Öfkeden çıldırıyorlardı. Erivanlıları dövmeden geri gelmiş olmama anlam veremiyorlar, bu yüzden mümkünse bir köşede kıstırıp beni dövmek istiyorlardı sanki.
Ece Temelkuran gibi ben de anlayamıyorum pek çok şeyi. İnsanların neden bu kadar nefretle dolu olduğunu, neden bu denli hoşgörüsüz, neden bu denli zalim olduklarını anlayamıyorum.
Temelkuran’ın kitabı Ermeni Meselesiyle ilgili taraf tutmuyor. Her iki tarafa da eşit mesafede duruyor. Ortada var olan bir problemi anlamaya yönelik iyi niyetli bir çalışma olarak değerlendirebiliriz bu kitabı. Ancak kitabı okuduktan sonra bu meselenin çözülebileceği ya da tarafların bu konuda anlaşabileceğine dair umut yeşermiyor içinizde. İki tarafta bu konuda gayet katı ve ödünsüz. İster istemez üzülüyorsunuz, birbirine bu kadar çok benzeyen insanların düşman edilmiş olmasına.
Ve lanet ediyorsunuz, bu meselenin çözümsüzlüğü için uğraşanlar dimdik ayaktayken, çözüm için en tutarlı ve en barışçıl sözleri eden kişilerin başında gelen Hrant Dink’in artık olmayışına.
Yalancı Tanıklar Kahvesi (Roman) - Vedat Türkali
Daha önce, Bir Gün Tek Başına adlı romanını okumuştum Vedat Türkali’nin. İki kitap arasında çok benzerlikler var. Türkiye’nin 60’lı 70’li yıllarında yaşanan siyasal olaylar ekseninde gelişiyor iki roman da. Vedat Türkali’nin acayip bir gözlem yeteneği ve inanılmaz bir belleği olduğunu düşünüyorum. Romanlar her ne kadar kurgusal metinler olsalar da o dönemleri bizzat yaşamış birisi olan Türkali’nin kendi deneyimlerini ve gözlemlerini de anlattığını düşünüyorum bu kitaplarda. Ve o ayrıntı zenginliğiyle karakterlerdeki sahiciliği bu güçlü belleğe bağlıyorum. Seksen küsür yaşında hala yazıyor/yazdırıyor maşallah.
Bu kitabı benim gözümde daha değerli kılan bir şey de o döneme tuttuğu aynadır. O yılların siyasal iklimi içerisinde her şey biraz fazla idealize edilmiş ve masallaştırılmıştır. Türkali bunu biraz daha gerçekçi bir zemine oturtuyor. Kitabın kahramanı olan devrimci Muhsin üzerinden o dönem devrimci profiline dair çizilen bir portre var. Ve tabi ki eleştiri… O dönem devrimcilerinin kadına, Kürtlere, geleneklere bakış açısındaki bir takım aksaklıkları hissedilir hissedilmez ince bir eleştiriyle kaleme almış Vedat Türkali. Kitabın en başarılı yönü bence bu.
Dağın Ardına Bakmak (Araştırma-Siyaset) – Bejan Matur
Bejan Matur, Ece Temelkuran’ınkinden de zor bir konuya temas etmiş. Kimine göre terörist kimine göre gerilla; adına ne dersek diyelim dağda yaşayan ve savaşın taraflarından olan bir insan topluluğu var. Onların hikayelerini anlatıyor Matur. Böylesine bıçak sırtı bir konuya değinmek zor iş. İşin asıl zorluğu bu konudaki tavrınız ne olursa olsun kimseye yaranamayacak olmanız. BirGün gazetesinde Ali Özgür Özkarcı Bejan Matur’u fazla naif davranıp, yaşananları ve süreci romantize ederek anlatmakla suçlarken, ülkenin büyük bir kesiminde böyle bir şeyin konuşulmasına, tartışılmasına bile tahammül edilemediği de başka bir gerçeklik. Ama tıpkı Temelkuran’ın incelemesi gibi bu da ilgiye değer ve okunması, üzerinde düşünülmesi, empati kurulmaya çalışılması gerekli bir konu olarak duruyor ortada.
Sonsuz Meltem(Roman) –Mehmet Coral
Mehmet Coral’ın daha önce “Paslı Güneş” ve “Tımarhane Adası” adlı romanlarını okumuştum. Kendine has bir üslubu olduğunu söyleyebiliriz. Kahramanları biraz fazlaca idealize edilmiş olsa da okuması zevkli kitaplar yazıyor Coral. Sonsuz Meltem “Anı Roman” olarak ifade edilmiş. Lakin kitap öykü olarak birbiriyle direkt bağı olmayan beş uzun hikayeden oluşuyor. E, o zaman niçin roman olarak adlandırılmış ki diye düşünülebilir. Onun cevabı da Coral’ın önsözündeki şu cümlede gizli aslında: “Anadolu’yu geçmiş yaşamlarından soyutlayamayız. O bizim hayat ağacımız, temel gerçeğimizdir.”
Kitaptaki hikayelerin tümü eski Anadolu uygarlıklarıyla ilgili. Bu hikayelerde Kral Mausolos’tan, ünlü yontu sanatçısı Praksiteles’e, büyük düşünür Platon’a kadar bir sürü Anadolulu kahraman boy gösteriyor. Yazar şunu demek istiyor okuyucuya; ben Anadoluluyum ve bu topraklarda yaşanan her şey benim anılarımdır ve Anadolu bir romandır, birbirinden farklı hikayeleri bünyesinde barındıran, sonsuzluğa seslendiren, yazılmaya devam eden bir roman.
Eski Anadolu uygarlıklarıyla ilgili bilgiler, olaylar ilginizi çekiyorsa bu kitap da hoşunuza gidecektir.
27 Mayıs 2011 Cuma
Gorki Dönüyor
20 Şubat 2011 Pazar
Kadın Katliamları ve Modern Türkiye
2002 - 66
2003 - 83
2004 - 164
2005 - 317
2006 - 663
2007 - 1011
2008 - 806
2009 - 953
2010 - şimdilik 20 civarında
Yukarıdaki rakamlar ülkemizde cinayete kurban giden kadınları ifade ediyor. Bu kadınlar kaza kurşunuyla ölmemiş, gasp, hırsızlık, silahlı suikast gibi vakalar çok nadir. Ee, peki nedir ölüm sebepleri ve kimdir failleri..? Büyük bir çoğunluğu namus, töre cinayetine ve aile içi şiddete kurban gitmiş. Katilleri ise; kocaları, babaları, kardeşleri... Rakamların git gide arttığı dikkatinizi çekmiştir sanırım.
İleri demokrasi, modernleşme, insan hakları kavramları bu tablonun ne yanına düşüyor acaba..?? Kadının ne adının ne de değerinin olduğu bir coğrafyada profesör payesi verilmiş insanların çıkıp da arsızca, dekolte giymekle tecavüze uğramak arasında bağ kurmaya çalışmalarını garipsememek gerekir. Şiddete uğradığı için savcılığa başvuran ama devletinin kendisini korumaktan daha mühim işleri arasında ölüme terk edilen Ayşe Paşalı gibileri o kadar çok ki.
Şu tablo karşısında, uzaya mekik göndersek, kanser aşısı icat etsek bir önemi var mıdır..??
2003 - 83
2004 - 164
2005 - 317
2006 - 663
2007 - 1011
2008 - 806
2009 - 953
2010 - şimdilik 20 civarında
Yukarıdaki rakamlar ülkemizde cinayete kurban giden kadınları ifade ediyor. Bu kadınlar kaza kurşunuyla ölmemiş, gasp, hırsızlık, silahlı suikast gibi vakalar çok nadir. Ee, peki nedir ölüm sebepleri ve kimdir failleri..? Büyük bir çoğunluğu namus, töre cinayetine ve aile içi şiddete kurban gitmiş. Katilleri ise; kocaları, babaları, kardeşleri... Rakamların git gide arttığı dikkatinizi çekmiştir sanırım.
İleri demokrasi, modernleşme, insan hakları kavramları bu tablonun ne yanına düşüyor acaba..?? Kadının ne adının ne de değerinin olduğu bir coğrafyada profesör payesi verilmiş insanların çıkıp da arsızca, dekolte giymekle tecavüze uğramak arasında bağ kurmaya çalışmalarını garipsememek gerekir. Şiddete uğradığı için savcılığa başvuran ama devletinin kendisini korumaktan daha mühim işleri arasında ölüme terk edilen Ayşe Paşalı gibileri o kadar çok ki.
