31 Temmuz 2020 Cuma
YAŞAMAK AĞRISI ASILDI BOYNUMA*
“Ya dışındasındır çemberin
Ya da içinde yer alacaksın
Kendin içindeyken
Kafan dışındaysa
Çaresi yok kardeşim
Her akşam böyle içip kederlenip
Mutsuz olacaksın
Meyhane masalarında kahrolacaksın
Şiirlerle şarkılarla
Kendini avutacaksın
Ya dışındasındır çemberin
Ya da içinde yer alacaksın”
Yeni Türkü’nün muhteşem şarkısı “Çember”in sözleri yukarıdaki gibidir. Sadece üç dörtlükle ne çok şey anlatıyor. Ayfer Tunç’un “Dünya Ağrısı romanında 331 sayfada anlattıklarının bir özeti gibi Yeni Türkü’nün “Çember”i.
Ayak uyduramayanların, -mış gibi yapamayanların, yalnız ruhların romanı Dünya Ağrısı. Kitapta Dünya Ağrısı diye tabir edilen şey fiziksel ağrılar gibi değil. Bir çeşit ruhsal ağrı, zihinsel bir ağrı başka bir deyişle. Ve hatta varoluşsal bir ağrı… Dolayısıyla dünya ağrısının bir ilacı da yok. Fiziksel ağrılar bir şekilde dindirilebiliyor ama dünya ağrısı dindirilemiyor bir türlü. En iyi anında, en mutlu anında bile gelip buluyor seni, sızım sızım sızlıyor bir yerlerinde. Bazı insanlar bu ağrıyı hiç bilmiyorlar. Çünkü doğduklarından beri bir kez bile sorgulamamışlar yaşadıkları hayatı, içine doğdukları dünyayı. Dünya ağrısı olmayanlar, mutlu(cahil/çocuk**) insanlar aynı zamanda. Dünya ağrısı çekenler ise çoğunlukla mutsuzlar. Dünya ağrısına rağmen mutlu da olunabilir aslında, ama belli belirsiz ve üç beş kısa andan ibarettir.***
Bazı kitaplar arasında ruh benzerliği bulunur. Ayfer Tunç’un bu romanının da “Aylak Adam, Anayurt Oteli, Tutunamayanlar” gibi romanlarla ruh benzerliği taşıdığını söyleyebiliriz. Hatta Anayurt Oteli’ne direkt gönderme bile var yakalayabilene. Benzer konular, başka romanlarda hem de artık kült olmuş romanlarda çok çok iyi bir şekilde işlenmiş olmasına rağmen “Dünya Ağrısı” hiç de “öykünen bir roman” olarak kalmamış. Kendi dilini, tınısını bulmuş; kendi atmosferini yaratmış ve kendi ayakları üzerinde duran sağlam bir romana dönüşmüş. Yeşil Peri Gecesi’nde çok beğendiğim Ayfer Tunç, bir kez daha kalbimi fethetti. Onun bu kadar derin meseleleri bu kadar iddiasız, yalın bir şekilde ifade edebilmesine bir kez daha hayran oldum.
“İyi kitapların insana iyi gelmediğini düşünürüm.” demişti Cybill Ètoile adlı bir Fransız düşünür. Biraz düşününce hak vermemek elde değil. İyi kitaplar bizi dürten, rahatsız eden, düşünmeye ve sorgulamaya iten kitaplardır. “Dünya Ağrısı” da bunlardan biri. Dürtmekle, rahatsız etmekle kalmıyor üstelik ayna tutuyor size. Ben kendimi bolca gördüm o aynada, heyhat!. İşte böyle, olur da bir gün bu kitabı okuyacağınız tutarsa ve de siz de-benim gibi-bu romandaki kahramanla pek çok ortak noktanız olduğunu düşünürseniz “vay halinize” ya da “ne mutlu size!”
------------------------------------------------------------------------------------------
Dipnotlar:
*”Yaşamak ağrısı asıldı boynuma/Oysa türkü tadında yaşamak isterdim.” Nevzat Çelik’in o müthiş şiiri “Şafak Türküsü”nden bir dize. Nevzat Çelik’in bu şiiri aklıma her gelişinde tüylerimi diken diken eder. Ahmet Kaya tarafından efsane bir şekilde bestelenmiş ve seslendirilmiş olduğu için değil sadece. Tamamen gerçek olduğu için. Nevzat Çelik, bu şiiri hapishanede idamını beklerken yazmıştır. Henüz 22 yaşında gencecik bir delikanlıdır ve ömrünün baharında düşüncelerinden ötürü idamla yargılanmaktadır. Ve işte o günlerde bu şiiri yazar. Yazının başlığının görüldüğü üzere kitapla bir ilgisi yok. Dünya Ağrısı tamlaması bana şiirdeki “yaşama ağrısı”nı çağrıştırdığı için bu başlığı seçtim. Ha tabi, bu şiirde anlatılanlarla kitapta anlatılanların büsbütün alakasız olduğunu söyleyemeyiz yine de. Sonuçta Nevzat Çelik de bir ayak uyduramayandır ve bazı ayak uyduramayanlar gibi dünyayı kurtarabileceğini/değiştirebileceğini sanmıştır. Ve bu güzel düşünceyle çıktığı yolda onu ve onun gibi uyumsuzları anlayamayanların renksiz sistemi gelip “yaşama ağrısı”nı asmıştır Çelik’in boynuna.
**Hermann Hesse, Siddharta romanında hayatı sorgulamadan yaşayan yığınları tanımlarken “çocuk insanlar” tabirini kullanıyordu.
