-Av Mevsimi adlı film üzerine-
Söz konusu Yavuz Turgul ve Şener Şen işbirliği olunca insanın ister istemez yüksek beklentileri oluyor. İlk aklımıza geleni Eşkiya olmakla birlikte; Muhsin Bey, Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni, Gölge Oyunu gibi kalburüstü işlere birlikte imza atmış iki isimden bahsediyoruz. Av Mevsimi’ne de bu beklentiyle gittim bir sinemasever olarak. Bu film için olumsuz şeyler söylemeye dilim varmıyor ama takdir edecek çok şey de bulamıyorum açıkçası.
Nerden başlasak... Bir kere filmin konusundan, senaryosundan bağımsız olarak düşününce filmde çizilen “polis” profili beni rahatsız etti. Hele ki polis terörünün en iğrenç haliyle yaşandığı şu son günlerde, ay ne cici yahu şu polis teşkilatı gibi bir yaklaşımdan hazzetmedim. İnsan böyle laylaylay eğlenceli polisleri görünce elinde olmadan düşünüyor. Madem polis teşkilatı bu kadar eğlenceli, dürüst ve insani değerlerle donanmış kişilerle dolu; haklarını arayan gençleri yerlerde saçlarından sürükleyen, onlara haşere muamelesi yapıp kilolarca biber gazı sıkan, hamileyim vurmayın diyen bir kızın karnını tekmeleyen caniler kim. Polis teşkilatının tamamı için beterdir, kötüdür, kokuşmuştur demek insafsızlıktır, ayıptır. Bu yüzden binlerce dürüst ve iyi niyetli polisi tenzih ederim. Lakin polis teşkilatıyla ilgili acı ve iğrenç gerçekler beton gibi duruyor yanı başımızda. Bu nasıl film yazısı, anlattıklarının filmle ne alakası var diyebilirsiniz ama aslında her şeyin her şeyle alakası var arkadaş. Her şeyin git gide kirlendiği bu ülkede siyasete bulaşmadan film bile anlatamazsın aksi takdirde samimi değilsin demektir.
Neyse dönelim filme. Ben her ne kadar polis ve onun çağrıştırdığı şeylerden hoşlanmıyor olsam da polisiye edebiyatı da sinemayı da çok severim. İnsanlığın kötücül tarafına dair bir şeyler söyler bu yapıtlar size. Kötücül tarafı tanımlayabilmek/tanıyabilmek iyiyi keskinleştirmek için bir ipucudur neticede. Bu da çok mühim bir şeydir. Suya sabuna dokunmak demektir polisiye aslında. Polisiyeler biraz politiktir de aynı zamanda. Polisiyelerin sonunda, adalet geç de olsa-genelde-tecelli eder. Ve adı üstünde polisiye olduğuna göre de adaletin temsilcisi polistir. Bu yüzden polisiyelerin kahramanları doğal olarak polislerdir. Bir polisiyesever olarak bundan rahatsız değilim. Bu, türün doğası gereği böyle. Polisiyeler sanatsal açıdan küçümsenseler de zeka ve konsantrasyon gerektiren bir iş oldukları için takdiri hak ederler. Polisiye bir hikaye anlatmak zor iştir. Boşluk bulunmaması gerekir hikayede. Polisiye kusursuz olmalıdır. Bu kusursuzluk sonunun tahmin edilememesi değildir. Polisiye zeka işi olduğuna göre, zeki bir okur/izleyici olayı pek ala önceden çözebilir. Polisiyeyi kötü yapan bu tahmin edilebilirlikten ziyade içinde mantık hatalarının bulunmasıdır. Bence böyle.
(Filmi izlemediyseniz ve izlemeyi düşünüyorsanız yazının bundan sonraki kısmını okumanız tavsiye edilmez.)
Gelelim Av Mevsimi’ndeki mantık hatalarına.
Bir kere operasyonu gerçekleştiren doktora o kadar kolay ulaşmaları senaryo açısından büyük bir garabet. Çolakzade gibi her şeyi hesaplayan zengin ve güçlü bir adam o doktoru nasıl ortadan kaldırmaz, hadi ortadan kaldırmadı öyle ortalıkta çok kolay ulaşılabilir bir yerde olmasına nasıl göz yumar? Dağın başında bir kulübede genç bir kızın böbreğini hiç çekinmeden alan doktor sonradan niye vicdana gelir? Doktor karakterinin bu kadar derinliksiz oluşu, intihar etmek ve olan biteni itiraf etmek için polislerin gelmesini beklemesi filan.. Offf.. Sadece o sahne bile filmden çok şey götürüyor.
Bir başka gariplik... Deli İdris çok iyi korunan Çolakzade malikanesine hissettirmeden giriyor. Bunu başaracak yetenekteki bir adam nasıl oluyor da kapının dışında güvenlik olabileceğini ve o bağırışlara birilerinin gelebileceğini hesap etmiyor.
İdris’in özel hayatıyla ilgili bölümler de gereksiz ve acemiceydi. O bölümlerin niçin konduğunu anlayabiliyorum aslında. İdris’i karikatür bir tip olmaktan çıkarmaya çalışmış Yavuz Turgul. O bölümleri anlatarak hesapta bize şunu söylüyor: İdris deli bozuk bir adam, ama sırf karadenizli olduğu için filan değil ailevi problemleri de olduğu için böyle. Böylece gözümüzde İdris’in Çolakzade malikanesine girmek gibi bir saçmalığa niçin soyunduğunu mantıklı kılmaya çalışıyor ama olmuyor maalesef. Altı dolmuyor ve dahası İdris’le ilgili bölümler hikayeye bir şey katmadığı gibi kurguyu da hantallaştırıyor. Melisa Sözen’in eşek kadar çocukları olan dul bir kadın olduğuna inanmamızı beklemeleri de garip ya neyse. O kadarını görmezden gelelim.
Filmde iyi şeyler yok mu. Elbette var. Bunların en önemlisi oyunculuk performansları. Senaryodaki tüm çukurlara rağmen oyunculuklara diyecek pek bir şey yok. Şaşılacak bir şekilde benim en beğendiğim oyunculuk performansı Cem Yılmaz’a ait. Gereksiz de olsa gerçekçi bir performans yaratmış Cem Yılmaz. Okan Yalabık ve Rıza Kocaoğlu’nun performansları da başarılı. Şener Şen ve Çetin Tekindor’u da usta kontenjanından alalım buraya.
Başta da söyledim ben bu film için kötü yorumunu yapamıyorum ama içime sinmeyen çok şey var. Hikaye güzel ama senaryodaki aksaklıklar nedeniyle hikaye biraz güme gitmiş bence. Yavuz Turgul usta bir yönetmen. Polisiye gibi bir türün çok ince elenip sık dokunması gereken bir iş olduğunu biliyor olması gerekir. Türk sinemasında polisiye örneklere rastlamak zor-saçma sapan televizyon dizilerini bu kategorinin içine saymıyorum bile. Bu yüzden hem Türkiye sinemasını hem de polisiyeyi sevenler için alternatif bir izlence. Maalesef daha fazlası değil.
11 Aralık 2010 Cumartesi
4 Aralık 2010 Cumartesi
Yanmışım Sönmüşüm...
http://www.dailymotion.com/video/x55l8b_sezen-aksu-yanmisim-sonmusum-ben-by_music
Evetçi oldu diye çok eleştirildi. Çarmıha gerildi hatta. Bu nasıl İzmirli dediler onun için, sokaklardan adını kaldırdılar falan filan. Evetçi olup kalbimizi kırsa da onu sevmemek elde değil. En azından şarkılarını sevmemek... Bu şarkısı en sevdiğimdir. Klibini çeken kişinin Fatih Akın olması da ayrı bir güzelliktir.
Evetçi oldu diye çok eleştirildi. Çarmıha gerildi hatta. Bu nasıl İzmirli dediler onun için, sokaklardan adını kaldırdılar falan filan. Evetçi olup kalbimizi kırsa da onu sevmemek elde değil. En azından şarkılarını sevmemek... Bu şarkısı en sevdiğimdir. Klibini çeken kişinin Fatih Akın olması da ayrı bir güzelliktir.
30 Kasım 2010 Salı
Şahlar ve Sultanlar ya da Filler ve Çimenler
İskender Pala’yı oldum olası sevmişimdir. Kendisi “divan edebiyatı”nı sevdiren adam olarak tanınır. Edebiyat bölümü öğrencileri için de bir efsanedir. Biz Türkçeçiler; edebiyat bölümündekiler kadar yoğun olmasa da eski dilden, eski edebiyattan nasibimizi aldık tabi ki bir dönem. İskender Pala, divan edebiyatını ne kadar sevdiriyorsa bizim hocalar da -birkaçını tenzih ederim- bir o kadar tiksindiriyordu maalesef. Daha okulun ilk haftasında, klasik edebiyat derslerine giren bölüm başkanımız tarafından top sakallı olmam sebebiyle bölüme yakışmamakla itham edilmiştim. Nasıl bir yere geldim ben yahu diye düşünmüştüm. Onun ardından, gözü Fuzuli’den başka bir şey görmeyen hocamız gelmiş ve illallah dedirtmişti divan edebiyatından. Muhterem hocalarımızın edebiyata sığ bakış açıları, yeniliğe, değişime kapalı tavırları divan edebiyatını sevdirmekten ziyade insanı uzaklaştırıyordu. Peki, tüm suç hocalarda mıydı, tabi ki değildi! Ben de suç ortağıydım. Zira o dönemde gayet cahildim. Yarım yamalak solculuğumla divan edebiyatını seçkinci bir edebiyat olarak tanımlayıp küçük görüyor; solcu olmayı, köhnemiş Osmanlının-edebiyatı da dahil- mirasını saymamak, reddetmek sanıyordum. Cahildim adı üstünde, o yaşlarda oluyor insanlar öyle. Bu yüzden ne hocalarla ne de divan edebiyatıyla barışmıyordu yıldızım. Bu sebeple İskender Pala bana can simidi olmuştu. Eski edebiyatla kavgalı olduğum zamanlarda tanımıştım kendisini. Ve o dönemde İskender Pala boğazın karşı yakasında ders veriyordu. Heyhat, biz ise bu taraftaydık. Pala’yı televizyondan izler, Pala’nın yazılarını takip eder ve kitaplarını okurdum. Kendi hocalarımda bulamadığım entelektüel bakış açısı Pala’da vardı ve benim klasik edebiyatla minimal düzeyde de olsa barışmamı sağladı.
Benim divan edebiyatıyla barışmamı sağlayan; divan edebiyatını daha iyi özümsemiş, onda sevecek taraflar bulmuş olmam filan değildi aslında. Pala’nın samimi üslubu ve entelektüel tavrı-kendi hocalarımda bulamadığım özellikler-beni etkilemişti hep. Hocalarım statikti, değişme ihtimalleri yoktu ve zaten değişime kapalıydılar. Ama Pala öyle değildi. Değişime ve gelişime açıktı. Tanımadıkları bir dille yazılmış bir edebiyat nasıl sevdirilirdi ki başka türlü gençlere. (Romancılığa soyunduğu dönemde katıldığı bir programda, sunucu onun bir divan edebiyatı profesörü oluşundan ötürü biraz da çekinerek, modern edebiyatı takip edip etmediğini sormuştu. Hoca, modern edebiyatı çok yakından takip ettiğini neredeyse eline geçen her şeyi okuduğunu, roman tekniğini geliştirebilmek için buna ihtiyacı olduğunu söylemişti. İşte bu onun değişime olan açıklığına güzel bir örnekti doğrusu ve çok takdir etmiştim hocayı.)
Bu sebeple İskender Pala’nın , roman mecraına akışına şaşırmadım. Romanlarını çıkış sırasına göre hevesle aldım ve okudum. İlk iki romanı da gayet başarılı romanlardı. Modern roman tekniğiyle divan edebiyatının zarif dilini kaynaştırmış ve kendine has bir üslup yaratmıştı İskender Hoca. Özellikle ilk romanı olan “Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk” dünya edebiyatı ölçeğinde bile muadillerine taş çıkartacak bir sürükleyiciliğe sahipti. Üçüncü ve son romanının çıktığını onu televizyonda bir söyleşide görünce öğrendim, kısa sürede son kitabını da edindim ve okudum. Şah ve Sultan, roman okuyucusunu yine memnun edecektir. Ben de beğenmediğimi söyleyemem. Lakin beni tatmin etmedi dahası bazı bazı rahatsız bile etti. Kitabın kapağını kapattıktan sonra bu kitapla ilgili iyi şeyler söyleyesim, okuması için birilerine tavsiye edesim gelmedi. Halbuki İskender Pala’nın bildik estetiğiyle anlatılan sevgiye dair meseller gayet ilgi çekici. Ama hepi topu o işte.
Bir kere mevzubahis olan şey roman bile olsa -ki roman kurgudur, kurgudan hesap sormaksa ne kadar adilse- dünyaya toz pembe gözlüklerle bakıyorsa rahatsız olurum ben. Bu romanda o naiflik fazlasıyla hatta rahatsız edici ölçüde mevcut. Romanın iki ana kahramanı tarihten seçilmiş iki büyük şahsiyet. Hoş benim nazarımda büyük oluşları tarih kitaplarında adlarının geçiyor olmasından ibaret. Çünkü romanın iki kahramanı Yavuz Sultan Selim de Şah İsmail de pek öyle insan sever tipler değiller. İcraatlarına bakmak yeterli. Romanın insanı kıllandıran noktası tam da burası. Zalimlikleriyle maruf bu iki padişah kitapta -benim görüşüme göre- fazlasıyla masumane işleniyor. İkisinin de şair olması-şair adam hassastır, şair adam cinayeti anlatır ama katil değildir- ikisinin de aynı kadına karşı duydukları zaafiyet fazlasıyla okuyucunun gözüne sokuluyor ve bu insani yönleri daha bir sivriltiliyor. Öldürdüğü düşmanlarının kafatasından şarap içen ve iktidarını sağlamlaştırmak için babasını bile öldürebilecek derecede ihtiras sahibi iki kişiden bahsediyoruz halbuki. Özellikle yazar Yavuz konusunda fazla duygusal davranmış gibi geldi bana. Lirik tarih anlatımıza uygun bir portre çizilmiş Yavuz için. Hırslı ama hırslı olduğu kadar da adaletli ve bağışlayıcı bir insanmış gibi anlatılıyor. Bunu dengeleyebilmek için karşıt taraf olan Şah İsmail hakkında da olumlu bir izlenim oluşturulmaya çalışılmış gibi. Özellikle Şah’ın aralarında geçen meşhur savaşı kaybettikten sonra düştüğü perişan durum ve kendini tasavvufa verişi filan derken neredeyse ona acıyacak, üzülecek hale geliyoruz okuyucu olarak. Bir de ikisi de aslında aynıydı metaforu var kitapta. İkisi de hırslıydı, civanmetti, deli doluydular ama adaletliydiler, yeri geldiğinde zalimdiler ama aynı zamanda sevgi nedir bilen şair yürekli adamlardı benzerinden bir benzerlik ilgisi kuruluyor. Dahası yanlarına sağ kolları misalinden iki karakter yerleştiriliyor ki kendileri bizzat ikizdir:Hasan ve Hüseyin. İkisi arasındaki özdeşlik Hasan ve Hüseyin üzerinden de sürdürülüyor kitapta ve aslında kendi hırslarına yenik düşmüş iki bedbaht karakter olarak aklanıyorlar hikayenin içinde.
Tümden haksızlık etmeyeyim İskender Hoca’ya kitapta öyle bir bölüm var ki değme antimilitarist metinlere taş çıkartır. Aşağıda metinden alıntıladığım o bölüm yer alıyor. Bu bölümde, o büyük savaşta-Çaldıran’da-bilmeden kendi kardeşi Hasan’ı öldüren Hüseyin’in trajedisi anlatılıyor. Kardeşini öldürdüğünün farkına varan Hüseyin, canından bir parça olan kardeşini ne uğruna, kimin uğruna öldürdüğünü sorguluyor ve neticesinde onları birbirlerine düşürenlere de savaşlara da lanet okuyor.
Yazar ben olsaydım bu bölümde bir “aydınlanma” yaşayan Hüseyin karakterini -hiç olmazsa onu- o savaşın ve iktidar mücadelesinin dışına atar, savaştan sonra inzivaya çekilmiş bir derviş yapardım hikayede. Aydınlanmış bir insan Osmanlı coğrafyasında başka ne yapabilir ki. Zira Osmanlı’nın en muhalif isimleridir aslında dervişler, her neviden dünyevi mücadeleyi bir kalemde kapı dışı ederek pasif tarafından da olsa dışarısında kalmışlardır o kirli oyunların. En basit tabiriyle bile savaş karşıtıdırlar.