Şu tablo karşısında, uzaya mekik göndersek, kanser aşısı icat etsek bir önemi var mıdır..??
18 Şubat 2011 Cuma
Çığ mı daha tehlikelidir, Susmak mı..??
Kaç gündür gündemle ilgili bir şeyler yazasım var; ama olmuyor bir türlü. Çıkmıyor sesim, dökülemiyor sözcükler... Olan biten zaten can sıkıcıyken çıkmayan sözcüklerin ağırlığı daha beter hale getiriyor durumu.
Günbegün artan bir tedirginlik var hepimizde. Memlekette olup bitenler hiç hayra alamet değil. Siyaha siyah beyaz beyaz diyen herkes susturulmaya çalışılıyor. Geri kalanlar ise bırakın bu siyahtır bu beyazdır demeyi neredeyse olur mu canım bu bildiğin yeşildir diyecek. O denli bir sindirilmişlik söz konusu. Hepimiz üç maymunu oynuyoruz. Bize-şimdilik-dokunmayan yılanın bin yaşamaması için içimizden dua ediyoruz sadece. Ama duayla kaderi yenebilen var mı ki...
Tekeri patlamış kamyon misali üstümüze gelen faşizan dalganın duayla, temenniyle biteceği yok, saklanarak kurtulabilmek ise ancak bukalemunların harcı. Ancak çıkmıyor işte sesimiz. Korku imparatorluğunun duvarları her gün daha da yükseliyor ve kimsenin inancı da kalmıyor çıkacak seslerin o duvarı aşabileceğine. Korkuyla ve sindirilmişlikle yaşıyoruz, yaşamaya alıştırılıyoruz.
Gündemle ilgili bir şeyler yazamayınca başka şeyler de yazasım gelmiyor, yasak savma kabilinden bir geçiştirme gibi görüyorum bunu. Yediremiyorum, dişe dokunur bir şeyler yazamıyorsan hiç yazmamalısın diyorum kendime.
Neyse ki bugün üstüne klavye tıkırdatacak bir şey buldum.
Okuduğum kitaplarla, izlediğim oyunlarla ilgili bir şeyler karalamak için başlamıştım blog yazmaya. Bu blog benim akıl defterim bir yerde. Belleğimin nankörlüğüne karşı sadık bir dost. Ama bu sezon izlediğim oyunların hiçbirini yazasım gelmemişti. Çünkü çoğunu hatırlamak istemiyordum. Ben de bir şeyler bırakmalılardı ki yazayım. Ama yoktu öyle bir etki. Bu gece izlediğim “Çığ” adlı oyunu ise uzun yıllar unutmayacağım. Çünkü şu bunalımlı günlerde bana çok önemli bazı şeyleri hatırlattı Tuncer Cücenoğlu’nun oyunu. İklimi sert ve dolayısıyla acımasız bir yörede konuşmaya bile korkarak, yalnızlaşarak, merhametlerini ve umutlarını yitirerek yaşayan insancıkların hikayesi "Çığ".
İnsan aciz bir yaratık. Bu yüzden varoluşsal mitler yaratmış inanmak için ve bir süre sonra bunların esiri olmuş kendi kendine. Tıpkı korkuları gibi. Korkularının hepsini kendisi yaratmamış belki; lakin akıl, sağduyu ve vicdan devre dışı kaldığında o korkular ona hakim olmaya başlamış. Hatta o korkuları yaşam biçimi haline getirmiş, bazen öyle abartmış ki korkularını baş tacı etmiş kendine insanoğlu. Ta ki “kral çıplak” diyecek cesur çocuklar ortaya çıkıncaya kadar. Çoğunlukla da dağ fare doğurmuş, anlamışlar korkulacak bir şey olmadığını. Gelgelelim insanoğlu garip bir mahluk. Öyle zamanlar olmuş ki korkularından arındığı anda kendini çıplak hissetmiş ya da o çıplaklık hissinden korkmuş ömür boyu ve o yüzden daha bir sarılmış korkularına, kör inançlarına, ona anlatılan martavallara. Ama kral çıplak diyecek çocuklar her zaman çıkacak.
Ve çözecek-bugün değilse bile yarın, bir gün-... Çözecek, karanlığı yaran bir çığlık... Ve düşmeyecek üstümüze çığ.
Günbegün artan bir tedirginlik var hepimizde. Memlekette olup bitenler hiç hayra alamet değil. Siyaha siyah beyaz beyaz diyen herkes susturulmaya çalışılıyor. Geri kalanlar ise bırakın bu siyahtır bu beyazdır demeyi neredeyse olur mu canım bu bildiğin yeşildir diyecek. O denli bir sindirilmişlik söz konusu. Hepimiz üç maymunu oynuyoruz. Bize-şimdilik-dokunmayan yılanın bin yaşamaması için içimizden dua ediyoruz sadece. Ama duayla kaderi yenebilen var mı ki...
Tekeri patlamış kamyon misali üstümüze gelen faşizan dalganın duayla, temenniyle biteceği yok, saklanarak kurtulabilmek ise ancak bukalemunların harcı. Ancak çıkmıyor işte sesimiz. Korku imparatorluğunun duvarları her gün daha da yükseliyor ve kimsenin inancı da kalmıyor çıkacak seslerin o duvarı aşabileceğine. Korkuyla ve sindirilmişlikle yaşıyoruz, yaşamaya alıştırılıyoruz.
Gündemle ilgili bir şeyler yazamayınca başka şeyler de yazasım gelmiyor, yasak savma kabilinden bir geçiştirme gibi görüyorum bunu. Yediremiyorum, dişe dokunur bir şeyler yazamıyorsan hiç yazmamalısın diyorum kendime.
Neyse ki bugün üstüne klavye tıkırdatacak bir şey buldum.
Okuduğum kitaplarla, izlediğim oyunlarla ilgili bir şeyler karalamak için başlamıştım blog yazmaya. Bu blog benim akıl defterim bir yerde. Belleğimin nankörlüğüne karşı sadık bir dost. Ama bu sezon izlediğim oyunların hiçbirini yazasım gelmemişti. Çünkü çoğunu hatırlamak istemiyordum. Ben de bir şeyler bırakmalılardı ki yazayım. Ama yoktu öyle bir etki. Bu gece izlediğim “Çığ” adlı oyunu ise uzun yıllar unutmayacağım. Çünkü şu bunalımlı günlerde bana çok önemli bazı şeyleri hatırlattı Tuncer Cücenoğlu’nun oyunu. İklimi sert ve dolayısıyla acımasız bir yörede konuşmaya bile korkarak, yalnızlaşarak, merhametlerini ve umutlarını yitirerek yaşayan insancıkların hikayesi "Çığ".
İnsan aciz bir yaratık. Bu yüzden varoluşsal mitler yaratmış inanmak için ve bir süre sonra bunların esiri olmuş kendi kendine. Tıpkı korkuları gibi. Korkularının hepsini kendisi yaratmamış belki; lakin akıl, sağduyu ve vicdan devre dışı kaldığında o korkular ona hakim olmaya başlamış. Hatta o korkuları yaşam biçimi haline getirmiş, bazen öyle abartmış ki korkularını baş tacı etmiş kendine insanoğlu. Ta ki “kral çıplak” diyecek cesur çocuklar ortaya çıkıncaya kadar. Çoğunlukla da dağ fare doğurmuş, anlamışlar korkulacak bir şey olmadığını. Gelgelelim insanoğlu garip bir mahluk. Öyle zamanlar olmuş ki korkularından arındığı anda kendini çıplak hissetmiş ya da o çıplaklık hissinden korkmuş ömür boyu ve o yüzden daha bir sarılmış korkularına, kör inançlarına, ona anlatılan martavallara. Ama kral çıplak diyecek çocuklar her zaman çıkacak.
Ve çözecek-bugün değilse bile yarın, bir gün-... Çözecek, karanlığı yaran bir çığlık... Ve düşmeyecek üstümüze çığ.