*** “yaşamak dediğin üç beş kısa mutlu andan ibaret” (Yanmışım Sönmüşüm Ben, Sezen Aksu)
29 Temmuz 2020 Çarşamba
İSTANBUL İSTANBUL İSTANBUL İSTANBUL İSTA…
Çok büyük şeyleri tanımlamak zordur. Onlara paha biçmek, bir yere yerleştirmek, somutlamak, bir anlama büründürmek zor, çok zor iştir. Deveye hendek atlatsanız, ağzınızla kuş tutsanız bile kâr etmeyebilir. Eksik gedik bir yerleri hep kalır. Mesela aşk… Öyle ya, ne kadar insan varsa o kadar aşk tanımı vardır. Kimin haddinedir “aşk”ı anlatabilmek.
İşte İstanbul da o “şey”lerden biri. Öyle büyük, öyle büyüleyici, öylesine yoldan çıkarıcı, öylesine benzersiz ki İstanbul… Anlatın desek, herkes başka bir şey anlatır onunla ilgili.
Burhan Sönmez’in “İstanbul İstanbul” romanında böyle bir İstanbul var işte. Bir yanda şaşaa bir yanda sefalet, bir yanda direniş bir yanda teslimiyet, bir yanda umut öbür yanda yedi kat karanlık… Dedik ya, çok büyük şeyleri anlatmak da güç diye. Kitabın adına ve kapağına bakıp İstanbul üzerine safi bir güzelleme sanmayınız. İstanbul imgesi pek çok şeyi dolduruyor kitapta ama her şey onun üzerine söylenmiyor. Kavgamızın şehri* İstanbul’da görmediğimiz, bilmediğimiz hikâyelerin, hayatların romanı İstanbul İstanbul.
Bana bu romanı şair dostum Aziz Aytaş tavsiye etmişti. Feysbukta paylaştığım bir kitap yazısının altına-okuma tavsiyesi sormuş olmalıyım ki-tavsiye olarak bırakıvermişti Burhan Sönmez’in İstanbul İstanbul’unu. Bir şairin önerisi mühimdir, göz ardı edilemez. Hemencecik iliştirivermiştim okuma listeme. E, ama serde var çöp okurluk, onu oku bunu oku derken ancak sıra geldi İstanbul İstanbul’a. Kitap hakkında hiçbir şey bilmeden aldım kitabı elime. Ne konusu ne yazarı hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Kitabın ne anlatıyor olabileceğine dair bir fikir bile yürütmemiştim içimden. O güzel, romantik İstanbul fotoğrafından oluşan kapak bile harekete geçirmemişti beni. O denli beklentisiz ve sıfır noktasında başladım kitaba.
Ve tabiri caizse kitap beni çarptı. Bir kitabı beğenmekle o kitaba çarpılmak arasında fark var. Bazı kitapları okur bitirir ve beğenirsiniz. Bazıları ise sizi avucu içine alıverir ve son sayfasına kadar bırakmaz. Bahsettiğim şey salt sürükleyicilikle falan ilgili değil. Bahsettiğim şey; kitapta yaratılan atmosfer, karakterler, konu, dil ve anlatımıyla yani bir bütün olarak sizi kavrayıvermesinden bahsediyorum. Bu kitabın da daha ilk bölümünde bu olay başıma geldi. Bu kitap “benim kitaplarımdan” biri olacak dedim içimden. Boşuna değilmiş dedim şair abimizin tavsiyesi.
Peki, kitap ne mi anlatıyor. I-ıh olmaz. Konusuna dair hiçbir şey söylemeyeceğim. Ola ki okumak isteyen biri çıkarsa benim gibi sıfır noktasında alsın isterim kitabı eline. Benim yaşadığım sürprizi yaşasın. Afallasın, üzülsün, kahkahalara boğulsun; kahrolsun, umutlansın, şaşırsın isterim.
Çok uzun yazmayacağım bu sefer.(Zaten, anam bile yazılarımı uzun bulduğu için okumadığını itiraf etti.) Büyüsü bozulsun istemiyorum. Üzerine söz söylenen şey zenginleşir zenginleşmesine ama üzerindeki efsunda uçuklaşmaya başlar yavaş yavaş. Kalsın istiyorum oysa. O efsun, kitabı güzel yapıyor.
Kitabın kahramanlarından biri olan Küheylan Dayı’dan bir alıntıyla** bitireyim. Kitabın geneline sirayet eden o masalsı şiirsellikten bir kuple: “Babam akşamları gaz lambasının ışığında duvara eliyle gölgeler yapar, maharetli parmaklarıyla kentler kurardı. İstanbul’u da öyle anlatırdı. Vapurları uzun, trenleri daha uzun yansıtır, sonra duvara bir ağacın yanında bekleyen bir gencin gölgesini verirdi. Bu genç ne bekliyor, diye sorduğunda, hep bir ağızdan, sevdiğini bekliyor, derdik. O inadına tersini yapar, delikanlıyı zindanlara kapatır, batakhanelere atar, ancak bizim umutsuzluğa kapıldığımız bir anda sevdiğine kavuştururdu. İstanbul çok büyük, derdi, her duvarın ardında başka bir hayat, her hayatın ardında başka bir duvar var. Kuyu gibi, hem derin hem dardır İstanbul. Kimisi onun derinliğinde sarhoşlanır, kimisi darlığında sıkılır. Babam sonra döner, size kendi tanık olduğum bir İstanbul hikâyesi anlatayım, derdi. Hem anlatır hem de hikâyeyi parmaklarıyla duvara resim gibi yansıtırken, bizi küçük evimizden alıp lambanın gölgesinde doğan ve gecelerimizi uçsuz bucaksız kaplayan o meçhul kente taşırdı.”