Neyse yazar ben olmadığıma göre devam edelim mevzuya. Hüseyin karakteri kardeşini öldürdüğü için lanet eder her şeye ama kardeşini yaşatmak adına ikizinin yerine geçer yani artık Yavuz’un değil Şah’ın fedaisidir. Şah’ın fedaisi olmasıyla beraber, kendince ikilemler yaşar; Yavuz mu Şah mı diye. Ama neticede o iktidar mücadelesinin hala ortasındadır. Savaş meydanındaki iktidar mücadelesi bitmiş bu defada sevdikleri kadın üzerindeki iktidar mücadeleleri başlamıştır ve Hüseyin yeni adıyla Hasan , Şah’ın tarafında bu mücadelenin piyonu olmaya devam eder. Dolayısıyla yazarın da karakterin de tutarlılığı uçar gider.
Savaş karşıtlığı görüldüğü üzere geçicidir kitapta. Kaldı ki o karşıtlık da aslında savaşa karşı değildir. Kitabın birkaç yerinde zikredildiği üzere karşıt olunan şey sünni ya da kızılbaş olsun, müslümanın müslümana kılıç çekmesidir. Yoksa küffara çekilen kılıç her zaman haktır ve helaldir.
Sonuçta Türk-İslam tarihiyle ilgili bir tarihi romandan savaş karşıtı olmasını beklemek safdillilik örneğidir ama ne bileyim İskender Hoca’nın ben de bıraktığı imaj hep oydu: Entelektüel, tutarlı ve objektif. Böyle lirik bir tarih anlayışıyla yoğrulmuş bir coğrafya içinde çok şey bekliyorum aslında farkındayım.
“...
Eskiden Sultan Selim vardı, şimdi Şah İsmail var. Her ikisine de kul olduğuma yürekten inanıyorum... Peki ama, onlara kullluk yapabilmek için kardeşimi öldürmek zorunda mıydım ben? Şimdi tercih durumunda kalırsam hangisinden yana çıkmalıyım; kardeşimi öldürmemi söyleyen Selim’den mi, kardeşimi karşıma çıkaran İsmail’den mi? Tekrar hangisinin kulu olmalıyım; Şah’ı daha önce bir kez gördüğüm ve tanıdığım için beni on kişilik hassa muhafızlarının başına vererek sahrada Şah’ı bulmak ve öldürmekle görevlendiren Selim’in mi, kardeşime savaşa meydanında ölmeyi emreden İsmail’in mi? Anadolu’da Kızılbaşlara aman vermeyen Selim için, acaba Kızılbaş kardeşime itibar edip canını emanet eden Kızılbaş İsmail’i öldürmeli miyim? Hakikatte bu ikisinin iktidar kavgasında ne işim vardı benim? Neden kıymıştım kardeşime?!.. Şu dünyda kavga etmeden yaşanılamaz mıydı? Sultanlar ve şahlar birbirleriyle savaşırken harcayacakları kuvvet ve mesaiyi üretmeye harcasalardı eğer, elbette tabiat onlara her nimeti sunar, Allah da geçimlerini bereketlendirirdi. İnsanları, geçinmek için ganimete muhtaç edenlere lanet olsun!.. Ekip biçseler, güdüp kesseler elbette doyarlar, gül gibi geçinirlerdi. Bu sahiplenme hırsı neydi? Toprağı, insanı, varlığı bunca sahiplenmek için savaş neydi? Toprak herkese yeterdi ama sahiplenmek isteyenler işi bozuyordu. Şu dünyada her millet, her insan bu yüzden hayatını savaşarak kazanmak zorunda kalıyordu. Hatta bazen bunun adı gaza da oluyordu. Müslüman ile müslüman savaşıyor, Anadolu Türkleri iki ordu çıkarıyor, adı “gaza” oluyor, kardeşimle beni karşı karşıya getiriyorlardı. Elbette kurşun attığım Kızılbal askerinin can parem Hasan olduğunu bilsem tetiğe dokunmazdım. Elbette Hasan ile karşı karşıya gelip yüzlerimizi görsek savaşı oracıkta bırakıp kucaklaşırdık; ama bilemedim, parmaklarım kopsaydı, bilemedim!...
...”
28 Kasım 2010 Pazar
Haydarpaşa’yı Yanarken Görmek
Haydarpaşa’dan yükselen duman hepimizin içine çöktü bugün, hepimizi boğdu. Zira sıradan bir yapı değildir Haydarpaşa Garı, bir semboldür o. İstanbul’un, Kadıköy’ün, bazen kavuşmanın bazen hasretin, Yeşilçam’ın, emeğin, estetiğin sembolüdür o. Öyle ya da böyle herkese bir şeyler hissettirir.
Benim içinse pek çok şeydir Haydarpaşa Garı. Daha on sekizime bile basmamışken bu şehre üniversite okumak için geldiğimde, İstanbul’da beni ilk karşılayan oydu. O tarihten bu yana yolculuklarımın, seferlerimin büyük bir çoğunluğunda hep o vardı. Onun sayesinde minnet etmemiştim otobüslerin soğuk, sıkıcı dünyasına. Memleketten dönüşlerde beni karşılayan oydu. 1 Mart tezkeresini durdurmak için giderken de arkamızdaydı dimdik. Onun o meşhur tarihi merdivenlerinde izlemiştim Nazım’ın “Memleketimden İnsan Manzaraları”nı. Ve o zaman daha iyi kavramıştım, onun sadece bir yapıdan ibaret olmadığını. İçinde binlerce hayat ve hikaye barındırdığını.
Bu yüzden, onu yanarken görmek tarifi zor, sancılı bir tecrübeydi benim için. Bu yüzdendir ki bilgisayar ekranından haberleri takip ederken şu üstteki fotoğrafı görünce gözlerimden yaşların süzülmesini engelleyemedim. Haydarpaşa kül olursa bir daha trene binmeyeceğim dedim, isyan ettim kendimce. Benim gibi binlerce insan vardı biliyorum, o manzara karşısında ne yapacağını bilmemenin çaresizliğiyle öylece oturan ve Haydarpaşa’ya reva görülene ağız dolusu küfreden.
Kapitalizm bu; gölgesini satamayacağı ağacı bile keser. Haydarpaşa yangınının bir kaza olduğunu külahımıza anlatsınlar. Onların kirli oyunlarını ve niyetlerini gayet iyi tanıyoruz artık. Kapitalizm dünyanın her yerinde acımasızca ve kudurmuşça işliyor. Ancak bizim memlekette daha bir mide bulandırıyor. Her şey o kadar aleni bir şekilde ve insanların gözünün içine baka baka yapılıyor ki insan insanlığından utanıyor bunca adice, basitçe-sözüm ona-kurnazlıkların karşısında. Kurnaz oldukları kadar cesurlar da. Çünkü biliyorlar ki bu halk unutuyor her şeyi. Modernleşmeyi daha fazla bina daha renkli alışveriş merkezleri ve daha fazla duble yoldan ibaret sandığımız sürece de devam edecekler. Tarihi yağmalamaya, yıkmaya, peşkeş çekmeye devam edecekler. Şansızlıkları şu ki yağmalanacak şey azaldıkça insanlar fark etmeye başlıyor elinden gidenleri. E normal, elimizde tek tük kalınca bir şeyler fark etmek daha kolay oluyor. Bir gün gelecek sadece zincirlerimiz kalacak elimizde kaybedeceğimiz, umarım o güne kadar dayanabilir Haydarpaşa.
Benim içinse pek çok şeydir Haydarpaşa Garı. Daha on sekizime bile basmamışken bu şehre üniversite okumak için geldiğimde, İstanbul’da beni ilk karşılayan oydu. O tarihten bu yana yolculuklarımın, seferlerimin büyük bir çoğunluğunda hep o vardı. Onun sayesinde minnet etmemiştim otobüslerin soğuk, sıkıcı dünyasına. Memleketten dönüşlerde beni karşılayan oydu. 1 Mart tezkeresini durdurmak için giderken de arkamızdaydı dimdik. Onun o meşhur tarihi merdivenlerinde izlemiştim Nazım’ın “Memleketimden İnsan Manzaraları”nı. Ve o zaman daha iyi kavramıştım, onun sadece bir yapıdan ibaret olmadığını. İçinde binlerce hayat ve hikaye barındırdığını.
Bu yüzden, onu yanarken görmek tarifi zor, sancılı bir tecrübeydi benim için. Bu yüzdendir ki bilgisayar ekranından haberleri takip ederken şu üstteki fotoğrafı görünce gözlerimden yaşların süzülmesini engelleyemedim. Haydarpaşa kül olursa bir daha trene binmeyeceğim dedim, isyan ettim kendimce. Benim gibi binlerce insan vardı biliyorum, o manzara karşısında ne yapacağını bilmemenin çaresizliğiyle öylece oturan ve Haydarpaşa’ya reva görülene ağız dolusu küfreden.
Kapitalizm bu; gölgesini satamayacağı ağacı bile keser. Haydarpaşa yangınının bir kaza olduğunu külahımıza anlatsınlar. Onların kirli oyunlarını ve niyetlerini gayet iyi tanıyoruz artık. Kapitalizm dünyanın her yerinde acımasızca ve kudurmuşça işliyor. Ancak bizim memlekette daha bir mide bulandırıyor. Her şey o kadar aleni bir şekilde ve insanların gözünün içine baka baka yapılıyor ki insan insanlığından utanıyor bunca adice, basitçe-sözüm ona-kurnazlıkların karşısında. Kurnaz oldukları kadar cesurlar da. Çünkü biliyorlar ki bu halk unutuyor her şeyi. Modernleşmeyi daha fazla bina daha renkli alışveriş merkezleri ve daha fazla duble yoldan ibaret sandığımız sürece de devam edecekler. Tarihi yağmalamaya, yıkmaya, peşkeş çekmeye devam edecekler. Şansızlıkları şu ki yağmalanacak şey azaldıkça insanlar fark etmeye başlıyor elinden gidenleri. E normal, elimizde tek tük kalınca bir şeyler fark etmek daha kolay oluyor. Bir gün gelecek sadece zincirlerimiz kalacak elimizde kaybedeceğimiz, umarım o güne kadar dayanabilir Haydarpaşa.
6 Kasım 2010 Cumartesi
Cuma Hocanın Küpesi ve Gelenekler
Cuma Toygar bir sınıf öğretmeni. Aynı zamanda çevreci bir aktivist. Son günlerde başı biraz belada. İki sefer kınama bir sefer maaş kesintisi cezası almış. Sürgün edilmesi gündeme gelmiş. Suçu küpe takmak. Aslında işin garip tarafı kılık kıyafet yönetmeliğinde küpe takmanın bir yasak olarak belirtilmemiş olması. Yasaklanmamış bir durum nasıl suç teşkil edebilir ki diye düşünüyor insan ister istemez. İşte orada geleneklerimiz devreye giriyor.
Manisa İl Milli Eğitim Müdürü Aziz Ersoy durumu şöyle izah etmiş kendince:
“Yönetmelikte küpe takma denmiyor ama geleneğimizde böyle bir şey yok.” Tamam buna da eyvallah, ülkemizde yazılı olmayan yasalar çoğunlukla yazılı yasalardan çok daha etkili olabiliyor. Son zamanlarda buna moda tabirle “mahalle baskısı” da diyebiliriz. İşin burasında milli eğitimin ve valilğin niyetini biraz sorgulamak gerekiyor. Eğer iyi niyetliler ve amaçları öğretmenlerinin üzerinde oluşabilecek baskıdan onu korumaksa “Bak arkadaş biz senin küpe takmana karışmayız çünkü yönetmelikler aksini söylemiyor; ama bu ülke henüz böyle bir şeyi kaldırmıyor, bu yüzden sen o küpeyi takmasan daha iyi olur.” diyebilirlerdi. Ve takıp takmamak Cuma Hocanın inisiyatifine bırakılabilirdi. Ama niyetlerinin iyi olmadığı açık. Farklılıklara saygıları yok ve farklı olanı tehlikeli görüyorlar. Peki onlar ne yapmışlar, önce kınamışlar sayın meslektaşımızı sonra haksız bir şekilde maaş kesintisi yapmışlar ardından da sürgüne göndermeye karar vermişler. Tabi bu cezalar için de kılıf hazır: emre itaatsizlik ve amirlerine saygısızlık.
Meselenin küpe takıp takmama meselesi olmadığı aşikar. Bu da bir özgürlükler meselesi. Peki, özgürlükler demişken; toplumsal hayatı düzenleyen ve çoğu zaman yazılı kanunlardan daha fazla yaptırımı olan geleneklerimiz özgürlüklerimizin üzerinde midir? Eğer geleneklerin gücünü daha yukarıda görüyorsanız yazının bundan sonrasını okumayabilirsiniz. Çünkü ben bu görüşte değilim. Hatta atadan babadan getirdiğimiz birçok geleneğin ve göreneğin de değişmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Bu geçmişi hor görme ya da geçmişin tecrübelerini kaale almama olarak algılanmamalı. Bu doğal bir süreç. Çağın gerisinde kalan tüm düşünceler eriyip yok olmaya mahkumdur zaten. İşin başka bir boyutu da bu farklılıklardan ürkme histerisini gelenekçilik paravanı arkasına saklamaya çalışmak. Tarih anlatılarında hep geçer, eski zaman dervişlerinin ve hatta Osmanlı padişahlarından Yavuz Selim’in küpe taktığı. Ecdadı küpe takarken mübah gören zihniyet niçin diğerine karşı hoşgörüsüzdür acaba. Güçlü olanın özgürlük alanı daha mı geniştir ya da o aksesuara yüklediğimiz anlama göre mi değişir kişiye yapacağımız muamele ?
Geleneklerin ne kadar gerekli ya da bağlayıcı olduğunu bir kenara bırakıp tekrar farklılıklar ve özgürlükler meselesine dönelim. Daha önce değerli(!) görüşünü aktardığımız Milli Eğitim Müdürü Ersoy, Cuma Hocanın küpe takması hakkında şöyle bir yorumda da bulunmuş: “Basını kullanmak suretiyle kendisine medyada yer arıyor.” Hadi diyelim ki bu hocamızın böyle bir amacı var ve küpeli marjinal hoca olmak gibi bir vitrin yapma niyetinde, bunu bile eleştirmeye hakkımız yok bence. Bu da onun seçimidir. Kaldı ki bu küpe olayının arkasında naif ve insancıl bir hikaye yatıyor. Derste öğrencilere insanların farklılıklarına ve tercihlerine saygı duymak gerektiğini anlatan Cuma Hoca’ya bir öğrencisi o zaman siz de küpe takar mısınız diye soruyor. Bunun üzerine farklılıkların korkulacak bir şey olmadığını göstermek isteyen Cuma Hoca, takıyor kulağına küpeyi. (Küpe dediğimiz de nokta kadar bir küpe zaten.) Öğrencileri de kendisi de bundan hoşlanıyor ve bir daha da çıkarmıyor küpeyi kulağından. Ve emekliliğine birkaç yıl kalmış bu yaşını başını almış hocamız yıllar sonra tanıştığı ve taktığı bu aksesuarına pek doğal bir şekilde sahip çıkıyor, özgürlüğüne ve yasalara aykırı olmayan kişisel tercihine saygı duyulmadığı için. Saygı duyulacak bir davranış.
Ben de eski kulağı deliklerden biriyim. Kulağımdaki deliği fark eden ve eskiden kulağınız delik miydi diye soran öğrencilerime uzun süre yalan söyledim bu mahalle baskısı yüzünden. Daha yeni yeni itiraf edebiliyorum ve inkar etttiğim için de pişmanım aslında. Tatillerde ailemin yaşadığı şehire giderken bana kulağımdaki küpeyi çıkarttıran, öğrencilerimin gözünde otoritem sarsılacak korkusuyla bana yalan söylettiren bu tutucu geleneklerimizi gözden geçirmenin zamanı geldi galiba.
Dün kazandığı mücadelesinden dolayı Türkan Ablamıza selamlarımızı göndermiştik, bugün de onurlu duruşundan ötürü Cuma Hoca’ya bir selam çakalım.
Etiketler:
Cuma Toygar,
gelenekler,
kılık kıyafet yönetmeliği,
küpe
31 Ekim 2010 Pazar
Müsaitseniz Size Şiir Okumaya Geleceğiz
Bugün, arkadaşlarla birlikte güzel havayı fırsat bilip sokağa vurduk kendimizi. Biraz Kadıköy turundan sonra Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin ferah bahçesinde çayımızı yudumlayalım dedik, oturduk. Oturduk, çaylarımız geldi içiyoruz filan derken bir arkadaş yanaştı yanımıza ve şiir dinletisinden haberdar olup olmadığımızı sordu. Merak ettik, sorduk; nedir ne değildir diye. Bir garip etkinlik düzenlemişler. Bir liste koydular önümüze, yirmi kadar şairin adı yazılı listede. Dediler istediğiniz ismi seçin, onu çağıralım, yanınıza gelip size şiir okusun. Önce bir afalladık, yanlış mı anladık acaba diye şöyle bir birbirimize baktık arkadaşlarla. Öyle ya, böyle bir şiir dinletisi uygulaması daha önce hiç görmemiştik de duymamıştık da. Ama, yanlış yoktu.