12 Şubat 2011 Cumartesi
Vuvuzela Rasim
Şu aşağıdaki arkadaşı tanımayan var mı aranızda? Tanımıyorsanız ne mutlu size. Kaybettiğinz bir şey yok. Tanımayın zaten kendisini. Pek ihtimal vermiyorum gerçi buna; çünkü herifçioğlu her yerde. Dünyanın en sinir bozucu insanı ödülü verilesi bir arkadaş kendisi. Hakkında çok yorum yapıldı, çok şey söylendi; ama Rasim Ozan Kütahyalı hakkında duyduğum en güzel tespit, Penguen'den Seyit Ali Aral'a ait.
Kısa ve öz.
"Rasim Ozan Kütahyalı:Vuvuzela"
Kısa ve öz.
"Rasim Ozan Kütahyalı:Vuvuzela"
Hay Bin Leman...
Geçtiğimiz ay Leman’ın 1000. sayısı çıktı. 1000 sayı dile kolay. Haftalık çıkan bir dergi için 1000 sayı demek 20 yıllık bir süreyi ifade ediyor. Bir dönem dünyanın en çok satan üç mizah dergisinden biri olan Oğuz Aral’ın Gırgır’ı bile 16 yıl çıkmış. Bu bilgiden yola çıkarak Leman’ın 20. yılına ulaşmasının önemi daha iyi kavranabilir.
Benim Leman’la tanışmam tahminen 94-95 yılları filan olsa gerek. Abim alırdı o zamanlar Leman’ı. O bunu pek tasvip etmese de ben gizli gizli okurdum Lemanlarını. Leman benim için tabi ki benzersiz bir deneyimdi o yaşlarda. Çocuk dergilerinden mizah dergilerine geçiş dönemi diyebiliriz o dönem için. Tabi ki mizah dergilerindeki cinsellik vurgusu ergenliğe yeni adım atmış birisi için inanılmaz baş döndürücü bir şey ifade ediyor. Mizah dergilerinin ilgi alanımda sadece o ergenlik dönemiyle sınırlı kalmamasında ve bugüne kadar devam etmesindeki püf nokta ise kesinlikle mizahın doğasından gelen o muhalif duruştadır.
İlerleyen süreçte sıkı bir mizah dergisi takipçisi olmamı buna borçluyum. Leman, o dönem muhalif çizgisiyle fark yaratıyordu resmen. Yine abim sayesinde oluşmaya başlayan dünya görüşümün kaskatı ve bilinçsiz bir dünya görüşüne dönüşmemesinde Leman ekolünden gelen mizahi tadın payı büyüktür. Dünya üzerinde insanı isyan ettiren o denli büyük bir adaletsizlik ve sömürü düzeni var ki insanoğlu buna kayıtsız kalamaz, bu yüzden eğer okumayı seven ve öğrenmeye açık bir insansanız dünya görüşünüz de gelişir; ama onu tek bir yönde geliştirseniz bir yerde tıkanıp kalacaktır. İşte mizah bunu önler. İlerlemeden korkan karanlık beyinlerin bir dönem en nefret ettikleri ismin bu ülkenin gelmiş geçmiş en büyük mizahçısı “Aziz Nesin” olması bir tesadüf değildir örneğin. Çünkü mizah en güçlü eleştiri yöntemidir.
İşte 90’lı yılların eleştirel mizah kültürünün temel taşıydı Leman da. Nihat Genç henüz eksen kaymasına uğramamıştı, Leman kapakları politik göndermelerle ve taşlamalarla doluydu. Gırgır gibi büyük bir ekolün devamıydılar ve politik olarak daha cesur bir versiyonu diyebilirdik onlar için.
Unutulmaz karakterler doğmuştur Leman’ın bağrında. Tuncay Akgün’ün Bezgin Bekir’i benim en sevdiğimdir, belki de karakterime en uygun kişi olmasından. Güneri İçoğlu’nun yarattığı Gönül Adamı artık nesli tükenen bir insan profilini resmeder ve aslında çok şey anlatır. Ender Özkahraman’ın çizdiği “Orası Öyküleri” ülkenin doğusundaki gerçekleri insan odaklı hikâyelerle anlatan cesur bir belgesel gibiydi adeta. Galip Tekin’in müthiş hayal gücü herkesi baştan çıkarabilecek uçukluktaydı. Daral ve Timsah’ıyla, Kıllanan Adamı’yla, Öğreten Adam ve Oğlu’yla, Bayır Gülü’yle, Terelelli Pictures’la, Deli Cevat’ıyla unutulmaz bir dergidir Leman.
Artık devamlı bir Leman okuru olmadığımı itiraf edeyim. Leman’da parlayan genç ve yetenekli mizahçıların Penguen’i kurmalarıyla birlikte ben de oraya kayan okurlardanım. Bir süre Leman’ı yine takip etmeye çalıştım; ama müptelası olduğum Penguen bölünüp ortaya bir de Uykusuz çıkınca Leman üçüncü sıraya iniverdi birden. Çıktıkları günden bu yana Penguen’in ve Uykusuz’un çok az sayısını kaçırdım. Bunların yanı sıra üçüncü dergi olarak Leman’ı çok nadiren almaya başladım. Leman geçen yıllar içinde bir hayli güç kaybetti doğal olarak, hâlâ birçok usta mizahçıyı barındırmasına ve bir ekol olarak sapasağlam durmasına rağmen mizahın odağı artık onlar değil. Benim gibi birçok nankör okur mevziiyi terk etti. Buna rağmen Leman halen ayakta ve umarım bir 20 yıl daha ayakta olacaktır.
Memleket mizahına kazandırdıkları bakış açısıyla, usta çizerleri ve unutulmaz kahramanlarıyla Leman şimdiden bir efsane mertebesinde.
Benim Leman’la tanışmam tahminen 94-95 yılları filan olsa gerek. Abim alırdı o zamanlar Leman’ı. O bunu pek tasvip etmese de ben gizli gizli okurdum Lemanlarını. Leman benim için tabi ki benzersiz bir deneyimdi o yaşlarda. Çocuk dergilerinden mizah dergilerine geçiş dönemi diyebiliriz o dönem için. Tabi ki mizah dergilerindeki cinsellik vurgusu ergenliğe yeni adım atmış birisi için inanılmaz baş döndürücü bir şey ifade ediyor. Mizah dergilerinin ilgi alanımda sadece o ergenlik dönemiyle sınırlı kalmamasında ve bugüne kadar devam etmesindeki püf nokta ise kesinlikle mizahın doğasından gelen o muhalif duruştadır.
İlerleyen süreçte sıkı bir mizah dergisi takipçisi olmamı buna borçluyum. Leman, o dönem muhalif çizgisiyle fark yaratıyordu resmen. Yine abim sayesinde oluşmaya başlayan dünya görüşümün kaskatı ve bilinçsiz bir dünya görüşüne dönüşmemesinde Leman ekolünden gelen mizahi tadın payı büyüktür. Dünya üzerinde insanı isyan ettiren o denli büyük bir adaletsizlik ve sömürü düzeni var ki insanoğlu buna kayıtsız kalamaz, bu yüzden eğer okumayı seven ve öğrenmeye açık bir insansanız dünya görüşünüz de gelişir; ama onu tek bir yönde geliştirseniz bir yerde tıkanıp kalacaktır. İşte mizah bunu önler. İlerlemeden korkan karanlık beyinlerin bir dönem en nefret ettikleri ismin bu ülkenin gelmiş geçmiş en büyük mizahçısı “Aziz Nesin” olması bir tesadüf değildir örneğin. Çünkü mizah en güçlü eleştiri yöntemidir.
İşte 90’lı yılların eleştirel mizah kültürünün temel taşıydı Leman da. Nihat Genç henüz eksen kaymasına uğramamıştı, Leman kapakları politik göndermelerle ve taşlamalarla doluydu. Gırgır gibi büyük bir ekolün devamıydılar ve politik olarak daha cesur bir versiyonu diyebilirdik onlar için.
Unutulmaz karakterler doğmuştur Leman’ın bağrında. Tuncay Akgün’ün Bezgin Bekir’i benim en sevdiğimdir, belki de karakterime en uygun kişi olmasından. Güneri İçoğlu’nun yarattığı Gönül Adamı artık nesli tükenen bir insan profilini resmeder ve aslında çok şey anlatır. Ender Özkahraman’ın çizdiği “Orası Öyküleri” ülkenin doğusundaki gerçekleri insan odaklı hikâyelerle anlatan cesur bir belgesel gibiydi adeta. Galip Tekin’in müthiş hayal gücü herkesi baştan çıkarabilecek uçukluktaydı. Daral ve Timsah’ıyla, Kıllanan Adamı’yla, Öğreten Adam ve Oğlu’yla, Bayır Gülü’yle, Terelelli Pictures’la, Deli Cevat’ıyla unutulmaz bir dergidir Leman.