*Ey sen ne güzelsin, ey kavgamızın şehri… (İstanbul, Vedat Türkali)
** Kitapla ilgili diğer alıntılarımı merak ederseniz. Twitterda @gorkimania hesabını takip edebilirsiniz.
8 Temmuz 2020 Çarşamba
“AÇLIK”A KATLANMAK
Herkesin kendinde sevmediği ve değiştirmek istediği özellikleri vardır. Benim en sevmediğim özelliğim açlığa karşı dayanıksız oluşumdur. Aç kalmaya göreyim elim ayağım titrer, hayatla tüm bağım kesilir. Bu özelliğimi sevmem çünkü açlıkla terbiye olan binlerce-milyonlarca insan varken yeryüzünde, azıcık açlığa dayanamamak bir nevi şımarıklık gibi gelir bana. Bu sebepten ötürü de açlığını terbiye edebilen insanlara saygı duyarım hep.
Bir insanın açlığa iradî bir şekilde karşı koyabilmesi takdir edilesi bir davranıştır ama insanların açlığa mahkûm edilmesi ise utanç vericidir. İnsanoğlu bu makûs kaderle çokça yüzleşmiştir tarih boyunca. Savaşlar, göçler, kıtlıklar neticesinde insanlar açlıktan kırılmıştır pek çok dönemde. İnsanlık tarihinin acı gerçeklerinden biri olan “açlık”, haliyle edebiyatın da konusu olmuştur pek çok zaman. Özellikle savaş ve kriz dönemlerini fon alan romanlarda bu temaya rastlamak çok olağandır.
Örneğin Yaşar Kemal, Dağın Öte Yüzü üçlemesinde açlığı öyle bir anlatır ki insanın tüyleri diken diken olur. Sadece açlığı değil, kıtlığı, sefaleti, korkuyu, çaresizliği öyle gerçekçi anlatır ki bu gerçeklik karşısında alabora eder okuyucusunu. Bu üçleme bence Türk Edebiyatı’nın doruğudur. Her neyse konumuz Dağın Öte Yüzü üçlemesi değil şu anda. (Bununla ilgili de bir yazım var. İlgilenenler http://gorki-diyor-ki.blogspot.com/2019/07/endise-merak-ve-bekleyis.html adresinden “Endişe, Merak ve Bekleyiş” adlı yazımı okuyabilirler.) Bu yazının konusu ise Knut Hamsun’un “Açlık” romanı.
Varlık Yayınları’ndan* Behçet Necatigil’in çevirisiyle okudum ben kitabı. Kitabın başında Behçet Necatigil’in “Knut Hamsun ve Açlık Romanı” hakkında bir giriş yazısı mevcut. Bu yazıda Hamsun’un hayat hikâyesi de aktarılmış okuyucuya. Giriş yazısının da aktardığından hareketle “Açlık” romanının otobiyografik özellikler taşıdığını söyleyebiliriz. Yani yazarın kendi hayatından izler taşıyor hikâye.
Hikâyemizin adsız kahramanı yani anlatıcımız tıpkı Hamsun gibi bir yazar. Yani hayatını yazdıklarıyla sürdürüyor. Aslında sürdürüyor diyemeyiz buna tam olarak sürdürmeye çalışıyor. Hatta düpedüz sürünüyor adamcağız. Gazetelere yazdığı makale ve öykülerle geçinmeye çalışan yazarımız bırakın karnını doyurmayı başını sokacak bir yer bile bulamıyor bazı zamanlarda. Kalacak bir yeri olsa karnı aç oluyor, karnı doysa kalacak yeri olmuyor. İnanılmaz bir sefaletin avucunda sürdürüyor hayatını. Yani kitabın başındaki yaşam öyküsünü okumasanız yok canım bu kadar da olmaz artık, yazar efendi abartmış biraz diyesiniz geliyor. “Açlık” insanlığın acınası sefaletinin ortaya çok başarılı bir şekilde konulduğu romanlardan biri. Hamsun’un akıcı dili, sarsıcı gerçekçiliği ile yer yer sinirleriniz laçka ola ola okuyorsunuz.
Klasik eserler insana mercek tuttukları ve evrensel konuları işledikleri için klasik olmuşlardır. Bu durum “Açlık” için de geçerli, yazarımızın çektiği açlık ve sefalet, hayatta kalma çabaları, insanlığın talihsiz tarihine yakılmış ortak bir ağıt gibi. Bu tarz kitapları bitirdiğimizde içimizde bir yerleri ısıran öfkeye, dilimizde dolaşan küfürler eşlik eder. Kavanoz dipli dünyaya veryansın ederiz. Açlık da bizde bu hisleri uyandırıyor. Açlık romanı okunması kolay ama sindirilmesi zor bir kitap olsa da her şeye rağmen içimize küçük bir umut tohumu ekerek bitiyor ve böyle hikâyelerin her zaman başımızın üstünde yeri vardır.