Bir isim söylemekte tereddüt ettik önce. Estağfurullah yaa dedik, şairdir bu sonuçta, yazıyla çiziyle uğraşan insan değerlidir, nasıl çağıralım öyle meyve tabağı ister gibi masamıza. Ama bir yandan da hemen oracıkta Ahmed Arif’in deyimiyle bir "namus işçisiyle" tanışmanın, konuşmanın albenisine dayanamadık; velhasılı aldım elime listeyi. Aldım ama aldığıma da pişman oldum. Bir gerçekle yüzleştim çünkü edebiyatla haşır neşir olmakla övünen ben listedeki isimleri tanımıyordum ki seçeyim birini. Hepsi bana aynı mesafedeydi. Günümüz edebiyatıyla aramdaki ilişkinin bu denli uzak olduğunu ben bile fark edememişim meğerse. Listedeki yirmi küsur şairin yüzde sekseni yabancı şairlerden oluşuyordu ve benim tek sığınağım buydu. Nerden tanıyacaktım allahın ecnebi(!) şairlerini. Ben Can Yücel’i tanırdım, Ahmed Arif’i, Orhan Veli’yi, Hasan Hüseyin’i Ataol Behramoğlu’nu ve diğer ustaları. Tanırdım da ne kadar tanırdım sanki, ortalama bir edebiyatsever ne kadar tanırsa o kadar... Listede yerli şairlere umutsuzca göz gezdirirken birini tanıdım ve çocuklar gibi sevindim o an içten içe. Ben onu şair olarak bilmezdim ama tanıyordum işte canım neticede. Onur Caymaz’dı o isim. BirGün’deki yazılarından tandığım Onur Caymaz. Dedim Onur Bey’i rica etsek. Bu tercihle üzerimden bir yük kalkmış gibi hissettim kendimi, lakin içimden de dua etmekteydim, inşallah isimleri karıştırmıyorumdur, inşallah benim tahmin ettiğim kişidir diye.
Aradan bir beş dakika geçti. Bize tanıtımı yapan arkadaş yanında Onur Caymaz’la beraber geldi. Onur Caymaz masamıza oturdu ve onbeş dakikalık kısa ama bir o kadar samimi sohbetimiz başladı. Samimi dediğime bakmayın biz pek konuşamadık yine de, masaya şair çağırtıp şiir okutmanın haddini bilmezliği ve ezikliğiyle büzüşüp kaldık köşemizde. Ama o sağolsun çok rahattı, hatta bu durumla bile dalgasını geçti ve bizi de bir nebze olsun rahatlattı. O onbeş dakikalık kısacık sohbette neler neler anlattı bize, iki de şiirini okudu. Bir şairin şiirini kendisinden dinlemek kadar keyifli bir şey yoktur bence. Çünkü başkasının okuduğu mizansendir, şair kendi şiirini seslendirdiğinde ise şiir ete kemiğe bürünür, sahicileşir birden.
Benim bu on beş dakika içerisinde kendisiyle ilgili edinebildiğim izlenim gerçekten dürüst bir insan oluşu. Ağzından çıkan kelimeler sahici, yalın ve coşkulu. Sekiz tane kitabı çıkmış bugüne kadar, buna rağmen gayet mütevazı bir insan. Edebiyat dünyası şöyledir böyledir diye atıp tutmadı hiç, çok hazzetmediğinden bahsetti ama kimseye de bok atmadı. İnsanlar kitap okumuyorlar bu yüzden böyle ya da bir yerlere gelmemizi birileri engelliyor falan filan edebiyatına sığınmadı. Sekiz tane kitabım çıkmış ve ben tanınmıyorsam bunun muhasebesini kendimle de yapmalıyım dedi. Çalışmanın, üretmenin ve geliştirmenin gerekliliğinden dem vurup kendini de eleştirdi. Aynı dünya görüşü etrafında birleşmekten gurur duyduğum bu coşkulu şair arkadaş, sağolsun keyif verdi bize konukluğuyla.
Eve döndüğümde geçen hafta BirGün Pazar ekinde yazdığı güzel yazısını hatırladım ve tekrar okudum. İnsanlık için solun niçin hala en büyük umut olduğunu ne de güzel anlatıyordu: “Sol; evet gençtir, evet sabırsız; belki deneyimsizdir ama bin yıllık bilgi, birikim durur ardında ve evet, devrim haksızlıklara son verecektir. Kendin için mümkün olmasa bile senden sonrakiler için...”
Burası böyle bir ülke işte. Bir gariplikler kumpanyası gibi. Yedisinden yetmişine herkesin şair olduğu(bakınız:posta gazetesi okurlardan gelen şiirler)ama şiir okumadığı bir ülkede şairler masanıza şiir okumaya gelirler. Sahi aslında güzel olmaz mıydı akşamları eşe dosta oturmaya gittiğimizde birbirimize şiirler okusaydık.
Herkese bol şiirli aydınlık günler dilerim...
Bir isim söylemekte tereddüt ettik önce. Estağfurullah yaa dedik, şairdir bu sonuçta, yazıyla çiziyle uğraşan insan değerlidir, nasıl çağıralım öyle meyve tabağı ister gibi masamıza. Ama bir yandan da hemen oracıkta Ahmed Arif’in deyimiyle bir "namus işçisiyle" tanışmanın, konuşmanın albenisine dayanamadık; velhasılı aldım elime listeyi. Aldım ama aldığıma da pişman oldum. Bir gerçekle yüzleştim çünkü edebiyatla haşır neşir olmakla övünen ben listedeki isimleri tanımıyordum ki seçeyim birini. Hepsi bana aynı mesafedeydi. Günümüz edebiyatıyla aramdaki ilişkinin bu denli uzak olduğunu ben bile fark edememişim meğerse. Listedeki yirmi küsur şairin yüzde sekseni yabancı şairlerden oluşuyordu ve benim tek sığınağım buydu. Nerden tanıyacaktım allahın ecnebi(!) şairlerini. Ben Can Yücel’i tanırdım, Ahmed Arif’i, Orhan Veli’yi, Hasan Hüseyin’i Ataol Behramoğlu’nu ve diğer ustaları. Tanırdım da ne kadar tanırdım sanki, ortalama bir edebiyatsever ne kadar tanırsa o kadar... Listede yerli şairlere umutsuzca göz gezdirirken birini tanıdım ve çocuklar gibi sevindim o an içten içe. Ben onu şair olarak bilmezdim ama tanıyordum işte canım neticede. Onur Caymaz’dı o isim. BirGün’deki yazılarından tandığım Onur Caymaz. Dedim Onur Bey’i rica etsek. Bu tercihle üzerimden bir yük kalkmış gibi hissettim kendimi, lakin içimden de dua etmekteydim, inşallah isimleri karıştırmıyorumdur, inşallah benim tahmin ettiğim kişidir diye.
Aradan bir beş dakika geçti. Bize tanıtımı yapan arkadaş yanında Onur Caymaz’la beraber geldi. Onur Caymaz masamıza oturdu ve onbeş dakikalık kısa ama bir o kadar samimi sohbetimiz başladı. Samimi dediğime bakmayın biz pek konuşamadık yine de, masaya şair çağırtıp şiir okutmanın haddini bilmezliği ve ezikliğiyle büzüşüp kaldık köşemizde. Ama o sağolsun çok rahattı, hatta bu durumla bile dalgasını geçti ve bizi de bir nebze olsun rahatlattı. O onbeş dakikalık kısacık sohbette neler neler anlattı bize, iki de şiirini okudu. Bir şairin şiirini kendisinden dinlemek kadar keyifli bir şey yoktur bence. Çünkü başkasının okuduğu mizansendir, şair kendi şiirini seslendirdiğinde ise şiir ete kemiğe bürünür, sahicileşir birden.
Benim bu on beş dakika içerisinde kendisiyle ilgili edinebildiğim izlenim gerçekten dürüst bir insan oluşu. Ağzından çıkan kelimeler sahici, yalın ve coşkulu. Sekiz tane kitabı çıkmış bugüne kadar, buna rağmen gayet mütevazı bir insan. Edebiyat dünyası şöyledir böyledir diye atıp tutmadı hiç, çok hazzetmediğinden bahsetti ama kimseye de bok atmadı. İnsanlar kitap okumuyorlar bu yüzden böyle ya da bir yerlere gelmemizi birileri engelliyor falan filan edebiyatına sığınmadı. Sekiz tane kitabım çıkmış ve ben tanınmıyorsam bunun muhasebesini kendimle de yapmalıyım dedi. Çalışmanın, üretmenin ve geliştirmenin gerekliliğinden dem vurup kendini de eleştirdi. Aynı dünya görüşü etrafında birleşmekten gurur duyduğum bu coşkulu şair arkadaş, sağolsun keyif verdi bize konukluğuyla.
Eve döndüğümde geçen hafta BirGün Pazar ekinde yazdığı güzel yazısını hatırladım ve tekrar okudum. İnsanlık için solun niçin hala en büyük umut olduğunu ne de güzel anlatıyordu: “Sol; evet gençtir, evet sabırsız; belki deneyimsizdir ama bin yıllık bilgi, birikim durur ardında ve evet, devrim haksızlıklara son verecektir. Kendin için mümkün olmasa bile senden sonrakiler için...”
Burası böyle bir ülke işte. Bir gariplikler kumpanyası gibi. Yedisinden yetmişine herkesin şair olduğu(bakınız:posta gazetesi okurlardan gelen şiirler)ama şiir okumadığı bir ülkede şairler masanıza şiir okumaya gelirler. Sahi aslında güzel olmaz mıydı akşamları eşe dosta oturmaya gittiğimizde birbirimize şiirler okusaydık.
Herkese bol şiirli aydınlık günler dilerim...
Özgür Peygamber: Zorba
-Bizim Zorba'ya ithafen-
“Ne makine şu insan be! İçine ekmek, şarap, balık, turp koyuyorsun; iç çekmeleri, gülüşler ve düşler çıkıyor. İmalathane! Sanırım beynimizde konuşan bir sinema var.”
Zorba’yı okumaya başladığımda şaşırmıştım önce. Ne yani, roman adını kahramanından mı alıyordu. Bu kitabı tanımlayabilecek/özetleyebilecek bir konu/kavram yok muydu da yazar kahramanının adını vermişti kitaba. Kolaycılık demeye dilim varmasa da bir garip his uyandırmıştı bu durum ben de. Ama okudukça nedenini kavramak zor olmadı benim için. Çünkü romanın kahramanı olan Aleksi Zorba bir roman kahramanı olmanın ötesinde anlam barındıyordu gerçekten de. Taşıyordu sanki kitaptan.
Tıpkı Cervantes’in Don Kişot’u gibi Kazancakis’in Zorba’sı da kitaba adını vermenin ötesinde; bir duruşa, bir felsefeye, bir dünya görüşüne tekabül ediyordu. Anlatıcıyla- yani patronla-birlikte romanın iki ana kişisinden biri Zorba. Zorba hakkında yazar, onu gerçekten tanıdığını ve hayatını değiştiren bir insan olduğunu söylemese böyle bir insanın yaşamış olabileceğinden bile şüphe edecektir okuyucu. Zira yer yer dibine kadar karikatürize ve zaman zaman öylesine idealize edilmiş bir karakterdir Zorba ve ister istemez böyle bir kahramanın gerçek hayatta olamayacağını düşündürtür insana. Ama vardır Zorba ve Zorba gibileri. Onlar hayata dair bildikleri her şeyi kitaplardan değil bizzat yaşayarak öğrenmiş yaşamayı iliklerine kadar sindirmiş kahramanlardır. İnsanlığa hayattan zevk almayı ve ölümden korkmamayı öğretmiş halk filozoflarıdır onlar. Zorba da onlardandır, belki de en hasıdır. Yeri geldiğinde dişi sineğe bile bıyık buracak kadar kadın düşkünü bir hergele, yeri geldiğinde dünyanın en halkçı emekçisi, yeri geldiğinde dünyanın ve kainatın bütün hikmetine ermiş bir düşünür, yeri geldiğinde de alabildiğine mütevazı bir derviştir.
Dünya edebiyatındaki gelmiş geçmiş en ilginç karakterlerdendir Aleksi Zorba. En eğlencelilerinden, en saflarından ve en bilgelerinden. Hayatı o kadar yoğun yaşar ki kelimelerle anlatılması güçtür, o yüzden raks ederek anlatır bazen duygularını. Yazarın tabiriyle “Toprak Ana’sından göbeği kesilmemiş, hilesiz, kocaman bir ruh” tur o. Bu yüzden olsa gerek bu kitabı bitirmem çok uzun sürdü. Hele ki sonuna yaklaştıkça daha da yavaşladım elimde olmayarak bitmesin istedim Zorba’yla patronun hasbihalleri. Ama bitti. Yine de bitişiyle bile çok şey öğretti bana Zorba. Bitişlere üzülmemeyi öğretti örneğin. Önemli olan bitiş noktasına kadar neler yaptığın o arayı nelerle doldurduğundu. Zorba bittiğinde yaşamakla dopdoluydum ben de; bu yeter de artardı zaten.
Zorba’dan aktarılacak alıntı o kadar çok ki hangisini yazayım bilemedim, aşağıdakiler Zorba’yı en iyi anlatanlardan sadece ikisi:
“Bir zamanlar diyordum ki: Bu Türk’tür, bu Bulgar’dır ve bu Yunanlı’dır. Ben, vatan için öyle şeyler yaptım ki patron, tüylerin ürperir; adam kestim, çaldım, köyler yaktım, kadınların ırızna geçti, evler yapma ettim... Neden? Çünkü bunlar Bulgar’mış, ya da bilmem neymiş... Şimdi kendi kendime sık sık şöyle diyorum: Hay kahrolasıca pis herif, hay yok olası aptal! Yani akıllandım, artık insanlara bakıp şöyle demekteyim: Bu iyi adamdır, şu kötü. İster Bulgar olsun, ister Rum, isterse Türk! Hepsi bir benim için. Şimdi, iyi mi, kötü mü yalnız ona bakıyorum. Ve ekmek çarpsın ki ,ihtiyarladıkça da, buna bile bakmmaya başladım. Ulan ister iyi, ister kötü olsun be! Nah diyorum bu fakirde yiyor, içiyor, seviyor, korkuyor , onun da tanrısı ve karşı tanrısı var, o da kıkırdayacak ve dümdüz toprağa uzanacak, onu da kurtlar yiyecek... Hey zavallı hey! Hepimiz kardeşiz be... Hepimiz kurtların yiyeceği etiz.”
"Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm."
“Ne makine şu insan be! İçine ekmek, şarap, balık, turp koyuyorsun; iç çekmeleri, gülüşler ve düşler çıkıyor. İmalathane! Sanırım beynimizde konuşan bir sinema var.”
Zorba’yı okumaya başladığımda şaşırmıştım önce. Ne yani, roman adını kahramanından mı alıyordu. Bu kitabı tanımlayabilecek/özetleyebilecek bir konu/kavram yok muydu da yazar kahramanının adını vermişti kitaba. Kolaycılık demeye dilim varmasa da bir garip his uyandırmıştı bu durum ben de. Ama okudukça nedenini kavramak zor olmadı benim için. Çünkü romanın kahramanı olan Aleksi Zorba bir roman kahramanı olmanın ötesinde anlam barındıyordu gerçekten de. Taşıyordu sanki kitaptan.
Tıpkı Cervantes’in Don Kişot’u gibi Kazancakis’in Zorba’sı da kitaba adını vermenin ötesinde; bir duruşa, bir felsefeye, bir dünya görüşüne tekabül ediyordu. Anlatıcıyla- yani patronla-birlikte romanın iki ana kişisinden biri Zorba. Zorba hakkında yazar, onu gerçekten tanıdığını ve hayatını değiştiren bir insan olduğunu söylemese böyle bir insanın yaşamış olabileceğinden bile şüphe edecektir okuyucu. Zira yer yer dibine kadar karikatürize ve zaman zaman öylesine idealize edilmiş bir karakterdir Zorba ve ister istemez böyle bir kahramanın gerçek hayatta olamayacağını düşündürtür insana. Ama vardır Zorba ve Zorba gibileri. Onlar hayata dair bildikleri her şeyi kitaplardan değil bizzat yaşayarak öğrenmiş yaşamayı iliklerine kadar sindirmiş kahramanlardır. İnsanlığa hayattan zevk almayı ve ölümden korkmamayı öğretmiş halk filozoflarıdır onlar. Zorba da onlardandır, belki de en hasıdır. Yeri geldiğinde dişi sineğe bile bıyık buracak kadar kadın düşkünü bir hergele, yeri geldiğinde dünyanın en halkçı emekçisi, yeri geldiğinde dünyanın ve kainatın bütün hikmetine ermiş bir düşünür, yeri geldiğinde de alabildiğine mütevazı bir derviştir.