Artık devamlı bir Leman okuru olmadığımı itiraf edeyim. Leman’da parlayan genç ve yetenekli mizahçıların Penguen’i kurmalarıyla birlikte ben de oraya kayan okurlardanım. Bir süre Leman’ı yine takip etmeye çalıştım; ama müptelası olduğum Penguen bölünüp ortaya bir de Uykusuz çıkınca Leman üçüncü sıraya iniverdi birden. Çıktıkları günden bu yana Penguen’in ve Uykusuz’un çok az sayısını kaçırdım. Bunların yanı sıra üçüncü dergi olarak Leman’ı çok nadiren almaya başladım. Leman geçen yıllar içinde bir hayli güç kaybetti doğal olarak, hâlâ birçok usta mizahçıyı barındırmasına ve bir ekol olarak sapasağlam durmasına rağmen mizahın odağı artık onlar değil. Benim gibi birçok nankör okur mevziiyi terk etti. Buna rağmen Leman halen ayakta ve umarım bir 20 yıl daha ayakta olacaktır.
Memleket mizahına kazandırdıkları bakış açısıyla, usta çizerleri ve unutulmaz kahramanlarıyla Leman şimdiden bir efsane mertebesinde.
5 Şubat 2011 Cumartesi
Bokun İçinde Yüzmek
Bu ülkede zorla çileden çıkartıyorlar insanı. Seversin ya da sevmezsin, yaşam tarzını tasvip edersin ya da etmezsin; ama ölmüş gitmiş bir insanın arkasından bu kadar da seviyesizce konuşmazsın be arkadaş. Üç gündür ülke gündeminde Defne Joy Foster’ın ölümü konuşuluyor. Bir insanın ölümünün bu kadar magazinleştirilmesi yeterince mide bulandırıcı zaten; ama bundan daha feci olan bu tartışmalardaki seviyesizlik.
Önceki gün, insanımızın internetle ilişkisini anlatan bir şeyler yazmıştım ve sözün bir yerinde ekşisözlükle ilgili de bir şeyler yazmam gerektiğini zikretmiştim. Ekşisözlüğü kurulduğu ilk günden beri takip ederim. Eskiden çok öğreticiydi, git gide bir fosseptik çukuruna dönüşmekte. Aslında o leş kokulu çukura dönüşen memleketin kendisi, ekşi bunun yansımasından başka bir şey değil. Ülkedeki bütün kutuplaşmayı, bütün yarılmayı, pespayeleşmeyi, çürümeyi oradan takip edebilirsiniz. Nicklerinin ardına gizlenen binlerce sözlükçü, karşıtlarına olan nefretlerini en bayağı haliyle kusmaktan başka bir şey üretmiyorlar son zamanlarda. Beyinden, sağduyudan yoksun bayağı bir tartışma ortamı almış başını yürümüş durumda orada.
Tabi ki Defne Joy Foster'ın ölümü de bu seviyesiz tartışma ortamından payını almış durumda.
Ekşiyi açıp rastgele okuyun-hangi düşünceye sahip olursanız olun-tepenizin atması yarım saat sürmeyecektir. O denli bir iğrençlik hâkim. E, peki niye inatla takip ediyorsun diyeceksiniz, zorun mu var kendinle. Kendimle zorum yok; ama bu ülkeyle, dünyayla, insanlarla zorum var arkadaş. Ekşi bana nasıl bir ülkede yaşadığımı hatırlatan örneklerden biri.
Dünyanın bir yerlerinde yer yerinden oynuyor, insanlar sokaklarda, daha insanca, daha özgürce yaşayabilmek için zulme karşı siper etmişler kendilerini; ülkenin başkentinde emekçiler kapıda bekleyen yeni sömürü paketlerine karşı koymak için omuz omuza verdikleri için coplanmışlar, gaz yemişler, yerlerde sürüklenmişler; yine o ülkede ihmaller yüzünden iş yerleri patlamalarla darmadağın olan bir düzine insan hayatını kaybetmiş. Bizse oturmuşuz artık aramızda olmayan birinin iffetini tartışıyoruz. Hıncal Uluç gibi Serdar Arseven gibi tipler çıkıyor; su testisi suyolunda kırılır, zaten kucakta hoplatılıyordu gibi rezalet şeyler yazıyor. İşin kötüsü böyle düşünenler sadece bu ismini saydığım köşe yazarları değil, onlar köşem var ağzıma geleni yazarım şeklinde takılırken sokaktaki sıradan insanın da bu konudaki argümanları onlarınkinden farksız değil.
Bu ülkede yaşamak bazen gerçekten zorlayıcı olabiliyor. Şimdi birileri çıkıp sevmiyorsan terk et kardeşim de der. O kadar da kendimizden emin ve küstahızdır. Dünyanın en vatansever ve en namuslu milletiyizdir aynı zamanda. Tabi ki bizim namus anlayışımız kadınların bacak arasıyla ilgilidir sadece. Doğuştan namus bekçisiyizdir. Erkeğe her yol mubahtır; ama kadın yaparsa orospudur. Tecavüze uğrayan kızlarımızı tecavüzcüsüyle evlendirip namusumuzu kurtarırız. O olmazsa veririz delikanlılarımızın eline silahı, temizleriz namusumuzu en hijyeniğinden. Bu yüzden evli, üstelik çocuklu bir kadının bir başka erkeğin evinde olmasını affedemeyiz, namusumuza o kadar düşkünüzdür ki kendi namusumuza halel gelmiş kabul ederiz. Ülkeyi hep bu alkol ve seks düşkünü “geniş” insanlar batırdığı için onların ölümünü reva görürüz; hatta Allahtan da lafta korktuğumuz için arkalarında konuşmakta da sakınca görmeyiz. Yeter ki namusumuz yerinde olsun tek.
Namuslu dediğin insan dürüsttür oysa. Yalansız, dolansız olmaktır namuslu olmak. Transparency İnternational(Uluslar arası Şeffaflık Derneği)’ın 2010 yılında yayınladığı verilere göre yolsuzluk ve rüşvet sıralamasında Avrupa 1.si, Dünya 6.sı bir ülkenin vatandaşıyız. Ne kadar gurur verici. E, hani nerde namus, nerde dürüstlük, temizlik. Hep o dinsiz, imansızların yüzünden değil mi(!) Asıl tartışılması gereken bu değil midir arkadaş!! Her geçen gün fakirleştirilirken, ötekileştirilirken genç yaşta ölmüş gitmiş bir insanın seçimlerimidir bizim tartışmamız gereken.
Bu nasıl bir iki yüzlülüktür yahu… Bokun içinde yüzüyoruz resmen. İnsanın midesi kaldırmıyor artık. Elalemin iffetinden, padişahın uçkurundan değil kendimizden başlamalıyız temizliğe, eğer cesaretimiz ve gerçeklerle yüzleşecek yüzümüz varsa.
Önceki gün, insanımızın internetle ilişkisini anlatan bir şeyler yazmıştım ve sözün bir yerinde ekşisözlükle ilgili de bir şeyler yazmam gerektiğini zikretmiştim. Ekşisözlüğü kurulduğu ilk günden beri takip ederim. Eskiden çok öğreticiydi, git gide bir fosseptik çukuruna dönüşmekte. Aslında o leş kokulu çukura dönüşen memleketin kendisi, ekşi bunun yansımasından başka bir şey değil. Ülkedeki bütün kutuplaşmayı, bütün yarılmayı, pespayeleşmeyi, çürümeyi oradan takip edebilirsiniz. Nicklerinin ardına gizlenen binlerce sözlükçü, karşıtlarına olan nefretlerini en bayağı haliyle kusmaktan başka bir şey üretmiyorlar son zamanlarda. Beyinden, sağduyudan yoksun bayağı bir tartışma ortamı almış başını yürümüş durumda orada.
Tabi ki Defne Joy Foster'ın ölümü de bu seviyesiz tartışma ortamından payını almış durumda.