*Not 1: Romanın çevirisi yazıda da belirttiğim üzere edebiyatımızın önemli isimlerinden biri olan Behçet Necatigil’e ait. Behçet Necatigil’in çevirisi tabii ki gayet leziz. Lakin kitapta bariz yazım yanlışları bulunmakta. Bunların birden fazla yerde tekrar ediliyor olması bunun bir dizgi hatası olmadığını gösteriyor bize. Bunlardan bazıları şunlar:anlıyamıyordum, kanape, sağnağıyla, raslamış, ergeç, döğme… Doğruları şu şekilde olmalıydı: anlayamıyordum, kanepe, sağanağıyla, rastlamış, er geç, dövme. Bu yanlışların sebebi, Necatigil’in çevirisinin ilk haline hiç dokunulmamış olması olsa gerek. Necatigil gibi büyük bir şair bu sözcüklerin nasıl yazılacağını bilmiyor muydu peki? Elbette biliyordu ve muhtemelen onun zamanında zaten bu sözcükler böyle yazılıyordu. Yani Necatigil aslında yazım yanlışı yapmadı ama yazım kuralları-pek çok kez olduğu gibi-zaman içerisinde değişti. Bu yazımlar eskide kaldı dolayısıyla. Burada kabahatli olan hiç kusura bakmasınlar ama Varlık Yayınları’dır. Bir kitap değil 44.basımını isterse 144.basımını yapsın yine de dönemin yazım kurallarına göre gözden geçirilmeli, gerekiyorsa düzeltilmeli, eğer çevirenin yazımına sadık kalınacaksa da bu durum editöryal bir açıklamayla belirtilmelidir. Sabahattin Ali’yle ilgili yazıda Varlık Yayınları’nın efsane bir cep boy kitaplar serisi olduğunu belirterek onları övmüştüm ama burada eleştiriyi hak ettiklerini düşünüyorum.
7 Temmuz 2020 Salı
SABAHATTİN ALİ OKUMAYI BIRAKIN ARTIK
Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna”sını 20’li yaşlardayken okumuştum ve tüm okurlar gibi beni de hemencecik etkisi altına alıvermişti bu romantik şaheser. Su gibi akan, insanı duygudan duyguya sürükleyen bu romanın çok okunması ve çok beğenilmesi gayet normaldi. Kürk Mantolu Madonna’nın hemen arkasından “Kuyucaklı Yusuf”u da okumuştum. Bu kitapla birlikte Sabahattin Ali’ye olan hayranlığım pekişmiş, yazdığı her şeyi okuma isteği uyandırmıştı bende. Bu iki romanından sonra oturup öykü kitaplarını okudum Sabahattin Ali’nin. “Kağnı, Değirmen, Sırça Köşk, Yeni Dünya, Ses” adındaki öykü kitaplarında toplanmıştı öyküleri. Görkemli yalınlığıyla, buram buram gerçekliğiyle öyküleri de çok çarpıcıydı. İçimizdeki Şeytan’ı da almıştım* ama bir türlü okumaya kıyamıyordum. Zaten epi topu üç romanı vardı ve onu da okuyunca bitiverecekti romanlar. Öyküler zaten bitmişti. O sırada sevgili arkadaşım Elmas Okumuş bak bir de bunu oku, gerçek Sabahattin Ali’yi bir de burada gör diyerek “Markopaşa Yazıları ve Ötekiler” kitabını hediye etmişti bana. Aziz Nesin’le beraber çıkardıkları Markopaşa dergisinde ve diğer dergilerde(Merhumpaşa, Malumpaşa, Ali Baba, Tan, Varlık, Resimli Ay vd.) çıkan yazılarının toplandığı kitaptı bu. Sabahattin Ali’ye olan hayranlığım iki katına çıkmıştı bu kitapla beraber. Herkesin konuşmaya, yazmaya çekindiği konuları yazıyordu dergilerdeki yazılarında. Hem de zor ve tehlikeli zamanlarda. Adaletten, eşitlikten, özgürlükten bahsediyordu. Edebi kişiliğiyle zaten büyük olan yazar, düşüncelerini korkmadan savunan halkçı bir aydın olarak daha da devleşiyordu bu yazılarında.
Romanlarında bireye ve bireyin toplumla ilişkisine odaklanan Sabahattin Ali, öykülerinde daha gerçek hikâyeler seçiyordu ve öykülerinde romanlarına nazaran biraz daha toplumcu gerçekçi bir damar tutturuyordu. Ama onun toplumcu gerçekçiliğin öncülerinden birisi olarak nitelendirilmesini sağlayan asıl eserleri dergilerde yayınlanan bu yazılarıydı. Yazdığı romanların her biri zaten şaheserdi. Yazdığı öyküler hep kalburüstüydü. Yani bu işlere bulaşmadan, pek çok yazar gibi kendi fildişinden kulesinde rahat rahat yaşayabilirdi. Ama yıkılmaz zannedilen “sırça köşk”lere karşı savaş açmıştı, gerçek bir aydın olarak yanlış bildiği şeyleri yazmaktan geri durmayacaktı. Gerçeklerin her daim örtbas edildiği, doğru söyleyenin dokuz köyden kovulduğu memleketimizde bu güzel adama da tahammül edemediler bu yüzden. Faili belli(!) bir faili meçhul cinayetle katlettiler onu ve henüz 41 yaşında koparıp aldılar bizden. Yaşasa kim bilir daha neler yazacaktı, belki Orhan Pamuk’tan çok daha önce Nobel alan ilk Türk romancısı o olabilirdi.