Dünya edebiyatındaki gelmiş geçmiş en ilginç karakterlerdendir Aleksi Zorba. En eğlencelilerinden, en saflarından ve en bilgelerinden. Hayatı o kadar yoğun yaşar ki kelimelerle anlatılması güçtür, o yüzden raks ederek anlatır bazen duygularını. Yazarın tabiriyle “Toprak Ana’sından göbeği kesilmemiş, hilesiz, kocaman bir ruh” tur o. Bu yüzden olsa gerek bu kitabı bitirmem çok uzun sürdü. Hele ki sonuna yaklaştıkça daha da yavaşladım elimde olmayarak bitmesin istedim Zorba’yla patronun hasbihalleri. Ama bitti. Yine de bitişiyle bile çok şey öğretti bana Zorba. Bitişlere üzülmemeyi öğretti örneğin. Önemli olan bitiş noktasına kadar neler yaptığın o arayı nelerle doldurduğundu. Zorba bittiğinde yaşamakla dopdoluydum ben de; bu yeter de artardı zaten.
Zorba’dan aktarılacak alıntı o kadar çok ki hangisini yazayım bilemedim, aşağıdakiler Zorba’yı en iyi anlatanlardan sadece ikisi:
“Bir zamanlar diyordum ki: Bu Türk’tür, bu Bulgar’dır ve bu Yunanlı’dır. Ben, vatan için öyle şeyler yaptım ki patron, tüylerin ürperir; adam kestim, çaldım, köyler yaktım, kadınların ırızna geçti, evler yapma ettim... Neden? Çünkü bunlar Bulgar’mış, ya da bilmem neymiş... Şimdi kendi kendime sık sık şöyle diyorum: Hay kahrolasıca pis herif, hay yok olası aptal! Yani akıllandım, artık insanlara bakıp şöyle demekteyim: Bu iyi adamdır, şu kötü. İster Bulgar olsun, ister Rum, isterse Türk! Hepsi bir benim için. Şimdi, iyi mi, kötü mü yalnız ona bakıyorum. Ve ekmek çarpsın ki ,ihtiyarladıkça da, buna bile bakmmaya başladım. Ulan ister iyi, ister kötü olsun be! Nah diyorum bu fakirde yiyor, içiyor, seviyor, korkuyor , onun da tanrısı ve karşı tanrısı var, o da kıkırdayacak ve dümdüz toprağa uzanacak, onu da kurtlar yiyecek... Hey zavallı hey! Hepimiz kardeşiz be... Hepimiz kurtların yiyeceği etiz.”
"Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm."
20 Ekim 2010 Çarşamba
Savrulan Yapraklar Misali
"Biz bahçemizin dışındaki dünyayı hepten unuttuk. Şimdi de bu unutkanlığın bedelini ödüyoruz..."
Tiyatrolar sonbaharla birlikte perdelerini açtılar. Biz tiyatro sevdalıları da tekrardan doldurmaya başladık salonları. Geçen cuma sezonun ilk oyununa gittik ve biz de sezonumuzu açmış olduk.
İlk oyunumuz Murathan Mungan'ın Dört Kişilik Bahçe adlı oyunuydu. Sezonun ilk oyunu olmasaydı belki daha fazla etki bırakırdı üzerimde, belki daha çok severdim bu oyunu. Oyunu sevmediğimi söyleyemem, aslına bakarsanız beğendim de; lakin sezonu açtığımız oyunun bir melodram oluşu, oyundaki karakterlere ve diyaloglara hakim olan ağır hava, benim de omuzlarıma çöktü ve altında ezildim. Hayat zaten yeterince can sıkıcıyken tiyatro sahnesinde ne görmeyi bekliyorsam artık!
Dört Kişilik Bahçe adlı oyunda, zamana ayak uyduramayan ve bu bocalama süreci içerisinde birbirleriyle de ilişkileri bozulan, değişen, örselenen bir aileye tanık oluyoruz. Ortayaşlarında iki kız kardeş, bir dul anne ve bunamış bir paşadan mürekkep bu aile şan-şöhret ve servetleriyle beraber cemiyeti ayakta tuttuğunu düşündükleri değerlerin de birer birer yok oluşu karşısında nafile bir direniş içerisinde sürdürüyorlar hayatlarını. Bu zorlu direniş esnasında da birbirlerini daha iyi tanıma, birbirlerinin zaaflarını, yalanlarını ve acımasız yönlerini de fark etme şansı buluyorlar. Ne acı ki; hiçbiri bir diğerine ilaç olamıyor, hepsi kendi derin yalnızlıkları içinde yok olup gidiyor.
20.yüzyıl muazzam değişimler çağı. Bu oyunun kahramanları da bu değişimin içinde savrulup giden kurumuş birer yaprak adeta. Zaten bu muazzam değişimler çağında bocalamayan, sendelemeyen, savrulup gitmeyen var mı ki...!
DÖRT KİŞİLİK BAHÇE
Yazan : MURATHAN MUNGAN
Yöneten : ERSİN UMULU
Dramaturgi : ARZU IŞITMAN
Sahne Tasarımı : ZUHAL SOY
Işık Tasarımı : MURAT ÖZDEMİR
Kostüm Tasarımı : AYSEL DOĞAN
Efekt : YUSUF TUNCER
Yönetmen Yardımcısı : ENES MAZAK-ÇAĞLAR POLAT
OYUNCULAR
AYŞE KÖKÇÜ, ESIN UMULU , METIN ÇOBAN, SEVIL AKI
İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ ŞEHİR TİYATROLARI
Tiyatrolar sonbaharla birlikte perdelerini açtılar. Biz tiyatro sevdalıları da tekrardan doldurmaya başladık salonları. Geçen cuma sezonun ilk oyununa gittik ve biz de sezonumuzu açmış olduk.
İlk oyunumuz Murathan Mungan'ın Dört Kişilik Bahçe adlı oyunuydu. Sezonun ilk oyunu olmasaydı belki daha fazla etki bırakırdı üzerimde, belki daha çok severdim bu oyunu. Oyunu sevmediğimi söyleyemem, aslına bakarsanız beğendim de; lakin sezonu açtığımız oyunun bir melodram oluşu, oyundaki karakterlere ve diyaloglara hakim olan ağır hava, benim de omuzlarıma çöktü ve altında ezildim. Hayat zaten yeterince can sıkıcıyken tiyatro sahnesinde ne görmeyi bekliyorsam artık!
Dört Kişilik Bahçe adlı oyunda, zamana ayak uyduramayan ve bu bocalama süreci içerisinde birbirleriyle de ilişkileri bozulan, değişen, örselenen bir aileye tanık oluyoruz. Ortayaşlarında iki kız kardeş, bir dul anne ve bunamış bir paşadan mürekkep bu aile şan-şöhret ve servetleriyle beraber cemiyeti ayakta tuttuğunu düşündükleri değerlerin de birer birer yok oluşu karşısında nafile bir direniş içerisinde sürdürüyorlar hayatlarını. Bu zorlu direniş esnasında da birbirlerini daha iyi tanıma, birbirlerinin zaaflarını, yalanlarını ve acımasız yönlerini de fark etme şansı buluyorlar. Ne acı ki; hiçbiri bir diğerine ilaç olamıyor, hepsi kendi derin yalnızlıkları içinde yok olup gidiyor.
20.yüzyıl muazzam değişimler çağı. Bu oyunun kahramanları da bu değişimin içinde savrulup giden kurumuş birer yaprak adeta. Zaten bu muazzam değişimler çağında bocalamayan, sendelemeyen, savrulup gitmeyen var mı ki...!
DÖRT KİŞİLİK BAHÇE
Yazan : MURATHAN MUNGAN
Yöneten : ERSİN UMULU
Dramaturgi : ARZU IŞITMAN
Sahne Tasarımı : ZUHAL SOY
Işık Tasarımı : MURAT ÖZDEMİR
Kostüm Tasarımı : AYSEL DOĞAN
Efekt : YUSUF TUNCER
Yönetmen Yardımcısı : ENES MAZAK-ÇAĞLAR POLAT
OYUNCULAR
AYŞE KÖKÇÜ, ESIN UMULU , METIN ÇOBAN, SEVIL AKI
İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ ŞEHİR TİYATROLARI
14 Ekim 2010 Perşembe
Şili'den Alınacak Dersler
"Böyle bir kaza biz de olsa, madencileri üç günde çıkarırdık." demiş Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer. Hem suçlu hem güçlü olmak böyle bir şey heralde. Hatta hem kel hem fodul bunlar. Aslında galiz küfürler edesim var ama yakışık almayacak. Karadon madeninde hayatını kaybeden madencilerden ikisinin cesedine üzerinden aylar geçmiş olmasına rağmen ulaşılamazken muhterem bakan güzel sıvamış doğrusu.
Şili'de yaşananlardan yöneticilik dersi, daha önemlisi insanlık dersi alması gerekenler, çıkmışlar bir de abuk sabuk demeç veriyorlar. Ama normal, burası Türkiye. Hatırlarsak bu arkadaş, Karadon'da ölenler için "güzel öldüler" açıklamasını yapmış. Başbakan hazretleri ise "maalesef bu işin kaderinde var bu" demişti bir önceki maden faciasında.
Bir önceki Çalışma ve Sosyal Güvenlik bakanımız Faruk Çelik ise tersanelerdeki işçi ölümleri sorulduğunda "bu konunun benim bakanlığımla alakalı olduğunu düşünmüyorum" mealine gelen bir söz söylemişti.
Dediğim gibi bunların önce insanlık dersi alması lazım. İnsandan özge insandan değerli bir varlık olmadığını öğrenmeliler önce. Ama bunun için politikalarını değiştirmeleri gerekir ki bu işlerine gelmez. İnsan hayatının değil, daha fazla kâr ve daha fazla rantın önemli olduğu bir politik coğrafyada buna benzer haberleri ve demeçleri duymak alelade bir şey haline dönüştü zaten bizim için.
Şili'de farklı olan ne bir de ona bakalım. Güney Amerika günümüzde halkçı iktidarların ağırlıkta olduğu tek coğrafya belki de. Ve eski ABD başkanlarından Eisenhower'ın domino taşı teorisini doğrular bir siyasal yapı söz konusu Güney Amerika'da. Hepsi birbirini olumlu etkiliyor. Yanılmıyorsam; Güney Amerika'da, iktidarın sol kanadın elinde bulunmadığı iki ülke var. Bunlardan biri Şili diğeri de Kolombiya olsa gerek. Bu anlamda Latin ülkeleri halkçı demokrat iktidarlarıyla dünya siyasetinin yüz akı konumundalar. Ama işin güzel tarafı, Şili'de sağcı bir hükümet olmasına rağmen orda da işlerin insanlıktan yana işliyor olması. Aslında anahtar sözcükte bu:insan olmak. Son iki yüzyıldır insanlık tarihi siyasal çalkantılar için de sağıydı soluydu derken çok kan kaybetti. Önemli olan insan odaklı olmak, önemli olan insana değer vermek, emeğe ve erdemlere sahip çıkmak. Şili Devlet Başkanı Pinera; yeraltından gelen madenciye sarıldı ya, varsın sağcı olsun varsın solcu önemi yok.
Şili Allende'li Sosyalist zamanları da yaşadı, Pinochet'li faşist zamanları da. Pinera'dan bir önceki başkan sol kanattandı. Pinera sağ kanattan ama Latin Amerika'daki o güzel rüzgâr sayesinde kendilerine özgü bir sosyal demokrasi yaratmışlar gibi duruyor. Darısı başımıza.
Şili'de yaşananlardan yöneticilik dersi, daha önemlisi insanlık dersi alması gerekenler, çıkmışlar bir de abuk sabuk demeç veriyorlar. Ama normal, burası Türkiye. Hatırlarsak bu arkadaş, Karadon'da ölenler için "güzel öldüler" açıklamasını yapmış. Başbakan hazretleri ise "maalesef bu işin kaderinde var bu" demişti bir önceki maden faciasında.
Bir önceki Çalışma ve Sosyal Güvenlik bakanımız Faruk Çelik ise tersanelerdeki işçi ölümleri sorulduğunda "bu konunun benim bakanlığımla alakalı olduğunu düşünmüyorum" mealine gelen bir söz söylemişti.
Dediğim gibi bunların önce insanlık dersi alması lazım. İnsandan özge insandan değerli bir varlık olmadığını öğrenmeliler önce. Ama bunun için politikalarını değiştirmeleri gerekir ki bu işlerine gelmez. İnsan hayatının değil, daha fazla kâr ve daha fazla rantın önemli olduğu bir politik coğrafyada buna benzer haberleri ve demeçleri duymak alelade bir şey haline dönüştü zaten bizim için.
Şili'de farklı olan ne bir de ona bakalım. Güney Amerika günümüzde halkçı iktidarların ağırlıkta olduğu tek coğrafya belki de. Ve eski ABD başkanlarından Eisenhower'ın domino taşı teorisini doğrular bir siyasal yapı söz konusu Güney Amerika'da. Hepsi birbirini olumlu etkiliyor. Yanılmıyorsam; Güney Amerika'da, iktidarın sol kanadın elinde bulunmadığı iki ülke var. Bunlardan biri Şili diğeri de Kolombiya olsa gerek. Bu anlamda Latin ülkeleri halkçı demokrat iktidarlarıyla dünya siyasetinin yüz akı konumundalar. Ama işin güzel tarafı, Şili'de sağcı bir hükümet olmasına rağmen orda da işlerin insanlıktan yana işliyor olması. Aslında anahtar sözcükte bu:insan olmak. Son iki yüzyıldır insanlık tarihi siyasal çalkantılar için de sağıydı soluydu derken çok kan kaybetti. Önemli olan insan odaklı olmak, önemli olan insana değer vermek, emeğe ve erdemlere sahip çıkmak. Şili Devlet Başkanı Pinera; yeraltından gelen madenciye sarıldı ya, varsın sağcı olsun varsın solcu önemi yok.
Şili Allende'li Sosyalist zamanları da yaşadı, Pinochet'li faşist zamanları da. Pinera'dan bir önceki başkan sol kanattandı. Pinera sağ kanattan ama Latin Amerika'daki o güzel rüzgâr sayesinde kendilerine özgü bir sosyal demokrasi yaratmışlar gibi duruyor. Darısı başımıza.
10 Ekim 2010 Pazar
Eylemdik!
Bugün eylemdeydik. Bir süredir küresel eylem grubu ve bir dizi çevreci örgüt tarafından 10.10.2010 tarihi için eylem çağrısı yapılıyordu. Daha doğrusu "eylemce" çağrısı. Küresel ısınma ve iklim krizleriyle ilgili yapılacak bu eylemin "eğlence" tadında geçmesi öngörüldüğü için böyle denmişti çağrıya. Mevzubahis konu üzerine eylem sadece Türkiye'de değil tüm dünyada yapıldı bugün. Eylemin konusu ve muhatabı malum. Tüm dünyayı tehdit eder boyutta çevre felaketleri yaşanıyor ve bir dizisi de kapımızda. Ve mevcut hükümetler bunlara önlemler almak bir yana dursun daha fazla rant daha fazla kâr için bu sorunları görmezlikten gelmekte ve dünyayı daha büyük çevre felaketlerine sürükleyebilecek kirli enerji üretimlerine devam etmekteler. Hal böyleyken sokağın sesini yükseltmek, buna sesimiz çıktığınca dur demek lazımdı.
Biz de duyarlı bireyler olarak "eylemceye" iştirak ettik ve "eylemdik". Ama gerçekten eğlendik mi..?? Ne gezer. Ortada en az yaşanan ve yaklaşan felaketler kadar berbat bir tablo var. Tüm dünyayı ilgilendiren bir konu üzerine bir eylem var ortada ama sokakta bir avuç insan var. Sanki mevcut düzenlerden, krizlerden ve felaketlerden sadece bu delibozuklar rahatsızmış gibi. Bu halk çoktandır haklı ya da haksız, siyasi ya da bu eylemde olduğu üzere insani hiçbir talep için sokağa inmiyor. Böyle bir kültür zaten yoktu ve gitgide de siliniyor mücadele tarihimizden. Eylemde hep aynı insanlar sokağa iniyor, slogan atıyor, söyleniyor söyleniyor geri geliyorlar. Dostlar alışverişte görsün ya da körlerle sağırlar birbirini ağırlar hesabı. Ne sivil toplum örgütlerinin ne partilerin umrunda değil mi çevre ya da dünyanın geleceği? İş söze gelince mangalda kül bırakmazlar ama eyleme gelince yoklar. Çocuklarımız gitgide yaşanmaz hale gelen dünya için hesap soracaklar bize ama umurumuzda değil.
Halkı örtüleyemediğimiz için, meramımızı anlatamadığımız için bizim de suçumuz var. Ortada hem fikirsel anlamda hem de yöntem anlamında bir yanlış olduğu ortada. Ama bu dünyayı nasıl daha yaşanır bir yer haline getiririzi düşünenen yok.
Velhasılı eylemdik ama eğlenemedik...
Bir Kızılderili atasözüyle bitirelim: "Dünya bize atalarımızdan miras kalmadı, onu çocuklarımızdan ödünç aldık."