Ekşiyi açıp rastgele okuyun-hangi düşünceye sahip olursanız olun-tepenizin atması yarım saat sürmeyecektir. O denli bir iğrençlik hâkim. E, peki niye inatla takip ediyorsun diyeceksiniz, zorun mu var kendinle. Kendimle zorum yok; ama bu ülkeyle, dünyayla, insanlarla zorum var arkadaş. Ekşi bana nasıl bir ülkede yaşadığımı hatırlatan örneklerden biri.
Dünyanın bir yerlerinde yer yerinden oynuyor, insanlar sokaklarda, daha insanca, daha özgürce yaşayabilmek için zulme karşı siper etmişler kendilerini; ülkenin başkentinde emekçiler kapıda bekleyen yeni sömürü paketlerine karşı koymak için omuz omuza verdikleri için coplanmışlar, gaz yemişler, yerlerde sürüklenmişler; yine o ülkede ihmaller yüzünden iş yerleri patlamalarla darmadağın olan bir düzine insan hayatını kaybetmiş. Bizse oturmuşuz artık aramızda olmayan birinin iffetini tartışıyoruz. Hıncal Uluç gibi Serdar Arseven gibi tipler çıkıyor; su testisi suyolunda kırılır, zaten kucakta hoplatılıyordu gibi rezalet şeyler yazıyor. İşin kötüsü böyle düşünenler sadece bu ismini saydığım köşe yazarları değil, onlar köşem var ağzıma geleni yazarım şeklinde takılırken sokaktaki sıradan insanın da bu konudaki argümanları onlarınkinden farksız değil.
Bu ülkede yaşamak bazen gerçekten zorlayıcı olabiliyor. Şimdi birileri çıkıp sevmiyorsan terk et kardeşim de der. O kadar da kendimizden emin ve küstahızdır. Dünyanın en vatansever ve en namuslu milletiyizdir aynı zamanda. Tabi ki bizim namus anlayışımız kadınların bacak arasıyla ilgilidir sadece. Doğuştan namus bekçisiyizdir. Erkeğe her yol mubahtır; ama kadın yaparsa orospudur. Tecavüze uğrayan kızlarımızı tecavüzcüsüyle evlendirip namusumuzu kurtarırız. O olmazsa veririz delikanlılarımızın eline silahı, temizleriz namusumuzu en hijyeniğinden. Bu yüzden evli, üstelik çocuklu bir kadının bir başka erkeğin evinde olmasını affedemeyiz, namusumuza o kadar düşkünüzdür ki kendi namusumuza halel gelmiş kabul ederiz. Ülkeyi hep bu alkol ve seks düşkünü “geniş” insanlar batırdığı için onların ölümünü reva görürüz; hatta Allahtan da lafta korktuğumuz için arkalarında konuşmakta da sakınca görmeyiz. Yeter ki namusumuz yerinde olsun tek.
Namuslu dediğin insan dürüsttür oysa. Yalansız, dolansız olmaktır namuslu olmak. Transparency İnternational(Uluslar arası Şeffaflık Derneği)’ın 2010 yılında yayınladığı verilere göre yolsuzluk ve rüşvet sıralamasında Avrupa 1.si, Dünya 6.sı bir ülkenin vatandaşıyız. Ne kadar gurur verici. E, hani nerde namus, nerde dürüstlük, temizlik. Hep o dinsiz, imansızların yüzünden değil mi(!) Asıl tartışılması gereken bu değil midir arkadaş!! Her geçen gün fakirleştirilirken, ötekileştirilirken genç yaşta ölmüş gitmiş bir insanın seçimlerimidir bizim tartışmamız gereken.
Bu nasıl bir iki yüzlülüktür yahu… Bokun içinde yüzüyoruz resmen. İnsanın midesi kaldırmıyor artık. Elalemin iffetinden, padişahın uçkurundan değil kendimizden başlamalıyız temizliğe, eğer cesaretimiz ve gerçeklerle yüzleşecek yüzümüz varsa.
3 Şubat 2011 Perşembe
KÖRLÜK
Size bir soru: Mecbur kalırsanız duyu organlarınızdan hangisini feda edebilirsiniz, hangisinden vazgeçebilirsiniz? İnsan böyle bir soru karşısında ürperir elde olmadan. Hiçbirinden vazgeçmek istemez doğal olarak; ancak işin ucunda bir mecburiyet varsa oturur, düşünür ve bence koku alma, tat alma ve hatta işitme duyularından vazgeçebilir. Peki ya dokunma ve görme. Bu ikisi arasında seçim yapacak olanlar vardır tahminimce; ama benim için yitimini düşünmek bile istemediğim duyum kesinlikle görme olacaktır.
Doğuştan görmemek nasıl bir şeydir bilemeyiz, bu durumu yaşayan bir insanın tecrübelerini bize aktarması bile bizim bunu anlamamız için yeterli olmayacaktır. Görme yetisini sonradan yitirmenin nasıl bir şey olabileceğini düşünmek ise çok fena. Belli bir zamana kadar gördüğünüz her şey karanlığa hapsolacak. Artık sizin için renkler olmayacak, sevdiğiniz insanların yüzünü bir daha göremeyeceksiniz, güzel bir manzaraya doyasıya bakamayacaksınız, bir televizyon ya da bilgisayar artık sizin için bir şey ifade etmeyecek, yürüdüğünüz yollar sizin için tekinsiz olacak, sevdiğiniz şeylerin silueti sadece zihninizde canlanacak ve uzun süre görmeyince yavaş yavaş zihninizden de silinecek. Çok mu karamsar bir tablo çizdim. Sanki gözlerin yoksa yaşamanın ne anlamı var demek gibi oldu değil mi? Doğru. Bu kadar da karamsar olmanın âlemi yok. Gözleri görmeyen insanlar da pek ala hayatlarını diğer insanlar gibi sürdürebiliyorlar hatta öyleleri var ki gözü görenlerden daha dolu dolu yaşıyorlar hayatı. Gönül gözleri açık çünkü. Ve de onlara yardım eden, yeri geldiğinde onlara bir çift göz olan sevdikleri var etraflarında.
Peki ya herkes kör olsaydı. Doğuştan kör değil ama. Sonradan kör. İnsanlar beklenmedik bir şekilde arka arkaya kör olmaya başlasaydı, dünya nasıl bir yer haline gelirdi. Hayal etmesi bile korkunç olan bu durumu yaşamak isterseniz Nobel Ödüllü Portekizli yazar Jose SARAMAGO’nun KÖRLÜK adlı romanını okuyun. Saramago’nun ustaca anlatımı ve kurgusu sayesinde tabiri caizse o körlük halini 290 sayfa boyunca yaşıyorsunuz.
Hayatım boyunca okuduğum en sarsıcı kitapların başında geliyor KÖRLÜK. Kitabı okurken de bittiğinde de dayak yemiş gibi hissediyorsunuz kendinizi. Bir salgın haline dönüşüp tüm insanları esir alan körlük, sizin de elinizi kolunuzu bağlıyor ve eli kolu bağlanmışlığı, çaresizliği iliklerinize kadar hissediyorsunuz.
Kitaptaki körlük salgını ve sonrasında gelişenler aslında bir metafor olarak da düşünülebilir. Zira kitaptaki asıl felaket insanların topluca kör olması değil; insanın insana yaptığı zulmün, alçaklığın bu şartlar altında dahi ve en iğrenç haliyle devam etmesi. İnsanların düştüğü acınası durumlar, yöneticilerin insanlara hayvan muamelesi yapması ve onları kendi kaderleriyle baş başa bırakması gibi okuyucuyu isyan ettiren, tüylerinin diken diken olmasına yol açan olaylar dizisi asıl felaketi oluşturuyor. Gözlerin kör olmasından daha fenası duyuların körleşmesi galiba.
KÖRLÜK okuyan herkeste iz bırakacak ve kolay kolay unutulmayacak bir kitap. İşlediği konu zaten yeterince rahatsız ediciyken yazarın kendine has üslubu da okuyucu için bir diğer ilginçlik. Kitapta hiçbir özel isim bulunmaması, diyalogların karmaşıklığı ve noktalama işaretlerinin kullanımı da eseri orijinal kılan etmenlerden. Okunması farzdır kanımca.