İşte onun bir daha yazamayacağını bilmenin verdiği buruklukla “İçimizdeki Şeytan”ı bir türlü okuyamadım. Elim gitmedi. Okumadığım en azından bir kitabı dursun kenarda istedim. Yangında son kurtarılacak misali sakladım onu. Ama onca yıl içinde o kadar çok şey okumuş ve dinlemiştim ki onun hakkında, zaten kitaba dair her şeyi biliyordum neredeyse. Ve 12 yıldır kitaplığımda yıllanmış bir şarapmışçasına gözümden sakındığım kitabı geçen haftalarda okudum. Tek kelimeyle “benzersiz” bir okuma deneyimiydi. Okumak için yıllarca beklediğimden mi ya da zaten bir Sabahattin Ali hayranı olduğum için gözümde büyütüyor muyum bilmiyorum ama “İçimizdeki Şeytan” benim Türk edebiyatı içinde okuduğum en iyi 10 eserden biri kesinlikle. Dünya Klasikleri listesine Türkiye’den bir eser dahil edilecekse eğer bu eser kesinlikle “İçimizdeki Şeytan”dır bana göre. Zira o tüm klasiklerde bulunan evrenselliği en iyi bu eser yakalar. Klasik eserlerde olay nerede geçiyorsa geçsin, zaman ne olursa olsun ortak mesele “insan” ve insanın içindeki o gizli kalmış taraflardır. İnsanı mercek altına yatıran bu eserler, okunduğunda coğrafya ve zaman ne olursa olsun insanoğlunun her yerde aynı olduğunu fısıldar bize. Bu eseri de Sabahattin Ali değil de sanki Dostoyevski, sanki Victor Hugo, sanki Charles Dickens yazmış gibidir. Çünkü her yerde böyledir bu işler. Dünyanın her yerinde insanlar bin bir türlü boş işlerle uğraşır, bin bir türlü kötülük icat ederken “içlerinde yaşayan bir şeytana” havale ederler bu pis işleri. Sabahattin Ali; kadın-erkek ilişkilerinden, toplumsal ilişkilere kadar türlü detay ve gözlemle dolu bu kitabında ustaca anlatır bizi bize. Dünya çapında bir edebi iştir ortaya çıkardığı.
Sabahattin Ali, çok büyük bir yazar olduğu gibi çok da okunan bir yazardır. Her büyük yazar, çok okunmaz maalesef. Sabahattin Ali, çok rağbet görmekte uzun yıllardır. Her kitapçının en çok satanlar raflarında onun eserlerini görürüz. Son zamanlarda ise kitaplarının pek çok basımını görebiliyoruz. İtiraf etmek gerekirse Sabahattin Ali’nin kitaplarını her yerde görmek canımı sıkıyor, içimi acıtıyor. Lanet olası, telif yasaları bir yazarın ölümünün üzerinden 70 yıl geçtikten sonra o yazarın eserlerini kamu malı olarak kabul ediyor ve dolayısıyla isteyen herkes o yazarın kitaplarını basabiliyor. Neredeyse her yayınevinin dünya klasiklerini basabilmesinin sebebi budur. (Ki çoğunun çevirisi vs. çok kötüdür, özensiz kitaplardır bunlar.)
Peki, bu durum benim canımı niye sıkıyor? Çünkü Sabahattin Ali, her insanın hak ettiği gibi yaşlanarak ölmedi. Ömrünün en verimli çağında koparıp aldılar onu, siyasi görüşlerinden ötürü katlettiler. Katil Ali Ertekin 3-5 yıl yatıp çıktı. Cinayete göz yumanlar, perde arkasındaki kirli eller hiçbir zaman açığa çıkarılamadı. Ve öldürülmekle kalmadı eserleri bile yasaklandı. Sabahattin Ali’nin eserleri öldürüldüğü yıl olan 1948’den 1965’e kadar basılamadı Türkiye’de. Yasaktı. Bırakın eserlerini basmayı, Sabahattin Ali’den bahsetmek bile yasaklanmış gibiydi.** Ne acayip iş, hem öldürülüyorsunuz hem de eserleriniz yasaklanıyor. Varlığınızla beraber düşünceleriniz de yok edilmeye çalışılıyor sanki. Ama ne kadar uğraşılsa da düşüncelere gem vurulamaz. Onun gibi düşünenler; özgür, bağımsız, demokratik Türkiye hayali kuranlar hep oldu. Ama onlar da öldürülmedilerse de devletin zindanlarında süründürüldüler yıllarca. Sabahattin Ali’nin Türkiyesi daha iyi bir yer haline dönüşmedi ilerleyen yıllarda da maalesef. Hâlâ da tam bağımsız ve demokratik bir Türkiye’den bahsedemiyorsak hangi hakla ve yüzle Sabahattin Ali kitaplarını bu kadar umarsızca basıp tüketebiliyoruz. Sabahattin Ali hem bir cinayete kurban gittiği için hem de eserleri 1965’e kadar yasaklı kaldığı için bu telif yasasından muaf tutulmalıydı. Ailesinin-kızı hâlâ hayatta-yayın haklarını verdiği bir yayınevi basmaya devam etmeliydi ya da devlet bu işi o tarihten sonra kendi üstüne almalıydı.*** Sabahattin Ali gibiler “kamu” yani halk gerçekten özgürleşmeden kamu malı haline getirilemez, getirilmemeliydi. Bu yüzden, bırakın artık Sabahattin Ali okumayı. Çünkü bu ülkeyi daha iyi bir yer haline getirmeden onu ve ürettiği yüksek edebiyatı hak edemeyeceğiz.
*(dipnot 1): Bu elimdeki kitabı bir sahaftan almıştım. (Eskiden sahaflardan eski kitap almak gibi romantik şeylerle uğraştığım zamanlar olmuştu itiraf ediyorum. Okunmuş, yaşanmışlığı olan kitap romantizmi.) Ama bu, resimdeki kitaptan okumadım “İçimizdeki Şeytanı”. Bir arkadaşımdan aldığım yeni bir basımdan okudum. Zira elimdeki basım çok kıymetli. 1966 Varlık Yayınları basımı. Varlık Yayınları’nın cep boy romanlar serisi bir efsanedir. Bu da onlardan biri. Çok değerli, zira Sabahattin Ali eserlerinin yayımlanması 1965’e kadar yasaktı. Yani bu kitap, yasaktan sonra basılan ilk nüshalardan.