Bu cümledeki hakikati fark ettikten sonra Kızılderililerle akraba olduğumuz konusunda övünebiliriz ancak.
9 Ekim 2010 Cumartesi
Türk Halkının Var mısın Yok musun Yavşaklığından Nefret Ediyorum
Evet efendim. Benim Fazıl Say'dan neyim eksik. Ben de gaf yapmak istiyorum. Ben de ağzıma geleni söylemek istiyorum. Ben de "yavşaaaaaaklar" diye kusmak istiyorum öfkemi. Hakikaten öfkeleniyorum zira.
Televizyonla ve televizyon dünyasıyla aram yoktur pek. Burda da sık sık dile getirmiştim bunu daha önce. Bugün televizyonu açtığım kısa süre içerisinde kanaldan kanala zap yaparken iki programa takıldı gözüm. Birincisi malum. Girişte veryansın ettiğim, Var mısın Yok musun... Bu nedir ki şimdi. Bu bir yarışma mıdır..? Yarışmaysa eğer, allah aşkına neyi yarıştırıyor bu arkadaşlar. Rezilliklerini, bayağılıklarını mı..?? Hiçbir bilgiyi ya da yeteneği ölçtüğü var mı bu sözde yarışmanın/programın? Birbirini daha önce hiç tanımayan insanlar "paranın" mayıştırıcı(yavşaklaştırıcı) gücü etrafında tek vücut oluyorlar, duygulanıyorlar falan filan, bir dizi saçmalık. Başlarında da Türk televizyon tarihinin en yavşak ve fakat en zeki adamlarından biri var. Herifçioğlu yabancı televizyonlardan apardığı antin kuntin formatlar sayesinde multi milyoner oldu.
Güya bu program sayesinde ezilmiş fakir halkımı zengin ediyor. Bu programların sözde cebimizi doldurken beynimizi boşalltığının farkında değil miyiz. Değiliz sanırım. O zaman müstehaktır bize böyle formatlar böyle sunucular filan. Tamgaz devam.
Sonra kanalı değiştim bir baktım. FoxTv'de Öğretmen Kemal diye bir dizi. Arka Sıradakiler adlı diziyi de diğer tüm diziler gibi oturup izlemişliğim hiç yok ama popüler televizyon kültürü ve internet sağolsun(!) tanıyoruz biliyoruz hepsini. Bülnet Emin Yarar'ın oynadığı Kemal Öğretmeni hemen o an görmesem ekranda, bu dizinin Cüneyt Arkın'ın oynadığı "Öğretmen Kemal" filminin yeniden çekimi zannederdim muhtemelen. O yeniden uyarlamalar pek bir revaçta malum. Ama durum öyle değil. Bizim bıyıklı Kemal hoca karşımdaki bildiğin. Tabi olayı idrak etmem uzun sürmedi. Arka Sıradakiler adlı süpersonik gençlik dizisi çok fena tutunca devam ettirelim biz bu işi demiş pek muhterem yapımcılar ve bu muhteşem diziyi türetmişler. Helal olsun lan size ne çakalsınız. Nasıl olsa ne çekseniz izleyen bir kitle var. Türk televizyonlarının ve Türk dizilerinin kalitesi ortada. Bir de üstüne üstlük bu kepaze dizileri çekenler, bu dizilerin eğitim sisteminin yanlışlarını, Türkiye'deki eğitim gerçeğini yansıttığını filan söylerler ya pişkinlikle işte ben en çok ona gülerim.
Ne diyelim. İyi seyirler Türkiye... Her nerede izleniyor ve izlettiriliyorsa.
Televizyonla ve televizyon dünyasıyla aram yoktur pek. Burda da sık sık dile getirmiştim bunu daha önce. Bugün televizyonu açtığım kısa süre içerisinde kanaldan kanala zap yaparken iki programa takıldı gözüm. Birincisi malum. Girişte veryansın ettiğim, Var mısın Yok musun... Bu nedir ki şimdi. Bu bir yarışma mıdır..? Yarışmaysa eğer, allah aşkına neyi yarıştırıyor bu arkadaşlar. Rezilliklerini, bayağılıklarını mı..?? Hiçbir bilgiyi ya da yeteneği ölçtüğü var mı bu sözde yarışmanın/programın? Birbirini daha önce hiç tanımayan insanlar "paranın" mayıştırıcı(yavşaklaştırıcı) gücü etrafında tek vücut oluyorlar, duygulanıyorlar falan filan, bir dizi saçmalık. Başlarında da Türk televizyon tarihinin en yavşak ve fakat en zeki adamlarından biri var. Herifçioğlu yabancı televizyonlardan apardığı antin kuntin formatlar sayesinde multi milyoner oldu.
Güya bu program sayesinde ezilmiş fakir halkımı zengin ediyor. Bu programların sözde cebimizi doldurken beynimizi boşalltığının farkında değil miyiz. Değiliz sanırım. O zaman müstehaktır bize böyle formatlar böyle sunucular filan. Tamgaz devam.
Sonra kanalı değiştim bir baktım. FoxTv'de Öğretmen Kemal diye bir dizi. Arka Sıradakiler adlı diziyi de diğer tüm diziler gibi oturup izlemişliğim hiç yok ama popüler televizyon kültürü ve internet sağolsun(!) tanıyoruz biliyoruz hepsini. Bülnet Emin Yarar'ın oynadığı Kemal Öğretmeni hemen o an görmesem ekranda, bu dizinin Cüneyt Arkın'ın oynadığı "Öğretmen Kemal" filminin yeniden çekimi zannederdim muhtemelen. O yeniden uyarlamalar pek bir revaçta malum. Ama durum öyle değil. Bizim bıyıklı Kemal hoca karşımdaki bildiğin. Tabi olayı idrak etmem uzun sürmedi. Arka Sıradakiler adlı süpersonik gençlik dizisi çok fena tutunca devam ettirelim biz bu işi demiş pek muhterem yapımcılar ve bu muhteşem diziyi türetmişler. Helal olsun lan size ne çakalsınız. Nasıl olsa ne çekseniz izleyen bir kitle var. Türk televizyonlarının ve Türk dizilerinin kalitesi ortada. Bir de üstüne üstlük bu kepaze dizileri çekenler, bu dizilerin eğitim sisteminin yanlışlarını, Türkiye'deki eğitim gerçeğini yansıttığını filan söylerler ya pişkinlikle işte ben en çok ona gülerim.
Ne diyelim. İyi seyirler Türkiye... Her nerede izleniyor ve izlettiriliyorsa.
18 Eylül 2010 Cumartesi
Referandum Savaşı
Büyük Zaferler
Başbakan o gün beyaz elbisesini giydi, iki rekat namaz kıldı, atının kuyruğunu kendi elleriyle bağladı. Seçmenlerine, "Şu anda ben de sizin gibi sıradan bir vatandaşım, eğer yenilirsek bu beyaz elbise kefenim olacak" dedi. Bunun üzerine seçmenler sandıklara hücum etti.
İki ordu referandum denilen yerde karşılaştı.
Hayırcıların ordusu Evetçilere oranla çok daha kalabalıktı. Ancak Hayırcı ordusundaki ülkücüler müslümanlarla savaştıklarını görünce karşı tarafa geçtiler.
O gün başbakan büyük bir zafer kazandı. Hayırcı ordusu bertaraf edilmiş, Kılıçdaroğlu Beyi esir alınmıştı.
Başbakan o akşam "Evetçiler de Hayırcılar da kazanmıştır" dedi. Kılıçdaroğlu'na çok iyi davrandı, bir süre misafir ettikten sonra serbest bıraktı.
Zafer günü bütün illerde bayram ilan edildi.
Referandum Zaferi hem Türk Alemi hem de Dünya tarihi bakımından çok büyük bir önem taşımaktadır.
Sonuçları:
* Demokrasinin kapıları Türklere açıldı.
* Demokrasinin bir Türk yurdu olduğu kesinleşti.
* Demokrasi bir Türk gölü oldu.
* Vesayet çağı kapandı, rönesans başladı.
* Skolastik düşünce değerini yitirdi.
* Düşünen, araştıran, evlenen 3 çocuk yapan insan tipi ortaya çıktı!
* İktidarla muhalefet arasında bir antlaşma imzalandı. Buna göre; Chp lideri Başbakan Yardımcısına denk sayılacak, Br başkan birbuçuk başbakan sayılacak, boykot edenler 242 milyon lira savaş tazminatı ödeyecek, kısmet olursa seçimden sonra yeni anayasa yapılacak.
(Cem Dinlenmiş, Penguen dergisi, her şey olur köşesi)
Başbakan o gün beyaz elbisesini giydi, iki rekat namaz kıldı, atının kuyruğunu kendi elleriyle bağladı. Seçmenlerine, "Şu anda ben de sizin gibi sıradan bir vatandaşım, eğer yenilirsek bu beyaz elbise kefenim olacak" dedi. Bunun üzerine seçmenler sandıklara hücum etti.
İki ordu referandum denilen yerde karşılaştı.
Hayırcıların ordusu Evetçilere oranla çok daha kalabalıktı. Ancak Hayırcı ordusundaki ülkücüler müslümanlarla savaştıklarını görünce karşı tarafa geçtiler.
O gün başbakan büyük bir zafer kazandı. Hayırcı ordusu bertaraf edilmiş, Kılıçdaroğlu Beyi esir alınmıştı.
Başbakan o akşam "Evetçiler de Hayırcılar da kazanmıştır" dedi. Kılıçdaroğlu'na çok iyi davrandı, bir süre misafir ettikten sonra serbest bıraktı.
Zafer günü bütün illerde bayram ilan edildi.
Referandum Zaferi hem Türk Alemi hem de Dünya tarihi bakımından çok büyük bir önem taşımaktadır.
Sonuçları:
* Demokrasinin kapıları Türklere açıldı.
* Demokrasinin bir Türk yurdu olduğu kesinleşti.
* Demokrasi bir Türk gölü oldu.
* Vesayet çağı kapandı, rönesans başladı.
* Skolastik düşünce değerini yitirdi.
* Düşünen, araştıran, evlenen 3 çocuk yapan insan tipi ortaya çıktı!
* İktidarla muhalefet arasında bir antlaşma imzalandı. Buna göre; Chp lideri Başbakan Yardımcısına denk sayılacak, Br başkan birbuçuk başbakan sayılacak, boykot edenler 242 milyon lira savaş tazminatı ödeyecek, kısmet olursa seçimden sonra yeni anayasa yapılacak.
(Cem Dinlenmiş, Penguen dergisi, her şey olur köşesi)
16 Eylül 2010 Perşembe
Halkın kararına saygılıyım ama bir o kadar da kaygılıyım
Evetti, hayırdı derken o rüzgârda esti geçti. Elimizde kalan bir avuç bayağı tartışmadan ibaret. Benim şahsi oyum hayırdan yanaydı; lakin evet verenler cahildir, şakşakçıdır, hayırcı 18 ilden gerisinde yaşanmaz kardeşim diyerek tartışmanın da doğru olmadığını düşünüyorum.
Neticede ezici çoğunlukla olmasa bile halk kararını vermiştir. Maalesef durum böyle.
Ama bu çarkı tersine döndürmenin yolu doğru bildiklerini bıkmadan usanmadan anlatmak ve tabi ki seviyeyi düşürmeden, ötekileştirmeden, kutuplaştırmadan tartışmaktır. O %58'in içinde kendi düşüncene kazanabileceğin milyonlarca insan olduğunu unutursan sürekli kaybetmeye mahkum olursun.
Neticede ezici çoğunlukla olmasa bile halk kararını vermiştir. Maalesef durum böyle.
Ama bu çarkı tersine döndürmenin yolu doğru bildiklerini bıkmadan usanmadan anlatmak ve tabi ki seviyeyi düşürmeden, ötekileştirmeden, kutuplaştırmadan tartışmaktır. O %58'in içinde kendi düşüncene kazanabileceğin milyonlarca insan olduğunu unutursan sürekli kaybetmeye mahkum olursun.
11 Eylül 2010 Cumartesi
"11'e 10 kala" ve Düşündürdükleri
Yaşadığımız çağ tüketim üzerine kurulmuş. Büyük bir hızla ve hiç durmadan tüketiyoruz. Aslında değişimin değişmezliğinden yola çıkarak sürekli bir tüketim içerisinde olmamız çok da yadırganacak bir durum değil. Sonuçta eskiyenin yerine yeninin gelmesi doğanın kanunu bir yerde. Ama günümüz insanının tüketim potansiyeli sıklıkla zikrettiğimiz üzere bir çılgınlığa dönmüş durumda. Tüketimimizi belirleyen temel unsur gereksinimlerimiz değil artık. Çoğunlukla ya modası geçtiği gerekçesiyle ya da reklamlarının albenisine kapılarak yeni şeyler alıyor, tüketiyoruz.
Bu durumun mevcut ekonomiyi canlandırdığını varsayarak avutabiliriz kendimizi ama iş aslında o kadar basit değil. Bu tüketme ve sürekli daha yenisine sahip olma hırsı, parasıyla bütün maddi hazları satın alabileceğini zanneden insanoğlunun manevi dünyasında da kara delikler oluşturuyor. Maddi dünyanın doğal bir davranış haline dönüştürdüğü kontrolden çıkmış tüketiciliğimiz, manevi dünyamıza da sıçrıyor bir zaman sonra ve insana-insanlığa dair var ettiğimiz bütün erdemleri de birer tüketim maddesi olarak görüp harcamaya başlıyoruz sonunda. İnsanı insan yapan sadakat, hoşgörü, yardımlaşma vs. gibi güzel değerlerin zamanla yok oluyor olmasının bir açıklaması olması gerekir değil mi. Bunların çağın insanı için nostaljik birer duygudan ibaret kalmasında bu tüketim sapkınlığının payı olduğu aşikar. Manevi değerler maalesef maddi değerler gibi tekrar üretilemediğinden tüketildikçe azalıyor ve yenilenemiyor da.
“11’e 10 Kala” adlı filmi izlerken aklıma hep bunlara benzer düşünceler üşüştü. Filmin ana kahramanı olan Mithat Esmer tutkulu bir koleksiyoncu. İnsana dair ne varsa toplayan ve topladıklarıyla zamanı donduran bir gönül adamı kendisi. Tüketmeyi değil; saklamayı, biriktirmeyi kutsayan bir eski zaman insanı Mithat Esmer. Filmde de bizzat kendisini oynuyor. Filmin yönetmeni Pelin Esmer amcasının hayatından esinlenerek kurmaca bir senaryo çıkarmış ortaya. Senaryo kurmaca olmasına kurmaca ama karakterler sahici senaryoya ilham veren hayat sahici bu yüzden amcası Mithat Esmer karakterini bizzat yine amcasına oynatmış ve çok da iyi yapmış. Çünkü 83 yaşındaki Mithat amca o kadar doğal ki filmi bir belgesel tadında izliyorsunuz zaman zaman. Mithat Esmer’e Kapıcı Ali rolünde Nejat İşler eşlik ediyor. Film de zaten bu iki karakterin arasındaki ilişki üzerinden yürüyor. İnsanların sadece daha fazla para, daha fazla konfor peşinde koştuğu, tüketimin inanılmaz boyutlara eriştiği bir zamanda nesli tükenmiş bir insan olarak yaşam savaşı veriyor Mithat Bey. Bu savaşı sırasında çevresindeki insanların ahmaklıklarına, insafsızlıklarına ve riyakarlıklarına karşı mücadele ediyor. Koca ömrü boyunca biriktirdiği onca materyalle birlikte tarihi koklayarak yaşıyor kendi dünyasında. Bir süre sonra o dünyaya Ali’yi de çekiyor. Bu iki zıt karakterin hikayesi beklenmedik bir sonla bitiyor(Orasını söylemeyelim, izlemek isteyenler olabilir.)
“11’e 10 Kala” mutlaka izlenmesi gereken bir film. Yönetimiyle, senaryosuyla, diyaloglarıyla ve en önemlisi düşündürdükleriyle muazzam bir sinema deneyimi. Lakin tüketim maddesi olarak çok rağbet görmeyeceğinden dolayı(!) festivaller ve birkaç sinema salonu dışında bu film gösterilmedi ve gösterimden de çoktan kalktı. Ben de sinemada izleme fırsatını bulamamıştım. CD’den izledim, DVD’si de çıkmış olsak gerek piyasaya. Türk televizyonlarında bu filmi izleme şansı bulur muyuz o da biraz şüpheli. Ama bu film aklınızın bir köşesinde bulunsun. Bir şekilde izleme fırsatı elinize geçerse sakın kaçırmayın.
filmle ilgili bilgilere göz atıp fragmanını da izleyebilmek için şuraya tıklayabilirsiniz
Bu durumun mevcut ekonomiyi canlandırdığını varsayarak avutabiliriz kendimizi ama iş aslında o kadar basit değil. Bu tüketme ve sürekli daha yenisine sahip olma hırsı, parasıyla bütün maddi hazları satın alabileceğini zanneden insanoğlunun manevi dünyasında da kara delikler oluşturuyor. Maddi dünyanın doğal bir davranış haline dönüştürdüğü kontrolden çıkmış tüketiciliğimiz, manevi dünyamıza da sıçrıyor bir zaman sonra ve insana-insanlığa dair var ettiğimiz bütün erdemleri de birer tüketim maddesi olarak görüp harcamaya başlıyoruz sonunda. İnsanı insan yapan sadakat, hoşgörü, yardımlaşma vs. gibi güzel değerlerin zamanla yok oluyor olmasının bir açıklaması olması gerekir değil mi. Bunların çağın insanı için nostaljik birer duygudan ibaret kalmasında bu tüketim sapkınlığının payı olduğu aşikar. Manevi değerler maalesef maddi değerler gibi tekrar üretilemediğinden tüketildikçe azalıyor ve yenilenemiyor da.