Benim kitaplarla aram pekiyi değil derseniz filmi de var. Bana göre kitaptan uyarlama bütün filmler yetersizdir. Körlük için de bu geçerli. Peki, film kötü mü, kesinlikle değil. Yalnız şunu unutmamak lazım; kitap bir başyapıt olmasına rağmen film bir başyapıt değil. Ama yine de kitabı okumak istemeyenler için tavsiye edilebilir. Neticede iyi bir yönetmenin(Fernando Meirelles) elinden çıkma ve oyuncu kadrosu(Julianne Moore, Mark Ruffalo, Gael Garcia Bernal, Danny Glover) da gayet iyi. Ben ikisine de göz atmak isterim derseniz. Mutlaka önce film izlenmeli sonra kitap okunmalı. Bunun tek olumsuz tarafı kitabı okurken filmdeki sahnelerin kafanızdaki kurguyu yönlendirmesi ve hayal gücünüzü kısıtlaması olacaktır. Gerçi, filmden kitaba geçiş süresi kısa olmazsa bu problem yaşanmaz. Ben filmi izledikten yaklaşık bir sene sonra kitabı okuduğum için bende böyle bir etki yaratmadı. Ama aksi bir durumu tavsiye etmem. Yani önce kitabı okuduysanız filmi izlemenizi tavsiye etmem, film yavan kalacaktır.
"neden kör olduk, bilmiyorum, bunun nedeni bir gün keşfedilir, ne düşündüğümü söylememi ister misin, söyle, sonradan kör olmadığımızı düşünüyorum, biz zaten kördük, gören körler mi, gördüğü halde görmeyen körler."
Doğuştan görmemek nasıl bir şeydir bilemeyiz, bu durumu yaşayan bir insanın tecrübelerini bize aktarması bile bizim bunu anlamamız için yeterli olmayacaktır. Görme yetisini sonradan yitirmenin nasıl bir şey olabileceğini düşünmek ise çok fena. Belli bir zamana kadar gördüğünüz her şey karanlığa hapsolacak. Artık sizin için renkler olmayacak, sevdiğiniz insanların yüzünü bir daha göremeyeceksiniz, güzel bir manzaraya doyasıya bakamayacaksınız, bir televizyon ya da bilgisayar artık sizin için bir şey ifade etmeyecek, yürüdüğünüz yollar sizin için tekinsiz olacak, sevdiğiniz şeylerin silueti sadece zihninizde canlanacak ve uzun süre görmeyince yavaş yavaş zihninizden de silinecek. Çok mu karamsar bir tablo çizdim. Sanki gözlerin yoksa yaşamanın ne anlamı var demek gibi oldu değil mi? Doğru. Bu kadar da karamsar olmanın âlemi yok. Gözleri görmeyen insanlar da pek ala hayatlarını diğer insanlar gibi sürdürebiliyorlar hatta öyleleri var ki gözü görenlerden daha dolu dolu yaşıyorlar hayatı. Gönül gözleri açık çünkü. Ve de onlara yardım eden, yeri geldiğinde onlara bir çift göz olan sevdikleri var etraflarında.
Peki ya herkes kör olsaydı. Doğuştan kör değil ama. Sonradan kör. İnsanlar beklenmedik bir şekilde arka arkaya kör olmaya başlasaydı, dünya nasıl bir yer haline gelirdi. Hayal etmesi bile korkunç olan bu durumu yaşamak isterseniz Nobel Ödüllü Portekizli yazar Jose SARAMAGO’nun KÖRLÜK adlı romanını okuyun. Saramago’nun ustaca anlatımı ve kurgusu sayesinde tabiri caizse o körlük halini 290 sayfa boyunca yaşıyorsunuz.
Hayatım boyunca okuduğum en sarsıcı kitapların başında geliyor KÖRLÜK. Kitabı okurken de bittiğinde de dayak yemiş gibi hissediyorsunuz kendinizi. Bir salgın haline dönüşüp tüm insanları esir alan körlük, sizin de elinizi kolunuzu bağlıyor ve eli kolu bağlanmışlığı, çaresizliği iliklerinize kadar hissediyorsunuz.
Kitaptaki körlük salgını ve sonrasında gelişenler aslında bir metafor olarak da düşünülebilir. Zira kitaptaki asıl felaket insanların topluca kör olması değil; insanın insana yaptığı zulmün, alçaklığın bu şartlar altında dahi ve en iğrenç haliyle devam etmesi. İnsanların düştüğü acınası durumlar, yöneticilerin insanlara hayvan muamelesi yapması ve onları kendi kaderleriyle baş başa bırakması gibi okuyucuyu isyan ettiren, tüylerinin diken diken olmasına yol açan olaylar dizisi asıl felaketi oluşturuyor. Gözlerin kör olmasından daha fenası duyuların körleşmesi galiba.
KÖRLÜK okuyan herkeste iz bırakacak ve kolay kolay unutulmayacak bir kitap. İşlediği konu zaten yeterince rahatsız ediciyken yazarın kendine has üslubu da okuyucu için bir diğer ilginçlik. Kitapta hiçbir özel isim bulunmaması, diyalogların karmaşıklığı ve noktalama işaretlerinin kullanımı da eseri orijinal kılan etmenlerden. Okunması farzdır kanımca.
Benim kitaplarla aram pekiyi değil derseniz filmi de var. Bana göre kitaptan uyarlama bütün filmler yetersizdir. Körlük için de bu geçerli. Peki, film kötü mü, kesinlikle değil. Yalnız şunu unutmamak lazım; kitap bir başyapıt olmasına rağmen film bir başyapıt değil. Ama yine de kitabı okumak istemeyenler için tavsiye edilebilir. Neticede iyi bir yönetmenin(Fernando Meirelles) elinden çıkma ve oyuncu kadrosu(Julianne Moore, Mark Ruffalo, Gael Garcia Bernal, Danny Glover) da gayet iyi. Ben ikisine de göz atmak isterim derseniz. Mutlaka önce film izlenmeli sonra kitap okunmalı. Bunun tek olumsuz tarafı kitabı okurken filmdeki sahnelerin kafanızdaki kurguyu yönlendirmesi ve hayal gücünüzü kısıtlaması olacaktır. Gerçi, filmden kitaba geçiş süresi kısa olmazsa bu problem yaşanmaz. Ben filmi izledikten yaklaşık bir sene sonra kitabı okuduğum için bende böyle bir etki yaratmadı. Ama aksi bir durumu tavsiye etmem. Yani önce kitabı okuduysanız filmi izlemenizi tavsiye etmem, film yavan kalacaktır.
"neden kör olduk, bilmiyorum, bunun nedeni bir gün keşfedilir, ne düşündüğümü söylememi ister misin, söyle, sonradan kör olmadığımızı düşünüyorum, biz zaten kördük, gören körler mi, gördüğü halde görmeyen körler."
2 Şubat 2011 Çarşamba
MEMLEKET İNSANININ İNTERNETLE İMTİHANI
İnternet çok acayip bir şey. Önüne ne istersen getiriyor. Bir şey mi öğrenmek istiyorsun, yazıyorsun hazreti google’a şıppadanak söyleyiveriyor sana. Uzun zamandır dinlemediğin bir şarkıyı mı dinleyesin geldi, hemen bulsun sana. Hani bir film vardı yıllardır vermiyorlar televizyonda, internette bulursun mutlaka. Dizini mi kaçırdın dert etme. Muhabbet edesin mi geldi, bul hemen eşi dostu akrabayı sıkılma, dahası özlediysen suretini de gör karşında.
Acayip bir şey işte. Kaç yıldır var bu internet denen meret hayatımızda ? Heralde 97 filandı biz ilk bilgisayarı aldığımızda. O zaman internet yaygın değildi o kadar. 146’dan bağlanırdık internete, o da inanılmaz pahalıydı. Bir iki sene internetin yaygınlaşması sürdüyse, 2000’li yıllara yaklaştığımızda internet yaygınlaşmaya başlamış olsa, 12-13 bilemedin 15 yıldır hayatımızda olsun. Daha yeni sayılır aslında. Lakin etrafınıza şöyle bir bakın, insanların uygarlık tarihinin başlangıcı olarak interneti gösterebilecekleri bir dönemde yaşıyoruz adeta.