**(dipnot 2): Kitapları basılmadığı gibi dönemin dergilerinde, edebiyat seçkilerinde, antolojilerinde bile yer verilmemiştir kendisine. Halbuki arkasında bıraktığı edebi ürünler göz ardı edilecek cinsten değildir. Asım Bezirci kaleme aldığı “Sabahattin Ali Biyografisi”nde detaylı bir şekilde anlatır bunu. Dönemin en ünlü yazarlarından olan üstelik bir edebiyat profesörü olan koskoca Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bile derslerinde ve eserlerinde Modern Türk Edebiyatı yazarlarını ve eserlerini anlatırken Sabahattin Ali’yi es geçtiğini söyler. Benim de büyük hayranı olduğum Tanpınar’la ilgili okuduğum bu bilgi açıkçası beni çok üzmüş ve hayal kırıklığına uğratmıştı. İster siyaseten ayrıldıkları için olsun ister devlet korkusundan olsun, bu yaptığını hoş karşılayamamıştım.
***(dipnot 3): Ütopik düşünceye gel! Oksimoronun dik alası resmen. Öldürülmesine çanak tutan, failleri kollayan, davayı hasır altı eden devlet(devletin bir hafızası vardır) böyle bir işe soyunacak öyle mi? Ne kadar safım.
29 Mayıs 2020 Cuma
HADİ BENİ KANDIR BİRAZ
GİRİŞME: “Ben inanmak değil, bilmek isterim.” Birkaç gün önce izlediğim sokak röportajında böyle diyordu ünlü yazar İhsan Oktay Anar. Ben de bilmek isteyenlerdenim. Bilgi istemek zorlu bir yol aslında. Bilgiyi edinmek için çaba gerekir. İnanmak ise bilgi gerektirmez. Hatta inanmak çoğu zaman bildiklerine rağmen “inanmayı” gerektirir. Çoğu zaman inanmak, bilmekten daha çok işimize gelir çünkü güvenlidir inanmak. Bilmek ise hem hoşlanmayacağımız şeylerle karşı karşıya bırakabilir bizi hem de sorumluluklar yükler. Hangisini talep ya da kabul ederseniz edin, aslında önemli olan onları ne için ve nasıl kullandığınızdır.
GELİŞME: Alamut, her şeyi bilen birinin kendi inanmadığı şeylere başkalarını inandırmasının romanı. Kim bu biri? Bu kişi Hasan Sabbah. Sabbah, zamanına göre iyi bir eğitim alıyor, o çağa kadar yazılmış ne varsa okuyor, bütün bilgileri yiyip yutuyor. Araştırıyor, öğreniyor, sorguluyor. Hesapta İran halkının sömürülmesine dur demek için mücadele etmeyi kafasına koyuyor. Lakin eskiden can dostu olan Nizamülmülk tarafından ihanete uğrayınca, sahip olduğu zeka ve bilginin tamamını Nizamülmülk’ü ve onun temsil ettiği şeyi yok etmeye adıyor. Onca yılın getirdiği bilgi ve gözlemlerle insanların “inanç” ekseni etrafında kolayca toplanabildiğini ve yönlendirilebildiğini fark ediyor. Sünni inancın karşısındaki Şii inancını ve bu inancın İsmaili kolunu kendine paravan yaparak örgütünü kuruyor, keskin zekası sayesinde kısa zamanda bu örgütü büyütüyor ve emrindeki fedaileri haşhaşla uyuşturup, cennet hayaliyle büyüleyip fütursuzca insan öldürebilen makinelere dönüştürüyor.
SONUÇMA: Peki, Hasan Sabbah 11.yüzyılda değil de günümüzde yaşasaydı yine yapabilir miydi bunu? Bunca +1000 yıllık bilgiye ve teknolojiye rağmen… Belki haşhaşla uyuşturup onları cennete götürdüğüne inandıramazdı ama illaki başka bir yol bulabilirdi kandırmak için. Hitler bunu 11.yüzyılda değil 20.yüzyılda yaptı neticede. Bir yalan sistematik bir şekilde tekrar edilince kitleleri o yalana ikna etmek ve inandırmak çok da zor olmuyor. Hasan Sabbahlar hâlâ kandırabiliyor insanları. Kandırılmamanın panzehiri bilgiden geçiyor hâlâ. Heyhat garantisi yok. İnandığımız şeyler uğruna kandırılmaya dünden razıyız çünkü.
SON SÖZ: Kitap tanıtıyormuş gibi yapıp kitaptan hiç bahsetmemek olmaz. Alamut, bir tarihi roman şaheseri. Teknik olarak çok başarılı, her türlü okuyucuyu kolayca ağına düşürebilecek 500 sayfalık heyecanlı, gizemli, sürükleyici bir okuma macerası. 1000 yıl önce yaşanan olayları, o coğrafyayla hiç alakası olmayan bir Avrupalının kaleminden okumak ve sanki oradaymışız gibi heyecanlanıp hop oturup hop kalkmak... İşte edebiyatın karşılaştırılamaz gücü.
Etiketler:
alamut,
hasan sabbah,
haşhaşiler,
vladimir bartol
27 Mayıs 2020 Çarşamba
ARAYAN BELASINI DA MEVLASINI DA BULUR MU?