“11’e 10 Kala” adlı filmi izlerken aklıma hep bunlara benzer düşünceler üşüştü. Filmin ana kahramanı olan Mithat Esmer tutkulu bir koleksiyoncu. İnsana dair ne varsa toplayan ve topladıklarıyla zamanı donduran bir gönül adamı kendisi. Tüketmeyi değil; saklamayı, biriktirmeyi kutsayan bir eski zaman insanı Mithat Esmer. Filmde de bizzat kendisini oynuyor. Filmin yönetmeni Pelin Esmer amcasının hayatından esinlenerek kurmaca bir senaryo çıkarmış ortaya. Senaryo kurmaca olmasına kurmaca ama karakterler sahici senaryoya ilham veren hayat sahici bu yüzden amcası Mithat Esmer karakterini bizzat yine amcasına oynatmış ve çok da iyi yapmış. Çünkü 83 yaşındaki Mithat amca o kadar doğal ki filmi bir belgesel tadında izliyorsunuz zaman zaman. Mithat Esmer’e Kapıcı Ali rolünde Nejat İşler eşlik ediyor. Film de zaten bu iki karakterin arasındaki ilişki üzerinden yürüyor. İnsanların sadece daha fazla para, daha fazla konfor peşinde koştuğu, tüketimin inanılmaz boyutlara eriştiği bir zamanda nesli tükenmiş bir insan olarak yaşam savaşı veriyor Mithat Bey. Bu savaşı sırasında çevresindeki insanların ahmaklıklarına, insafsızlıklarına ve riyakarlıklarına karşı mücadele ediyor. Koca ömrü boyunca biriktirdiği onca materyalle birlikte tarihi koklayarak yaşıyor kendi dünyasında. Bir süre sonra o dünyaya Ali’yi de çekiyor. Bu iki zıt karakterin hikayesi beklenmedik bir sonla bitiyor(Orasını söylemeyelim, izlemek isteyenler olabilir.)
“11’e 10 Kala” mutlaka izlenmesi gereken bir film. Yönetimiyle, senaryosuyla, diyaloglarıyla ve en önemlisi düşündürdükleriyle muazzam bir sinema deneyimi. Lakin tüketim maddesi olarak çok rağbet görmeyeceğinden dolayı(!) festivaller ve birkaç sinema salonu dışında bu film gösterilmedi ve gösterimden de çoktan kalktı. Ben de sinemada izleme fırsatını bulamamıştım. CD’den izledim, DVD’si de çıkmış olsak gerek piyasaya. Türk televizyonlarında bu filmi izleme şansı bulur muyuz o da biraz şüpheli. Ama bu film aklınızın bir köşesinde bulunsun. Bir şekilde izleme fırsatı elinize geçerse sakın kaçırmayın.
filmle ilgili bilgilere göz atıp fragmanını da izleyebilmek için şuraya tıklayabilirsiniz
9 Eylül 2010 Perşembe
İyi Bayramlar Madem
Öbür bayram daha güzel.. Kavurma yiyoruz hiç olmazsa..:))
Yine de bayram bayramdır.. O zaman herkese iyi bayramlar...
(Bayram yapan karıncalar:)))
Yine de bayram bayramdır.. O zaman herkese iyi bayramlar...
(Bayram yapan karıncalar:)))
5 Eylül 2010 Pazar
Laik Nedir, Ne Değildir ?
Toplumun farklı kesimlerinin bu konuyla ilgili pek çok farklı yorumu vardır. Hem laik hem dindar olunabilir mi gibi pek çok tartışma yaşanmıştır. Bana sorarsanız olunabilir. Zira dindar olmak kendi inandığı değerler çerçevesinde başkalarına da saygı duyarak yaşamaktır. Dini, kendi emelleri uğruna kullanan siyasi iktidarların ise dindar olduğunu düşünmüyorum; dahası böyle bir yaklaşımın insanların kalbindeki uhrevi duyguları örselediğini, insanları dindarlıktan yobazlığa doğru ittiğini düşünüyorum. Hatta vakti zamanında şimdinin demokrasi şövalyeleri(!) “halk isterse tabi ki laiklik elden gidecektir” filan gibi müthiş tespitlerde bulunmuşlardır bununla ilgili ki onlar dindar değil kindardır olsa olsa. Dine bakış açıları gayet dar olduğu için belki sadece bu açıdan onlara dinDAR da diyebiliriz. Bu çok su götürür bir tartışmadır aslında. Biz burada şöyle bir durup Cevat Şakir KABAAĞAÇLI’ya nam-ı diğer Halikarnas Balıkçısı’na kulak verelim. Laiklik’in aslında ne olduğunu ve sonraları din anlayışıyla beraber neye evrildiğini bu büyük Anadolu filozofundan okuyalım.
“Kimileri laik sözünü dinsiz anlamına alırlar. Oysa “laik” sözü “papaz” sözünün tam karşıtıdır. Papazlık olmasaydı laiklik olmazdı. Laik sözü Latince “Laicus” ve Helencede de halk anlamına gelen “Laos” sözündendir. “Laik” papaz olmayan ve halktan olan demektir. Papazların mesleği dindir. Yani nasıl ki bir yargıcın mesleği yasaları bilmekse, bir doktorun mesleği de hastayı iyi etmekse papazın da mesleği , dindir. Ama İslamda din meslek değildir bir inançtır. Bir adam ya Müslümandır, ya da değildir, ama hiçbir zaman, “din adamı”, “kutsal adam” değildir, çünkü papaz değildir. Papazdan başka ne kadar Hristiyan varsa laiktir. İslamda kutsal adam yani papaz olmadığına göre Müslüman zaten laiktir.
…
Ad takma işlemini yani vaftizi ancak papaz yapar. Vaftizsiz insan hristiyan sayılmaz. Oysa bir çocuğa herhangi bir Müslüman ad takabilir. Nikahı mutlaka papaz kıyar ama İslamda herkes nikah kıyabilir. Hristiyanlıkta ayini ancak papaz yaptırır, İslamda herhangi biri namaz kıldırabilir. Bir papaz bir Hristiyanı aforoz ederek Hristiyanlıktan çıkarabilir. Müslümanım diyen bir imam ya da hocanın haddine mi düşmüş ki kendisine Tanrı payesi vererek Müslümanlıktan çıkarsın!
…
Din ve imanın ruhu olan şu ayet vardır: “Ene inde zanne abdi bih”, yani “ben kulumun zannı katındayım”, ya da “ kulum benim ne olduğumu zannediyorsa ben oyum”, diyor Tanrı. Bu ayet kesindir, şu ya da bu yolda tefsir edilemez. Buna göre Tanrı ile kul arasına girilemez. Birisi tanrıya değin fikrini başkasına bildirebilir, ama bu fikrini başkasına zorlayamaz. “Mutlaka böyle düşüneceksin, böyle inanacaksın” diyemez ve öyle düşünmediği içi suçlayamaz. Çünkü insana yaradanınca verilmiş bir hakkı inkâr etmiş olur. Softalar İslam düşüncesinin bu hürlüğünü hasır altı ederek ayinlere değin yüzeydeki mekanik hareketleri dinin temel doğmaları sayarlar. Böylece içtihat kapısının hep açık olduğuna ve Tanrıyla kul arasına girilmeyeceğine dair sözler hep boş laftan ibaret kalır.
…
Örneğin namaz aslında bir saygı duruşudur. Hayat bir mucizedir. İnsanın en değerli şeyi hayatıdır. Yaşadıkça insanın yüklendiği sorumluluğu anlamasıdır. Hayatın değerlenmesi, haksızlıkların ortadan kaldırmaya çabalanması, çirkinliklerin giderilmesi, güzelliklere güzellik katılması gerektir. İnsanın, varlığın ortasında, varlığın bir parçası olan kendisini ve varlığın haysiyetini bilmesi ve koruması içindir namaz. Bu saygı duruşunun düşündürdükleri ve duyurdukları bir yana atılır. Namazda nasıl durulacak; eller sallanacak mı, bir sallayıp iki mi yatılacak, bir yatıp iki mi bağlanacak eller, işte bunlar ve bunlar gibi şeyler imanın önemli konuları sayılarak dinin erkanı yerine geçer. Amaç saygı duruşu değil sevap istif etmek, cenneti sağlama bağlamaktır.
…
Bir de “ebaen ceddin” yani babadan atadan Müslüman olduklarıyla koltuk kabartanlar vardır. İman, yani inanç, mal masat, tarla takka, sığır sıpa değil ki babadan atadan kalsın. İnsanın babası da söylemiş olsa söylenen acaba gerçek mi diye düşünecektir. Bu “düşünce” şüphedir. Şüphe yarım bir dairedir. İkinci kavis gerçek olduğunu anlamadır. Eğer baba ve atanın söylediklerine inanmak gerekseydi Hazreti Muhammed ve ilk Müslümanlar putperest olarak kalırlardı.
…
İslamlık doğuşunda laik yani halkçı olduğundan pek doğal olarak, temelde sol eğilimlidir. Ebubekir, Ömer gibi ilk halifelerde bir imparatorluk, sultanlık taslanışı, bir kutsallık iddiası, bir papazlaşma görülmez hiç. Böyle yeltenişlere Emevilerde rastlanılır. Ömer’le kölesinin tek deveye sırayla binerek Kudüs’e varışı, devletin ilkel demokratik bir nitelikte olduğunu gösterir. Hazreti Muhammed zamanında, makine çağına ve onun sonucu yeni ekonomik ve sosyal düşüncelerin uygulanmasına daha 1400 yıl vardı. Ama o zaman bile kölelerin azat edilmesi başlıca sevaplardan sayılırdı. Faizle kumardan elde edilen kazançlar emek ürünü olmamasından yasaklanmıştı. Bu böyle olunca emekçinin yarattığı değerin hiç emek harcamamış olan para babaları tarafından yutulması –o gün kapitalizm olsaydı- pek doğal olarak lanetlenirdi. İlkel de olsa bu sosyal ve ekonomik düzenleme eğilimi Arap halifeleri zamanında durdu. Anadolu’da Sultan Osman’dan önce ve imparatorluğun gelişme devrinde-heteredoks Türk tarikatlarının etkisiyle- Ahiler adı altında bir Osmanlı sendikalizmi(daha ziyade bir guild sosyalizmi) gelişmişti. Ama sonraki sultanlar Ahi örgütleri sayesinde kuvvetlenince, o örgütü ortadan kaldırdılar. İşçi loncaları Ahi örgütünün gölgesi bile değildi. Ahilerin lağvıyla tutucu bağnaz Ortodoks softalar güçlenerek alabildiğine yobazlaşıp papazlaştılar.
…
İmam hatip okulları, din dersleri, hafız ve hatip kursları, mecelle, icazetler hep bir yana bırakılmalıdır-çünkü teferruata girmeden söylenebilir ki- bunların hemen hemen tümü de-dinle ilgisi olmayan-papazlığı dine sokmak ve bu araçla devlete el koymak çabasındandır. Böyle bir el koyuşun da ne sonuca vardığı yüzyıllardan beri denenmiştir. Sonuç şudur! Tüm İslam alemi-bu arada Osmanlı İmparatorluğu ve Arap alemi-geri kalmış ve batı imparatorluklarının sömürgesi hatta kölesi olmuştur. Her insaflı ve iyi niyetli insanın tüyleri korkuyla ürperir bu sonucu düşündükçe.
…
Yazının başında laikliğin papazlık karşıtı olduğu anlatıldı. İslamlık aslında laik idi. Çünkü dini tekeline alan bir papazlık örgütü yoktu. Ama yobazlığın papazlaşmasıyla din kafalarca yaşayıcı ve canlı bir inanç olacağına, yobaz kafalarının dar çerçevesinde betonlaştırılıp donduruldu. Bunun için laiklik gerekti. Din anlayışına yobazlığın çektiği ilk set Kuran ve hadislerin-kimsenin anlamadığı-Arapça okunmasında direnilmesidir. Sonra Kuran surelerin uzunluk sırasıyla okunması zorunluluğu ikinci bir settir. Oysa sureler ve hadisler söylenmiş oldukları tarih sırasıyla verilmelidir. Hangi surenin, hangi olaylardan sonra söylendiği belirtilmelidir. Bunların hepsi de Türkçeye çevrilerek halkın anlayışına serilmelidir. Her okuyanın bunları anlayışına göre tefsir etmesi serbest olmalıdır. Herkes anladığını baskı yapmadan başkasına anlatabilmelidir. Çünkü tanrı “Kulum beni ne sanıyorsa oyum” der. Bu tartışmayla din ölü bir görenek olmaktan çıkar, kafalarda canlı ve yaşayıcı bir inanç olur.”
* Halikarnas Balıkçısı’nın Düşün Yazıları adlı kitabındaki Papazlık ve Laiklik adlı kitabından yaptım alıntıları. Yazının orijinali daha uzundu ben okurken altını çizdiğim kısımları buraya aktardım, bu yüzden yazıdaki düşünce akışında çeşitli sorunlar gözlemlenebilir.
“Kimileri laik sözünü dinsiz anlamına alırlar. Oysa “laik” sözü “papaz” sözünün tam karşıtıdır. Papazlık olmasaydı laiklik olmazdı. Laik sözü Latince “Laicus” ve Helencede de halk anlamına gelen “Laos” sözündendir. “Laik” papaz olmayan ve halktan olan demektir. Papazların mesleği dindir. Yani nasıl ki bir yargıcın mesleği yasaları bilmekse, bir doktorun mesleği de hastayı iyi etmekse papazın da mesleği , dindir. Ama İslamda din meslek değildir bir inançtır. Bir adam ya Müslümandır, ya da değildir, ama hiçbir zaman, “din adamı”, “kutsal adam” değildir, çünkü papaz değildir. Papazdan başka ne kadar Hristiyan varsa laiktir. İslamda kutsal adam yani papaz olmadığına göre Müslüman zaten laiktir.
…
Ad takma işlemini yani vaftizi ancak papaz yapar. Vaftizsiz insan hristiyan sayılmaz. Oysa bir çocuğa herhangi bir Müslüman ad takabilir. Nikahı mutlaka papaz kıyar ama İslamda herkes nikah kıyabilir. Hristiyanlıkta ayini ancak papaz yaptırır, İslamda herhangi biri namaz kıldırabilir. Bir papaz bir Hristiyanı aforoz ederek Hristiyanlıktan çıkarabilir. Müslümanım diyen bir imam ya da hocanın haddine mi düşmüş ki kendisine Tanrı payesi vererek Müslümanlıktan çıkarsın!
…
Din ve imanın ruhu olan şu ayet vardır: “Ene inde zanne abdi bih”, yani “ben kulumun zannı katındayım”, ya da “ kulum benim ne olduğumu zannediyorsa ben oyum”, diyor Tanrı. Bu ayet kesindir, şu ya da bu yolda tefsir edilemez. Buna göre Tanrı ile kul arasına girilemez. Birisi tanrıya değin fikrini başkasına bildirebilir, ama bu fikrini başkasına zorlayamaz. “Mutlaka böyle düşüneceksin, böyle inanacaksın” diyemez ve öyle düşünmediği içi suçlayamaz. Çünkü insana yaradanınca verilmiş bir hakkı inkâr etmiş olur. Softalar İslam düşüncesinin bu hürlüğünü hasır altı ederek ayinlere değin yüzeydeki mekanik hareketleri dinin temel doğmaları sayarlar. Böylece içtihat kapısının hep açık olduğuna ve Tanrıyla kul arasına girilmeyeceğine dair sözler hep boş laftan ibaret kalır.
…
Örneğin namaz aslında bir saygı duruşudur. Hayat bir mucizedir. İnsanın en değerli şeyi hayatıdır. Yaşadıkça insanın yüklendiği sorumluluğu anlamasıdır. Hayatın değerlenmesi, haksızlıkların ortadan kaldırmaya çabalanması, çirkinliklerin giderilmesi, güzelliklere güzellik katılması gerektir. İnsanın, varlığın ortasında, varlığın bir parçası olan kendisini ve varlığın haysiyetini bilmesi ve koruması içindir namaz. Bu saygı duruşunun düşündürdükleri ve duyurdukları bir yana atılır. Namazda nasıl durulacak; eller sallanacak mı, bir sallayıp iki mi yatılacak, bir yatıp iki mi bağlanacak eller, işte bunlar ve bunlar gibi şeyler imanın önemli konuları sayılarak dinin erkanı yerine geçer. Amaç saygı duruşu değil sevap istif etmek, cenneti sağlama bağlamaktır.