İğneyi başkasına çuvaldızı kendine batır demişler. İtiraf etmeliyim ki ben de bir internet ve bilgisayar bağımlısıyım. Hadi, bu teknolojinin ortasına doğan çocukları geçtim ama belli bir yaşın üzerindeki insanlar için nasıl oluyor da bilgisayar ve internet bu kadar bağımlılık yapar hale geliyor. İlginç doğrusu.
Neyse canım, bununla ilgili araştırmalar yapıyorlardır herhalde bilim insanları benim derdim o değil. Benim derdim interneti nasıl ve ne için kullandığımız. Merak ediyorum şimdi kaç kişi çıkıp da diyebilir ki ben interneti çok önemli işler için kullanıyorum. İnterneti etkin bir şekilde kullanan, mesleğinin gerektiği işleri internet üzerinden halleden mutlaka bir dolu insan vardır ama birçoğumuz için internet iyi zaman geçirme ve eğlenme anlamı taşıyor. Ki genellikle bu iyi zaman geçirme, şuursuzca ve önü alınamayan bir zaman geçirmeye dönüşüyor. Sosyal paylaşım sitelerinde, oyun sitelerinde, sözlüklerde ömrümüzün yarısı heba oluyor.
Olsun, bu da bir tercihtir. Bu da bir tercihtir ama bunun bile hakkını veremediğimizi düşünüyorum. Hele ki paylaşım konusundaki keşmekeşe diyecek yok. Ben de birçok insan gibi her gün-her gün olmasa bile en kötü ihtimalle iki üç güne bir-düzenli bir şekilde feysbuk denen zamazingoya giriyorum. Bakıyorum insanlar neler paylaşıyor, neler yazıyor, neler tartışıyor. Bir yığın çöple karşılaşmama rağmen bu alışkanlığımdan vazgeçmiyorum; çünkü paylaştıklarını takip etmekten hoşlandığım pek çok arkadaşım da var feysbukta. İşin bir başka boyutu da şu: İnsanların ana akım medya dışında bir iletişim ağı oluşturmalarında bu tarz oluşumların ileride daha çok rolü olacak. Bu yüzden önemsiyorum aslında feysbuk türü paylaşım sitelerini. Ama o kadar niteliksiz bir paylaşım ortamı söz konusu ki içinden iyi şeyler bulup çıkarmak için dakikalarca uğraşabiliyorsunuz.(Aynı şey benim çok sevdiğim ama artık okumaktan çok yorulduğum ekşisözlük için de geçerli. Ekşiyle ilgili de bir şeyler yazasım var.)
Bu yazının konusu da aslında bu niteliksiz paylaşımla ilgili. Bu memleket insanının garip bir kavrayış hızı var. Hayatına giren her şeyi çok çabuk kavrayabiliyor. Ancak bu kavrayış çok çabuk gerçekleştiği için özümseyemiyor, içselleştiremiyor o meseleyi; sadece tüketiyor. İnternetin geneli için de feysbukun özeli için de böyle.
İnsanlar ne paylaşırlarsa paylaşsınlar beni ilgilendirmez. İcabında bakmam, ilgilenmem geçip giderim. Ama yalan yanlış şeyler paylaşıyorlar ya işte o zaman nefret ediyorum şu internet dünyasından. Çünkü bilmediğini bilmeyen bu yüzden de sürekli çarpık bir üretim içinde bulunan insan profili yaratıyor internet dünyası. Feysbuk kullanan insanların pek çoğunun takip edebildiği üzere insanların son zamanlarda en çok rağbet ettiği şeylerden biri şiir ya da özlü söz paylaşmak. Aman ne şiirler, ne sözler…! Dünyanın en can alıcı cümlelerini kurduğunu ve şiir sanatını yeniden var ettiğini zanneden bir liselinin yazdığına benzer bir ton şiir, söz. Bazı bazı güzel şiirler de çıkıyor tabi ki içlerinde onları tenzih edelim. Önemli olan şiirlerin ya da sözlerin iyi ya da kötü olması da değil. Altlarında yazan isimler. Dikkat edin, en çok Can YÜCEL ismini görürsünüz. Bakın bakalım Can YÜCEL kitaplarına ya da antolojilere bu şiirlerden kaçını bulabileceksiniz. Çoğunu bulamazsınız çünkü Can Baba’ya ait değiller. Bazı aklı evveller kendi şiirlerini ya da orda burada buldukları isimsiz şiirlerin altına ünlü şairlerin isimlerini yazıp yazıp paylaşıyor. Önemli olan “beğen” tuşuna kaç kişinin tıkladığı(Popülarite manyaklığı-bununla ilgili de bir şeyler yazacağım). Nasıl olsa insanlar beğendikleri şeyin gerçekten kime ait olduğunu merak etmiyorlar ya da araştırmıyorlar. Bu işin tek mağduru Can YÜCEL değil tabi ki. Nazım HİKMET, Edip CANSEVER, Özdemir ASAF, Paul AUSTER, Paolo COELHO, Oğuz ATAY, Lev TOLSTOY en çok istismar edilen isimler ve hatta MEVLANA. Şiir kitapları zaten az kitap okunan bu ülkede nerdeyse hiç satılmayan bir kategoriye giriyor. Şiir denince sadece, beylik birkaç sözün yan yana iliştirildiği aşk soslu şiirler geliyor insanların aklına bu ülkede. Hal böyle olunca şiir sevgisi ya da duyarlılığı değil de bir kepazelik çıkıyor ortaya.
İnsanların bir kısmı istismar ediyor gerçekten. Bir kısmının suçu ise sadece bilinçsizce paylaşmak. İnternet şahane bir şey ama inanılmaz bir bilgi kirliliğinin bulunduğu bir yer aynı zamanda. Bir şeyler paylaşmak güzel ama önce bir kaynak araştırması yapmak daha da güzel olanı. Hasan Âli YÜCEL ile ilgili bir ödev vermiştim bir keresinde. Hasan Âli Yücel, Can YÜCEL’in babası olmanın yanı sıra cunhuriyet tarihinin ilk maarif vekillerinden, modern tarzda bir eğitim programı için emekleri geçmiş önemli bir isim. Şairlik konusunda oğluyla karşılaştırılınca berbat; ama önemli olan bu değil. Dünya klasiklerinin Türkçe’ye kazandırılmasıyla ilgili önemli işlere imza atmış. Ben de ders kitabında bir yazısı bulunan Hasan Âli YÜCEL’i araştırıp gelmelerini istemişim öğrencilerden. Bir öğrencinin araştırmasında özetle şunlar yazıyor: Dinsiz,imansızın tekidir, Türkiye’ye modernleşme adı altında dinsizliği ve gavurlaşmayı getiren insanlardan biridir. Vatan hainidir falandır filandır… Gidiyor bu böyle, bir sürü saydırmış da saydırmış yazan vatandaş. Öğrenci de ödevi çıktı halinde getirmiş. Çıktı almış ama hiç okumamış bile. Zaten okusa öğretmen, hakkında kötü şeyler söylenen birisini araştırmamızı istemezdi herhalde diye düşünür, bilginin doğruluğunu başka yerlerden teyit ederdi. Bu bir örnek.
İnternette çok bilgi var. Ama maalesef çoğu çöpten ibaret.
Onu doğru kullanmaksa insanlara düşüyor. Yurdum insanının böyle bir derdi var mı acaba !?!
Acayip bir şey işte. Kaç yıldır var bu internet denen meret hayatımızda ? Heralde 97 filandı biz ilk bilgisayarı aldığımızda. O zaman internet yaygın değildi o kadar. 146’dan bağlanırdık internete, o da inanılmaz pahalıydı. Bir iki sene internetin yaygınlaşması sürdüyse, 2000’li yıllara yaklaştığımızda internet yaygınlaşmaya başlamış olsa, 12-13 bilemedin 15 yıldır hayatımızda olsun. Daha yeni sayılır aslında. Lakin etrafınıza şöyle bir bakın, insanların uygarlık tarihinin başlangıcı olarak interneti gösterebilecekleri bir dönemde yaşıyoruz adeta.
İğneyi başkasına çuvaldızı kendine batır demişler. İtiraf etmeliyim ki ben de bir internet ve bilgisayar bağımlısıyım. Hadi, bu teknolojinin ortasına doğan çocukları geçtim ama belli bir yaşın üzerindeki insanlar için nasıl oluyor da bilgisayar ve internet bu kadar bağımlılık yapar hale geliyor. İlginç doğrusu.