İnsanlar ikiye ayrılır: sorgulayanlar ve sorgulamayanlar. Sorgulamayanların işi kolaydır. Onlara verilen, öğretilen, bahşedilen kadarıyla yetinip mutlu bir ömür sürerler. Sorgulayanların işi ise zordur çünkü sorgulamanın bir sonu yoktur. Aldıkları hiçbir cevap onları kesmeyeceğinden, cevap buldukları her bir soru aslında başka bir sorunun kapısını araladığından asla mutlu olamazlar. Böyle böyle tüketirler ömürlerini. Siz siz olun, soru sormayanlardan olun. Şaka şaka! Rahatsız bir “diken” olmak; mutlu bir “ot” olmaktan iyidir.
Bir de cevabını bildiği soruyu sorup duranlar vardır. E, bunlara ne demeli. Allah akıl fikir versin diyelim bari. Hermann Hesse’nin Siddharta romanına adını da veren kahramanımız Siddharta bunlardan biri. Coğrafya kaderdir, derler. Doğrudur, içinde bulunduğumuz coğrafya bizim sınırlarımızı da çizer çoğunlukla. Bazı insanlar da çok zalim coğrafyalarda dünyaya gelir. Hayallerimizin ve yeteneklerimizin sınırını çizemez belki ama bu hayalleri hayata geçirme ve yeteneklerimizi ortaya çıkarma imkanı tanımayabilir bu zalim coğrafya. Hindistan’da bir brahmanın oğlu olarak doğan Siddharta için de şablon baştan hazırdır. Babası gibi bir brahman olur, memnundur hayatından ama sorular vardır kafasında. İnanç ve var oluşla ilgilidir bu sorular. Bu sorularının cevabını bulma umuduyla yola revan olur. Dere tepe düz gider; ormanlar, şehirler, nehirler geçer. Bu yolculukta kendini arar. Bulur, kaybeder. Bulduğunu zanneder ama yanılır. Yanıldığını zannettiği anda aslında doğru yoldadır. Çocuk insanlar dediği insanların arasına karışır. Çocuk insanlar, yani hayatı anlamlı kılmak adına değil de sadece hayatta kalmak adına yaşayan insanlardır. Onlardan biri de olur zamanla. Aşık olur, zengin olur, kumarbaz olur, ayyaş olur; çocuk insanlığı da sonuna kadar yaşar. Bir acayip sergüzeşt yaşar Siddharta. Bir Bollywood filmi bazen de bir Yeşilçam filmi gibi bir ömür sürer. Paragrafın başında cevabını bildiği şeyi aradığını söylemiştim Siddharta’nın. Bu çılgın sergüzeştinin sonunda tekrar başa döner ve aradığı basit gerçeği bulur Siddharta. Cevap çok uzakta değildir, kendi içindedir aslında.
Yaşamın sırrı gerçekten de bu kadar basit midir? Her şeyin cevabı bizde midir? Kendimizi içinde bulunduğumuz koca evrenin basit bir parçası olarak görür, kabul eder, kibrimizden soyunur, her şeyi ve herkesi seversek bu dünya daha güzel bir yer olur mu? Yani bireylerin kurtuluş reçetesi insanlığın da kurtuluşunun reçetesi olabilir mi? Bireysel ütopyalar, toplumsal ve evrensel ütopyalara dönüşebilir mi? Keşke öyle olsaydı. Ama dünyanın girişinde şu tabela asılı: “Yaptıklarımız, yapacaklarımızın teminatıdır.”
26 Mayıs 2020 Salı
İZLEYEBİLDİM 4
Arkadaşlarımın film tavsiyelerini sorgusuz sualsiz izlemeye ve üzerlerine laga luga yapmaya devam ediyorum. Bu hafta ilk olarak Awakenings yani “Uyanışlar”ı izledim. 1990 yapımı bu filmi nasıl olmuş da bu zamana kadar izlememişim hayret. Zira, tahminimce bu film televizyonda falan da pek çok kez çıkmıştır. Neyse, izlememişim işte, n’apayım ya gelmeyin üstüme. Usta oyuncular Robert de Niro(ulan bir adam her filmde de unutulmayacak performans sergilemez ki arkadaş) ve Robin Williams(bu da öyle, bu da) başrolde. Kronik hastalarla çalışan bir doktorun(Williams), hastalardan birinin(de niro) kaderini değiştiren olaylara imza atmasını anlatan bir dram bu. Filmin ortalarında falan yok artık canım, “bilimli” film yapalım derken b.kunu çıkarmışlar; bilimle bile bu kadar şey başarılamaz, böyle saçma şey olmaz diyesiniz geliyor ama filmin başında bunun “gerçek bir hikâyeden uyarlandığı” uyarısı aklınıza geliyor ve “vay canına” diyorsunuz. Zaman zaman insanı üzse de ailece izlenebilecek bir film. IMDB puanı 7,8, benim puanım 8,4.
İzlediğim ikinci film, 2012 senesine ait bir İspanyol yapımı olan “El Cuerpo”. Türkçe adıyla “ceset”. Bir polisiye gerilim filmi bu. Bir polisiye gerilim filminde arayacağımız her şey var içinde: bir adet cinayet, birtakım gizemler, acayip tesadüfler, bolca soru işareti, gereksiz gerilimler, sigara içip duran polisler, karizmatik görünmeye çalışan polisler, falan filan… Her polisiye-gerilim filmi gibi bunun da üzerine çok konuşursak illaki tatkaçıran veririz. Tatkaçıran verirsek de bu filmi izlemenin bir anlamı kalmaz. Türü sevenler için iyi bir alternatif olduğunu söyleyebilirim. Güzel senaryo, başarılı kurgu. İzleniri var. IMDB puanı 7,6, benim puanım da 7,6. (Ölçtüm biçtim, tam 7,6 altılık film, valla bak.)