…
Bir de “ebaen ceddin” yani babadan atadan Müslüman olduklarıyla koltuk kabartanlar vardır. İman, yani inanç, mal masat, tarla takka, sığır sıpa değil ki babadan atadan kalsın. İnsanın babası da söylemiş olsa söylenen acaba gerçek mi diye düşünecektir. Bu “düşünce” şüphedir. Şüphe yarım bir dairedir. İkinci kavis gerçek olduğunu anlamadır. Eğer baba ve atanın söylediklerine inanmak gerekseydi Hazreti Muhammed ve ilk Müslümanlar putperest olarak kalırlardı.
…
İslamlık doğuşunda laik yani halkçı olduğundan pek doğal olarak, temelde sol eğilimlidir. Ebubekir, Ömer gibi ilk halifelerde bir imparatorluk, sultanlık taslanışı, bir kutsallık iddiası, bir papazlaşma görülmez hiç. Böyle yeltenişlere Emevilerde rastlanılır. Ömer’le kölesinin tek deveye sırayla binerek Kudüs’e varışı, devletin ilkel demokratik bir nitelikte olduğunu gösterir. Hazreti Muhammed zamanında, makine çağına ve onun sonucu yeni ekonomik ve sosyal düşüncelerin uygulanmasına daha 1400 yıl vardı. Ama o zaman bile kölelerin azat edilmesi başlıca sevaplardan sayılırdı. Faizle kumardan elde edilen kazançlar emek ürünü olmamasından yasaklanmıştı. Bu böyle olunca emekçinin yarattığı değerin hiç emek harcamamış olan para babaları tarafından yutulması –o gün kapitalizm olsaydı- pek doğal olarak lanetlenirdi. İlkel de olsa bu sosyal ve ekonomik düzenleme eğilimi Arap halifeleri zamanında durdu. Anadolu’da Sultan Osman’dan önce ve imparatorluğun gelişme devrinde-heteredoks Türk tarikatlarının etkisiyle- Ahiler adı altında bir Osmanlı sendikalizmi(daha ziyade bir guild sosyalizmi) gelişmişti. Ama sonraki sultanlar Ahi örgütleri sayesinde kuvvetlenince, o örgütü ortadan kaldırdılar. İşçi loncaları Ahi örgütünün gölgesi bile değildi. Ahilerin lağvıyla tutucu bağnaz Ortodoks softalar güçlenerek alabildiğine yobazlaşıp papazlaştılar.
…
İmam hatip okulları, din dersleri, hafız ve hatip kursları, mecelle, icazetler hep bir yana bırakılmalıdır-çünkü teferruata girmeden söylenebilir ki- bunların hemen hemen tümü de-dinle ilgisi olmayan-papazlığı dine sokmak ve bu araçla devlete el koymak çabasındandır. Böyle bir el koyuşun da ne sonuca vardığı yüzyıllardan beri denenmiştir. Sonuç şudur! Tüm İslam alemi-bu arada Osmanlı İmparatorluğu ve Arap alemi-geri kalmış ve batı imparatorluklarının sömürgesi hatta kölesi olmuştur. Her insaflı ve iyi niyetli insanın tüyleri korkuyla ürperir bu sonucu düşündükçe.
…
Yazının başında laikliğin papazlık karşıtı olduğu anlatıldı. İslamlık aslında laik idi. Çünkü dini tekeline alan bir papazlık örgütü yoktu. Ama yobazlığın papazlaşmasıyla din kafalarca yaşayıcı ve canlı bir inanç olacağına, yobaz kafalarının dar çerçevesinde betonlaştırılıp donduruldu. Bunun için laiklik gerekti. Din anlayışına yobazlığın çektiği ilk set Kuran ve hadislerin-kimsenin anlamadığı-Arapça okunmasında direnilmesidir. Sonra Kuran surelerin uzunluk sırasıyla okunması zorunluluğu ikinci bir settir. Oysa sureler ve hadisler söylenmiş oldukları tarih sırasıyla verilmelidir. Hangi surenin, hangi olaylardan sonra söylendiği belirtilmelidir. Bunların hepsi de Türkçeye çevrilerek halkın anlayışına serilmelidir. Her okuyanın bunları anlayışına göre tefsir etmesi serbest olmalıdır. Herkes anladığını baskı yapmadan başkasına anlatabilmelidir. Çünkü tanrı “Kulum beni ne sanıyorsa oyum” der. Bu tartışmayla din ölü bir görenek olmaktan çıkar, kafalarda canlı ve yaşayıcı bir inanç olur.”
* Halikarnas Balıkçısı’nın Düşün Yazıları adlı kitabındaki Papazlık ve Laiklik adlı kitabından yaptım alıntıları. Yazının orijinali daha uzundu ben okurken altını çizdiğim kısımları buraya aktardım, bu yüzden yazıdaki düşünce akışında çeşitli sorunlar gözlemlenebilir.
24 Ağustos 2010 Salı
Trabzon-Fener maçından kısa kısa...
*Maçın hakemi Bünyamin Gezer rezaletti. Resmen galibiyetimize gölge düşürdü. On üzerinden bir veriyorum kendisine.
*Colman penaltıyı iyi ki atamadı. Bir Trabzonsporlu olarak vicdan azabından uyuyamazdım yoksa.
*Fehmi Mert iyi kaleci olacak. Şans verilirse yeni bir Onur Recep kazanılabilir. İkinci golde kalesini terk etmesi gerekirdi ama o kadar acemilik olur.
*Onur Recep ikinci golde hatalıydı ama sonra telafi etti bunu.
*Teofilo gitmesi gereken yerleri yine buldu ama geçen seneki Profilo’dan esintiler sundu ne yazık ki.
*Alex’i bilemem lakin Stoch Fenerbahçe on birine ismi yazılması gereken ilk isim olduğunu gösterdi.
*Bilica bildiğimiz Bilica. Alex’in frikiğinden önce ne yapmaya çalıştığını anlayabilene benden bir tepsi baklava.
*Topuz hem kendi kalesine hem de karşı kaleye gol attı daha ne yapsın ki, Kocaman onu niye çıkardı anlamadım..:))
*Emre Belözoğlu uzun süredir bu kadar etkisiz bir maç çıkarmamıştı.
*Trabzonspor’da sahanın en iyisi Ceyhun’du. Görünmez kahraman misaliydi. Sert şutlar çekmenin de dışında bir şeyler yapmaya nihayet başladı bu sezon.
*Alanzinho ve Yattara aynı anda oynadığında bırakın Fener’i diğer takımlardan da bir sürü gol yeriz, hoş daha fazlasını attığımız sürece problem yok.
*Niang Türkiye liginde çok iş yapacak.
*Fener, bu yenilginin üstüne PAOK’a elenirse Kocaman'ın başını çok ağrıtırlar.
*Trabzon, Liverpool’a elenirse hiçbir şeycikler olmaz.:))
*Serkan Balcı bacağı kopsa bile koşacak sanırsam, helal olsun.
*Seviyorum ben bu Lugano’yu, mimikler filan on numara.
*Alex’i gözden çıkaran Kocaman Özer’i kazanmaya çalışıyor sanırsam ve iyi bir iş yapıyor. Mesut’u kaptırdık diye üzülmemeli kendi Mesutlarımıza şans tanımalıyız. Sırf bu yüzden bile Kocaman yıllarca Fener’in başında olmalı.
*Egemen her geçen gün daha da geliştiriyor oyununu, daha bir güzel sarılıyor rakiplerimize..:))
*Tüm hakem rezaletine rağmen, çok da organize ataklar geliştiremeden Fenerbahçe gibi büyük bir rakibi yenmek güzel olay.
23 Ağustos 2010 Pazartesi
Otobüs Filmleri ve Gran Torino
Otobüs filmleri deyince aklıma abuk subuk Türk işi komediler(!) ve bol aksiyonlu ucuz Amerikan filmleri gelirdi. Filmlerin kötü olması yetmezmiş gibi; izlemek istemesen de ekranın açık oluşu, sesin gelişi filan daniskası. Ben de o ucuz filmleri inatla izlemez ve kitaplarıma yumulur ya da kulaklığımı takıp müzikte bulurdum kurtuluşu. Geçmiş zaman kullandım; zira bu konuda görüşüm değişecek anlaşılan.
Otobüsle yolculuk yapmayı çok seven bir insan değilimdir. Benim sadık ulaşım aracım eskiden beri trendir. Ama benim en sık kullandığım hat olan Pamukkale Ekspresi, TCDD tarafından tarih sayfalarına gömülünce el-mecbur otobüslerle yüz göz olmaya başladım. Yine de çok sık seyahate çıkan biri olmadığım içün teknobüs hadisesinden insanlar uzunca zamandır bahseder olmalarına rağmen ben yeni yeni tanışır oldum.
Bugün itibariyle de bu olaya hasta oldum. Bindiğim otobüste isteksizce açtım önce önümde duran ekranı. Pek iyi bir şeyler bulma umudunda değildim çünkü. Beş-on bayık tv kanalını geçtikten sonra sinema kanalında durdurdum yayını. Ekranda Clint Eastwood vardı. Yol arkadaşım Manimelankopsikoz’la beraber güzel bir film bulmuş olma ihtimalinin heyecanıyla daldık filmin içine. Pişman da olmadık hani, şahane bir filmdi. Film bitti ama üstüne şahane bir film daha başladı. İndiana Jones ve Kristal Kafatası Krallığı… Ne yazık ki yolumuz çok uzun değildi ve ineceğimiz durağa geldiğimizde filmin henüz başıydı.
Her neyse, bundan sonra otobüs yolculukları eskisi kadar sıkıcı olmayacak anlaşılan.
Haa, Clint Eastwood’un filmine de değinmeden geçmeyelim. Bu şahane film Gran Torino’ydu. Eastwood’un hem oynadığı hem yönettiği bu film kesinlikle izlemeye değer. Sırf Eastwood’un seksenine varmasına rağmen kaybolmayan karizması için bile izlenir. Onun dışında film, mizah anlayışla, savaş ve şiddetle ilgili söylemleriyle de değerli bir film. Filmin sonundaki güzel şarkıyı dinlemek için buyrun.
Otobüsle yolculuk yapmayı çok seven bir insan değilimdir. Benim sadık ulaşım aracım eskiden beri trendir. Ama benim en sık kullandığım hat olan Pamukkale Ekspresi, TCDD tarafından tarih sayfalarına gömülünce el-mecbur otobüslerle yüz göz olmaya başladım. Yine de çok sık seyahate çıkan biri olmadığım içün teknobüs hadisesinden insanlar uzunca zamandır bahseder olmalarına rağmen ben yeni yeni tanışır oldum.
Bugün itibariyle de bu olaya hasta oldum. Bindiğim otobüste isteksizce açtım önce önümde duran ekranı. Pek iyi bir şeyler bulma umudunda değildim çünkü. Beş-on bayık tv kanalını geçtikten sonra sinema kanalında durdurdum yayını. Ekranda Clint Eastwood vardı. Yol arkadaşım Manimelankopsikoz’la beraber güzel bir film bulmuş olma ihtimalinin heyecanıyla daldık filmin içine. Pişman da olmadık hani, şahane bir filmdi. Film bitti ama üstüne şahane bir film daha başladı. İndiana Jones ve Kristal Kafatası Krallığı… Ne yazık ki yolumuz çok uzun değildi ve ineceğimiz durağa geldiğimizde filmin henüz başıydı.
Her neyse, bundan sonra otobüs yolculukları eskisi kadar sıkıcı olmayacak anlaşılan.
Haa, Clint Eastwood’un filmine de değinmeden geçmeyelim. Bu şahane film Gran Torino’ydu. Eastwood’un hem oynadığı hem yönettiği bu film kesinlikle izlemeye değer. Sırf Eastwood’un seksenine varmasına rağmen kaybolmayan karizması için bile izlenir. Onun dışında film, mizah anlayışla, savaş ve şiddetle ilgili söylemleriyle de değerli bir film. Filmin sonundaki güzel şarkıyı dinlemek için buyrun.
18 Ağustos 2010 Çarşamba
Biz de Skandallar Bitmez-KPSS Hadisesi
Burası Türkiye, böyle şeyler anca Türkiye'de olur tadında durumlar vardır ya. Bir yenisini daha yaşadık. KPSS Eğitim Bilimleri sınavında 500 üzerinde aday 120 soruda 120 net yapmış. Breh breh breh... Şaka gibi. Üzerine yorum yapmak bile gereksiz. Bloga not düşeyim dedim bu hadiseyi. Aradan bir zaman geçtikten sonra dönüp bakacağız ve vay be bu da oldu ya helal olsun diyeceğiz. Çünkü korkarım onca insanın hakkı yenecek, elle tutulur bir netice çıkmayacak, adalete olan inancımız biraz daha kaybolacak.
Umarım yanılırım...
17 Ağustos 2010 Salı
Sesimi duyan var mı..??
Takdir-i ilahi ya da kader deyip geçemeyeceğimiz bir felaketti o. Bıkmadan usanmadan Japonya örneği verilir. Japonya olmak çok mu zordur? Bir doğa olayı karşısında çaresiz kalmak kader midir? Değildir tabi ki. Ama öncelikle insana değer vermek gerekir, bizim ülkemizde ise değeri en düşük şey insandır maalesef. Siyasiler anayasa propagandasıyla uğraşırken deprem gerçeğini hatırlıyorlar mı, olası bir deprem için planları nelerdir merak ediyorum doğrusu. Evleri ellerinden alınan depremzedeleri hatırladıkça, daha önce deprem bölgesi olduğu için imar izni kaldırılan binalara tekrar izin verildiğini hatırladıkça, yeni rant kapıları açılacak umuduyla ellerini ovuşturarak depremi beklediklerini bile düşünmeden edemiyor insan. Uzmanlar bas bas bağırıyor. 7’nin üzerinde deprem olacak diyorlar. Belki yarın değil ama eninde sonunda olacak diyorlar. Ne değişiyor, hazırlıklı mıyız? Depreme hazırlanmak çok mu zor. Daha dayanıklı binalar, yollar, viyadükler yapmak; yapı denetimlerini artırmak belli bir standart getirmek; yaşadığımız ortamı depreme göre dizayn etmek; deprem çantası hazırlamak; deprem bilincini hep uyanık tutmak; deprem sigortası yaptırmak vs. vs.. Uzmanlar uyarıyor, seslerini duyan var mı..?? Yoksa yine takdir-i ilahi mi diyeceğiz.
Grup Yorum-Sesimi duyan var mı??
Grup Yorum-Sesimi duyan var mı??
16 Ağustos 2010 Pazartesi
Filiz Ali'yle Ortak Yanımız
Öncelikle Filiz Ali kimdir diyenler için kısa bir bilgi verelim. Filiz Ali; büyük edebiyatçılarımızdan Sabahattin Ali'nin kızıdır. Sabahattin Ali benim adeta taptığım yazarlardan biri. Az sayıda olmasına rağmen insanda müthiş etkiler yaratan ve insanı müptelası haline getiren roman ve öykülerin yazarıdır Sabahattin Ali.
Önceleri Sabahattin Ali'nin romancı tarafını tanıyordum sadece. Birgün değerli dostum, kitap kurdu Elmas Okumuş bana Sabahattin Ali'nin mecmua ve gazetelerde çıkmış yazılarından oluşan "Markopaşa Yazıları ve Ötekiler" adlı kitabını hediye etti. O kitapla birlikte Sabahattin Ali'nin aslında salt bir romancı olmanın ötesinde çağının çok ilerisinde fikirlere sahip çağdaş bir düşünür olduğunu fark ettim ve kendisine olan hayranlığım katbekat arttı.
Uzunca bir zamandır da Sabahattin Ali ile ilgili bir şeyler karalamayı düşünüyordum; hatta bir ara Değirmen dergisi için bir Sabahattin Ali yazısı hazırlamaya başlamıştım, daha sonra benden Sabahattin Ali yerine Nazım Hikmet hakkında bir yazı hazırlamamı istediler ve Sabahattin Ali yazısı yarım kaldı. O karalama halindeki yazıları paylaşmayı düşündüysem de içime sinmediği için yapmadım. Ama Sabahattin Ali'yle ilgili illa ki bir şeyler yazacağım, vazgeçmiş değilim.