Neyse canım, bununla ilgili araştırmalar yapıyorlardır herhalde bilim insanları benim derdim o değil. Benim derdim interneti nasıl ve ne için kullandığımız. Merak ediyorum şimdi kaç kişi çıkıp da diyebilir ki ben interneti çok önemli işler için kullanıyorum. İnterneti etkin bir şekilde kullanan, mesleğinin gerektiği işleri internet üzerinden halleden mutlaka bir dolu insan vardır ama birçoğumuz için internet iyi zaman geçirme ve eğlenme anlamı taşıyor. Ki genellikle bu iyi zaman geçirme, şuursuzca ve önü alınamayan bir zaman geçirmeye dönüşüyor. Sosyal paylaşım sitelerinde, oyun sitelerinde, sözlüklerde ömrümüzün yarısı heba oluyor.
Olsun, bu da bir tercihtir. Bu da bir tercihtir ama bunun bile hakkını veremediğimizi düşünüyorum. Hele ki paylaşım konusundaki keşmekeşe diyecek yok. Ben de birçok insan gibi her gün-her gün olmasa bile en kötü ihtimalle iki üç güne bir-düzenli bir şekilde feysbuk denen zamazingoya giriyorum. Bakıyorum insanlar neler paylaşıyor, neler yazıyor, neler tartışıyor. Bir yığın çöple karşılaşmama rağmen bu alışkanlığımdan vazgeçmiyorum; çünkü paylaştıklarını takip etmekten hoşlandığım pek çok arkadaşım da var feysbukta. İşin bir başka boyutu da şu: İnsanların ana akım medya dışında bir iletişim ağı oluşturmalarında bu tarz oluşumların ileride daha çok rolü olacak. Bu yüzden önemsiyorum aslında feysbuk türü paylaşım sitelerini. Ama o kadar niteliksiz bir paylaşım ortamı söz konusu ki içinden iyi şeyler bulup çıkarmak için dakikalarca uğraşabiliyorsunuz.(Aynı şey benim çok sevdiğim ama artık okumaktan çok yorulduğum ekşisözlük için de geçerli. Ekşiyle ilgili de bir şeyler yazasım var.)
Bu yazının konusu da aslında bu niteliksiz paylaşımla ilgili. Bu memleket insanının garip bir kavrayış hızı var. Hayatına giren her şeyi çok çabuk kavrayabiliyor. Ancak bu kavrayış çok çabuk gerçekleştiği için özümseyemiyor, içselleştiremiyor o meseleyi; sadece tüketiyor. İnternetin geneli için de feysbukun özeli için de böyle.
İnsanlar ne paylaşırlarsa paylaşsınlar beni ilgilendirmez. İcabında bakmam, ilgilenmem geçip giderim. Ama yalan yanlış şeyler paylaşıyorlar ya işte o zaman nefret ediyorum şu internet dünyasından. Çünkü bilmediğini bilmeyen bu yüzden de sürekli çarpık bir üretim içinde bulunan insan profili yaratıyor internet dünyası. Feysbuk kullanan insanların pek çoğunun takip edebildiği üzere insanların son zamanlarda en çok rağbet ettiği şeylerden biri şiir ya da özlü söz paylaşmak. Aman ne şiirler, ne sözler…! Dünyanın en can alıcı cümlelerini kurduğunu ve şiir sanatını yeniden var ettiğini zanneden bir liselinin yazdığına benzer bir ton şiir, söz. Bazı bazı güzel şiirler de çıkıyor tabi ki içlerinde onları tenzih edelim. Önemli olan şiirlerin ya da sözlerin iyi ya da kötü olması da değil. Altlarında yazan isimler. Dikkat edin, en çok Can YÜCEL ismini görürsünüz. Bakın bakalım Can YÜCEL kitaplarına ya da antolojilere bu şiirlerden kaçını bulabileceksiniz. Çoğunu bulamazsınız çünkü Can Baba’ya ait değiller. Bazı aklı evveller kendi şiirlerini ya da orda burada buldukları isimsiz şiirlerin altına ünlü şairlerin isimlerini yazıp yazıp paylaşıyor. Önemli olan “beğen” tuşuna kaç kişinin tıkladığı(Popülarite manyaklığı-bununla ilgili de bir şeyler yazacağım). Nasıl olsa insanlar beğendikleri şeyin gerçekten kime ait olduğunu merak etmiyorlar ya da araştırmıyorlar. Bu işin tek mağduru Can YÜCEL değil tabi ki. Nazım HİKMET, Edip CANSEVER, Özdemir ASAF, Paul AUSTER, Paolo COELHO, Oğuz ATAY, Lev TOLSTOY en çok istismar edilen isimler ve hatta MEVLANA. Şiir kitapları zaten az kitap okunan bu ülkede nerdeyse hiç satılmayan bir kategoriye giriyor. Şiir denince sadece, beylik birkaç sözün yan yana iliştirildiği aşk soslu şiirler geliyor insanların aklına bu ülkede. Hal böyle olunca şiir sevgisi ya da duyarlılığı değil de bir kepazelik çıkıyor ortaya.
İnsanların bir kısmı istismar ediyor gerçekten. Bir kısmının suçu ise sadece bilinçsizce paylaşmak. İnternet şahane bir şey ama inanılmaz bir bilgi kirliliğinin bulunduğu bir yer aynı zamanda. Bir şeyler paylaşmak güzel ama önce bir kaynak araştırması yapmak daha da güzel olanı. Hasan Âli YÜCEL ile ilgili bir ödev vermiştim bir keresinde. Hasan Âli Yücel, Can YÜCEL’in babası olmanın yanı sıra cunhuriyet tarihinin ilk maarif vekillerinden, modern tarzda bir eğitim programı için emekleri geçmiş önemli bir isim. Şairlik konusunda oğluyla karşılaştırılınca berbat; ama önemli olan bu değil. Dünya klasiklerinin Türkçe’ye kazandırılmasıyla ilgili önemli işlere imza atmış. Ben de ders kitabında bir yazısı bulunan Hasan Âli YÜCEL’i araştırıp gelmelerini istemişim öğrencilerden. Bir öğrencinin araştırmasında özetle şunlar yazıyor: Dinsiz,imansızın tekidir, Türkiye’ye modernleşme adı altında dinsizliği ve gavurlaşmayı getiren insanlardan biridir. Vatan hainidir falandır filandır… Gidiyor bu böyle, bir sürü saydırmış da saydırmış yazan vatandaş. Öğrenci de ödevi çıktı halinde getirmiş. Çıktı almış ama hiç okumamış bile. Zaten okusa öğretmen, hakkında kötü şeyler söylenen birisini araştırmamızı istemezdi herhalde diye düşünür, bilginin doğruluğunu başka yerlerden teyit ederdi. Bu bir örnek.
İnternette çok bilgi var. Ama maalesef çoğu çöpten ibaret.
Onu doğru kullanmaksa insanlara düşüyor. Yurdum insanının böyle bir derdi var mı acaba !?!
16 Ocak 2011 Pazar
Dilekler Zamanı
Biraz önce "Dilekler Zamanı" diye bir film izledim. Çok dokundu bana. Türkiye-Almanya karışık bir hikaye. Alman bir yönetmen tarafından Almanca çekilmiş. Televizyonda film izleme alışkanlığım pek yoktur. Televizyonda bir şeyler izleme alışkanlığım yoktur aslında. Nasıl olduysa rastladım işte ve garip bir şekilde takıldım başında, izleyiverdim.
Yürek burkan bir aşk hikayesi anlatılıyor filmde. Almanya, Almanya'ya göç eden Türkiyeli işçiler, hazin bir aşk öyküsü filan işin içine girince ister istemez Türkan Şoray'ın "Dönüş" filmi geldi aklıma. O filmi bilenler için söyleyelim: bu film de en az onun kadar yürek burkuyor, gözyaşlarınız aktı akacak. Gerçi film iki bölümden oluştuğu için tam anlamıyla bir "Dönüş" diyemeyiz. İkinci bölümü daha çok "Issız Adam" gibi. "Issız Adam" az kalıyor lakin, bu film daha bir fena.
Lanet olsun böyle filmlere.
Bunu dinleyin de ağlayın siz de biraz:
http://www.dailymotion.com/video/xabf3z_seha-okuhasretinle-yand-gonlumdonu_music
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)