Konu dağıldı biraz. Bu yazının konusu Sabahattin Ali değil aslında, konumuz kızı Filiz Ali. Bu büyük ustanın kızı da kendi alanında bir usta. Filiz Ali müzikbilimi alanında bir profesör ve bu güzel insanın da bir blogu var. Bizi Filiz Ali'yle kesiştiren ise bloglarımızın tasarımının aynı oluşu. Aslında çok alelade bir kesişim bu. Neticede blogspot tasarımının içindeki belirli temaları kullandığımıza göre binlerce farklı blogcuyla aynı temayı kullanmamız çok doğal bir şey; lakin Sabattin Ali gibi ölümsüz bir insanın kızı olmanın da ötesinde bir değere sahip olan Filiz Ali'yle ortak bir nokta bulmak yine de sevindirdi beni..:))
Filiz Ali'nin blogu için buraya tıklayınız
Önceleri Sabahattin Ali'nin romancı tarafını tanıyordum sadece. Birgün değerli dostum, kitap kurdu Elmas Okumuş bana Sabahattin Ali'nin mecmua ve gazetelerde çıkmış yazılarından oluşan "Markopaşa Yazıları ve Ötekiler" adlı kitabını hediye etti. O kitapla birlikte Sabahattin Ali'nin aslında salt bir romancı olmanın ötesinde çağının çok ilerisinde fikirlere sahip çağdaş bir düşünür olduğunu fark ettim ve kendisine olan hayranlığım katbekat arttı.
Uzunca bir zamandır da Sabahattin Ali ile ilgili bir şeyler karalamayı düşünüyordum; hatta bir ara Değirmen dergisi için bir Sabahattin Ali yazısı hazırlamaya başlamıştım, daha sonra benden Sabahattin Ali yerine Nazım Hikmet hakkında bir yazı hazırlamamı istediler ve Sabahattin Ali yazısı yarım kaldı. O karalama halindeki yazıları paylaşmayı düşündüysem de içime sinmediği için yapmadım. Ama Sabahattin Ali'yle ilgili illa ki bir şeyler yazacağım, vazgeçmiş değilim.
Konu dağıldı biraz. Bu yazının konusu Sabahattin Ali değil aslında, konumuz kızı Filiz Ali. Bu büyük ustanın kızı da kendi alanında bir usta. Filiz Ali müzikbilimi alanında bir profesör ve bu güzel insanın da bir blogu var. Bizi Filiz Ali'yle kesiştiren ise bloglarımızın tasarımının aynı oluşu. Aslında çok alelade bir kesişim bu. Neticede blogspot tasarımının içindeki belirli temaları kullandığımıza göre binlerce farklı blogcuyla aynı temayı kullanmamız çok doğal bir şey; lakin Sabattin Ali gibi ölümsüz bir insanın kızı olmanın da ötesinde bir değere sahip olan Filiz Ali'yle ortak bir nokta bulmak yine de sevindirdi beni..:))
Filiz Ali'nin blogu için buraya tıklayınız
12 Ağustos 2010 Perşembe
Bir Dostoyevski Kahramanı Gibiyim
Kitap okurken beynimin bir köşesi de filme çekmekle meşguldür hikâyeyi. Dostoyevski romanlarını filme çekerken her şey gri canlanır kafamda. Siyah-beyaz bile değil. İnsanın içine oturan, rahatsız eden puslu bir grilik. Çünkü derin ruh tahlilleriyle, adeta ete kemiğe bürünmüş kahramanlarıyla haddinden fazla gerçekçidir bu romanlar ve gerçekçiliği ölçeğinde de rahatsız edicidir. Bu gerçekçiliğin içinde-ruh haliniz benimki gibiyse-bütün renkler de tatsız bir gri tondan başka bir şey ifade etmez. Bu yüzden bazen kendimi bir Dostoyevski kahramanı gibi hissediyorum. Bir Dostoyevski kahramanı kadar bedbaht, bezgin, yenik…
Dostoyevski’nin bu kitabını da okuyun. Üzülün insancıklar için. Zaman zaman Yeşilçam senaryosu kadar dramatikleşen hikâye içerisinde kahrolun siz de…
Dostoyevski’nin bu kitabını da okuyun. Üzülün insancıklar için. Zaman zaman Yeşilçam senaryosu kadar dramatikleşen hikâye içerisinde kahrolun siz de…
10 Ağustos 2010 Salı
Hayırlı Ramazanlar
Beni tanıyanlar bilir pek dindar bir insan değilim. Hatta az dindar bile değilim. Dinlerle aram pek hoş değil. Hepsine aynı mesafedeyim ve hepsine aynı derecede saygı duyuyorum.
Lakin çocukken ramazanları çok severdim. Oruç tutmak, iftarı beklemek filan bir hayli değerliydi benim için. Zaman geçti dinlere, inançlara bakış açım değişti ama sırf çocukluğumdaki ramazanların hatırasına; ramazanın insanları birleştiren sosyal yönüne hürmeten ramazan ayınızı kutlarım.
Hayırlı Ramazanlar.
Lakin çocukken ramazanları çok severdim. Oruç tutmak, iftarı beklemek filan bir hayli değerliydi benim için. Zaman geçti dinlere, inançlara bakış açım değişti ama sırf çocukluğumdaki ramazanların hatırasına; ramazanın insanları birleştiren sosyal yönüne hürmeten ramazan ayınızı kutlarım.
Hayırlı Ramazanlar.
1 Ağustos 2010 Pazar
Aydın mısın..??
Bugünlerde-aslında çoktandır-her kesimde bir demokrasi havariliği var. Herkesin demokrasiyi kendi menfaatine göre kendi dünya görüşüne göre yorumladığını söylemeye gerek yok sanırım.
Demokrasinin, hak ve özgürlüklerin yanında olmak ise bir aydının görevidir hiç kuşkusuz. Aydın dediğin kişi bunlar için mücadele vermelidir. Adı üstünde aydındır. Aydınlıkla, ilerlemeyle tanışmış, yoğrulmuş ve halkına bu yolda önderlik etmesi gereken kişidir aydın. Ülkemizdeki aydın profili ve karakteristiği de tartışmaya açıktır, aynen demokrasi bahsinde olduğu gibi kimin demokrat kimin aydın olduğu bir kavram karmaşası içinde yuvarlanıp gitmektedir. Herkesin kendince bir aydın tanımı var zira.
Ben de ister istemez bir aydın tanımı yaptım zaten yukarıda, halka önderlik etmeli filan dedim. Böyle düşünüyorum gerçekten; çünkü bir şeyleri bilmek insanları aydın yapmıyor, bilip de susana, öğrenip de paylaşmayana aydın mı denir. Ne bileyim; halkının önünde gidecek ama halkından da nefret etmeyecek, utanmayacak onlardan, onlara kızsa bile onları aşağılamayacak.
Aziz Nesin bu ülkedeki en aydın insanlardan biriydi örneğin. Çünkü bildiğini yazdı ömrünün sonuna kadar, paylaştı insanlıkla dahası arkasında bir vakıf bırakıp gitti. Trajikomik hallerimizi saydı döktü ama Aziz Nesin deyince insanların aklına çoklukla Türk halkının bilmem şu kadarı aptaldır sözü gelir. Bir sinir anında söylemiştir belki; ama Aziz Nesin ustanın dilinden dökülen en talihsiz açıklamadır neticede bu.
Geçen günlerde Fazıl Say da benzer talihsiz bir açıklamada bulundu. “Türk halkının arabesk yavşaklığından nefret ediyorum.” demiş muhterem. Gerçi bu Fazıl Say’ ın kırdığı ilk pot da değildi. Doğal olarak çok tartışıldı çok eleştirildi. Fazıl Say neticede bir Aziz Nesin de değil. Bir dahi olabilir belki ama aydın olmak için yeterli değil bu. Kaldı ki buralardan çekip gitmeyi düşünüyorum diyen bir aydın da samimi gelmiyor bana.
Güzel insan Vedat Özdemiroğlu’ nun Uykusuz’un son sayısındaki Fazıl Say yorumu da harikuladeydi gerçekten: “İnsanın aklı da detone oluyor bazen.”
Aydın insanlarımızın en güzellerinden birinin şiiriyle bitirelim yazıyı:
AYDIN MISIN
Kilim gibi dokumada mutsuzluğu
Gidip gelen kara kuşlar havada
Saflar tutulmuş top sesleri gerilerden
Tabanında depremi kara güllelerin
Duymuyor musun
Kaldır başını kan uykulardan
Böyle yürek böyle atardamar
Atmaz olsun
Ses ol ışık ol yumruk ol
Karayeller başına indirmeden çatını
Sel suları bastığın toprağı dönüm dönüm
Alıp götürmeden büyük denizlere
Çabuk ol
Tam çağı işe başlamanın doğan günle
Bul içine tükürdüğün kitapları yeniden
Her satırında buram buram alın teri
Her sayfası günlük güneşlik
Utanma suçun tümü senin değil
Yırt otuzunda aldığın diplomayı
Alfabelik çocuk ol
Yollar kesilmiş alanlar sarılmış
Tel örgüler çevirmiş yöreni
Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende
Benden geçti mi demek istiyorsun
Aç iki kolunu iki yanına
Korkuluk ol
Rıfat ILGAZ
Demokrasinin, hak ve özgürlüklerin yanında olmak ise bir aydının görevidir hiç kuşkusuz. Aydın dediğin kişi bunlar için mücadele vermelidir. Adı üstünde aydındır. Aydınlıkla, ilerlemeyle tanışmış, yoğrulmuş ve halkına bu yolda önderlik etmesi gereken kişidir aydın. Ülkemizdeki aydın profili ve karakteristiği de tartışmaya açıktır, aynen demokrasi bahsinde olduğu gibi kimin demokrat kimin aydın olduğu bir kavram karmaşası içinde yuvarlanıp gitmektedir. Herkesin kendince bir aydın tanımı var zira.
Ben de ister istemez bir aydın tanımı yaptım zaten yukarıda, halka önderlik etmeli filan dedim. Böyle düşünüyorum gerçekten; çünkü bir şeyleri bilmek insanları aydın yapmıyor, bilip de susana, öğrenip de paylaşmayana aydın mı denir. Ne bileyim; halkının önünde gidecek ama halkından da nefret etmeyecek, utanmayacak onlardan, onlara kızsa bile onları aşağılamayacak.
Aziz Nesin bu ülkedeki en aydın insanlardan biriydi örneğin. Çünkü bildiğini yazdı ömrünün sonuna kadar, paylaştı insanlıkla dahası arkasında bir vakıf bırakıp gitti. Trajikomik hallerimizi saydı döktü ama Aziz Nesin deyince insanların aklına çoklukla Türk halkının bilmem şu kadarı aptaldır sözü gelir. Bir sinir anında söylemiştir belki; ama Aziz Nesin ustanın dilinden dökülen en talihsiz açıklamadır neticede bu.
Geçen günlerde Fazıl Say da benzer talihsiz bir açıklamada bulundu. “Türk halkının arabesk yavşaklığından nefret ediyorum.” demiş muhterem. Gerçi bu Fazıl Say’ ın kırdığı ilk pot da değildi. Doğal olarak çok tartışıldı çok eleştirildi. Fazıl Say neticede bir Aziz Nesin de değil. Bir dahi olabilir belki ama aydın olmak için yeterli değil bu. Kaldı ki buralardan çekip gitmeyi düşünüyorum diyen bir aydın da samimi gelmiyor bana.
Güzel insan Vedat Özdemiroğlu’ nun Uykusuz’un son sayısındaki Fazıl Say yorumu da harikuladeydi gerçekten: “İnsanın aklı da detone oluyor bazen.”
Aydın insanlarımızın en güzellerinden birinin şiiriyle bitirelim yazıyı:
AYDIN MISIN
Kilim gibi dokumada mutsuzluğu
Gidip gelen kara kuşlar havada
Saflar tutulmuş top sesleri gerilerden
Tabanında depremi kara güllelerin
Duymuyor musun
Kaldır başını kan uykulardan
Böyle yürek böyle atardamar
Atmaz olsun
Ses ol ışık ol yumruk ol
Karayeller başına indirmeden çatını
Sel suları bastığın toprağı dönüm dönüm
Alıp götürmeden büyük denizlere
Çabuk ol
Tam çağı işe başlamanın doğan günle
Bul içine tükürdüğün kitapları yeniden
Her satırında buram buram alın teri
Her sayfası günlük güneşlik
Utanma suçun tümü senin değil
Yırt otuzunda aldığın diplomayı
Alfabelik çocuk ol
Yollar kesilmiş alanlar sarılmış
Tel örgüler çevirmiş yöreni
Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende
Benden geçti mi demek istiyorsun
Aç iki kolunu iki yanına
Korkuluk ol
Rıfat ILGAZ
Benim Cici Silahım(Silahların Gölgesinde Eğlence)
Düğünlerinde hala eğlenmek(!) adına silah atılan, çocukların boş kovan toplamaca oynadıkları bir ülkede yaşamak gerçekten zorlayıcı oluyor bazen. İşimize geldiği zaman batının medeniyeti bizden öğrendiğini göğsümüzü gere gere söyleriz; ama bizim niye hala bir arpa boyu yol kat edemediğimizin özeleştirisini yapamayız hiç. Bize bir şey olmazlarla yaşar gideriz. Galiba “medeniyet” adını verdiğimiz şeyin insanın değerinin artmasından başka bir şey olmadığının farkına varmamız gerekiyor ilk olarak.
Eğlence kültürünün içinde bile şiddet unsurları barındıran bir coğrafyada yaşıyoruz, bu yüzden ufak tefek de olsa, münferit de sayılsa ülkenin bir yerlerinde puslu bir havanın dolanması tedirgin ediyor beni gelecek için. Bütün duygularını abartılı yaşayan, pire için yorgan yakan, provoke edilmeye, gaza gelmeye müsait bir halkımız var. Bize bir şey olmazcı kültür linç kültürüyle bütünleşmeye başladı iyiden iyiye ve bu iyiye işaret değil.
Biraz önce sözünü ettiğim; düğünlerde ve benzeri eğlencelerde(!) silah atma geleneğine bir türlü alışamadım, bazen büyütüyor muyum acaba diyorum kendi kendime. Ama kazın ayağı öyle değil, şiddetin toplum içerisinde içselleşmesi böyle böyle oluşuyor zaten. Masum görünen, istisnai sayılan bir takım yamukluklar bir süre sonra genetiğimize işliyor ve duyarsızlaşıyoruz bunlara karşı.
Amerikalı belgeselci Michael Moore’un şahane bir filmi vardır. Orijinal adı “Bowling for Columbine”, ülkemizde “Benim Cici Silahım” adıyla gösterildi. Film adını Columbine Katliamından alıyor. O olaydan yola çıkarak Amerikan toplumundaki şiddet eğilimi masaya yatırılıyor. Amerika’daki akıl almaz silahlanma, ülkeyi yönetenlerin bu şiddet eğilimini kendi icraatlarıyla nasıl besledikleri filan anlatılıyor. Ülkeyi yönetenlerin tavrının insanların üzerindeki etkisi, şiddeti sıradanlaştırması Amerika-Kanada karşılaştırmasıyla çok güzel somutlaştırılıyor. Mutlaka izlenmesi gereken bir yapım.
Demem o ki ülkeyi yönetenler sağduyu fakiri, insanımız da pimi çekilmiş el bombası gibi olunca insanı kötü kötü düşünceler alıyor ister istemez.
Eğlence kültürünün içinde bile şiddet unsurları barındıran bir coğrafyada yaşıyoruz, bu yüzden ufak tefek de olsa, münferit de sayılsa ülkenin bir yerlerinde puslu bir havanın dolanması tedirgin ediyor beni gelecek için. Bütün duygularını abartılı yaşayan, pire için yorgan yakan, provoke edilmeye, gaza gelmeye müsait bir halkımız var. Bize bir şey olmazcı kültür linç kültürüyle bütünleşmeye başladı iyiden iyiye ve bu iyiye işaret değil.
Biraz önce sözünü ettiğim; düğünlerde ve benzeri eğlencelerde(!) silah atma geleneğine bir türlü alışamadım, bazen büyütüyor muyum acaba diyorum kendi kendime. Ama kazın ayağı öyle değil, şiddetin toplum içerisinde içselleşmesi böyle böyle oluşuyor zaten. Masum görünen, istisnai sayılan bir takım yamukluklar bir süre sonra genetiğimize işliyor ve duyarsızlaşıyoruz bunlara karşı.
Amerikalı belgeselci Michael Moore’un şahane bir filmi vardır. Orijinal adı “Bowling for Columbine”, ülkemizde “Benim Cici Silahım” adıyla gösterildi. Film adını Columbine Katliamından alıyor. O olaydan yola çıkarak Amerikan toplumundaki şiddet eğilimi masaya yatırılıyor. Amerika’daki akıl almaz silahlanma, ülkeyi yönetenlerin bu şiddet eğilimini kendi icraatlarıyla nasıl besledikleri filan anlatılıyor. Ülkeyi yönetenlerin tavrının insanların üzerindeki etkisi, şiddeti sıradanlaştırması Amerika-Kanada karşılaştırmasıyla çok güzel somutlaştırılıyor. Mutlaka izlenmesi gereken bir yapım.
Demem o ki ülkeyi yönetenler sağduyu fakiri, insanımız da pimi çekilmiş el bombası gibi olunca insanı kötü kötü düşünceler alıyor ister istemez.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)