Bu hafta sonunun 3.filmi “Sideways” oldu. İki arkadaşım birden ortaklaşa tavsiye edince izlemem kaçınılmazdı. Zaten ben bu filmi teee çok önceden izlemeye niyet etmiştim ama bir şey olmuştu da izleyememiştim. Neyse, geç olsun güç olmasın diyerek oturdum başına. 2004 yapımı bu film, bağımsız sinema dediğimiz ekole dahil edebileceğimiz bir yapım. Yani nedir bağımsız sinema. Sanatı sanat için yapan ama b.kunu çıkartıp sadece sinema için yapmayan, seyirciye de hoş gelecek şeyler çeken ama seyirciye hoş gelsin diye de böyle allanmış pullanmış hikâyeler çekmeyip böyle günlük hayat içindeki basit ancak dikkat edilmeyen komikli ama acıklı yanları bulup çıkaran sinemadır diyebiliriz. Bir de tabii kocaman kocaman bütçelere çekilmez böyle filmler. Azıcık aşım ağrısız başım hesabı… Lan filmden bahsetsene diyenler için, diyeceğim şudur ki böyle filmlerden bahsedilmez, böyle filmler yaşanır, şey yani izlenir. Tatlı bir gerçekçiliği, romantizmi ve mizahı olan hoş bir film. Şarap denen afili içkiye bir saygı duruşu niteliğinde aynı zamanda bu film. Şarapçılar(şaraptan anlayanlar) izlesin. IMDB puanı 7,5, benim puanım 8,8.
Son filmim klasiklerden: 1954 yapımı Rear Window. Yani “Arka Pencere”. Arka Sokaklar ile karıştırmayalım lütfen, bu da polisiye ama gerilimli polisiye. Gerilim filmlerinin ünlü yönetmeni Alfred Hitchcock’un geçenlerde “Rope”unu izlemiştim. Bu sefer de başka bir klasiği olan Rear Window’u izledim. Rope daha tempoluydu ve ben Rope’ta daha fazla gerilmiştim ama gizem ve merak unsuru Rear Window’da daha fazla. Bacağı kırıldığı için mecburen evde oturan maceracı fotoğrafçı Jefferies(James Stewart) sıkıntıdan evinin penceresinden komşularını rontlamaktadır(şerefsiz ya) sürekli ve birtakım garip olaylara tanık olur. Seyirciyi de sürekli bir gelgit içerisinde tutan başarılı bir kurgu ve senaryoya sahip. Dar alanda o kadar ustaca bir iş ki hayret etmemek ve alkışlamamak mümkün değil. Yalnız, filmden anladığımız üzere Amerikalıların alayı rontçu ve teşhirci. 😝IMDB puanı 8,4 benim puanım 9.
Bir başka dereden tepeden sinema yazısında görüşmek üzere.
20 Mayıs 2020 Çarşamba
İZLEYEBİLDİM 3
Arkadaşlarımın film tavsiyelerini sorgusuz sualsiz hayata geçirmeye devam ediyorum. Bu hafta sonu ilk olarak sevgili dostum Berduş’un tavsiye ettiği Platform’u(hoş, bunu izlemeyen, üzerine konuşmayan kalmamıştı zaten) izledim. Bir İspanyol yapımı olan “Platform” Netflix’te yayınlandığı için bir anda popüler oluvermiş ve geçtiğimiz ay içerisinde çokça izlenmişti. Berduş tavsiye edince ben de eksik kalmayayım dedim ve izledim. 2019 yapımı Platform; bol gerilimli, distopik bir bilim-kurgu filmi. Bir derdi olan filmlerden. Bu derdini de açıktan açığa söylemeyip alt metinlere yerleştiren yani bu işi sembollerle yapan bir film. Bu bağlamda basit bir sinema filmi değil; bir sanat eseri, felsefi derinliği olan bir metin aynı zamanda. Bir eleştiri yağmuru… Adına sistem eleştirisi de denilebilir, insanoğlunun eleştirisi de… Zira iyi ya da kötü her sistemin var edicisi ve sürdürücüsü insanoğlunun ta kendisi. Bu tarz filmleri çok seviyorum. Lakin filmde bir takım boşluklar, çelişkiler ve havada kalan şeyler yok değil. Bu yüzden bir başyapıt değil. İMDB puanı 7, benim puanım 8.
İzlediğim, ikinci film sinefil arkadaşım UK’un tavsiyesi olan “November” idi. UK geçtiğimiz haftalarda içimden geçen filmler tavsiye etmişti: dogtooth, happiness (bkz.geçmiş yazılar.) Bu yüzden temkinliydim bu filme karşı da. Lakin yine bir İspanyol yapımı olan “November”, orijinal adıyla “Noviembre” gönlümü fethetti. 2003 yapımı filmde, bir tiyatro grubunun hikâyesi anlatılıyor. Tek amaçları tiyatro yapmak olan çılgın bir grup bu. Tiyatroyu para kazanmak için yapmıyorlar. Tamamen kamusal bir hizmet olarak parasız yapıyorlar bu işi. Çok fazla bahsedip tadını kaçırmak istemem. İzleyin. Kurgusuyla, senaryosuyla, oyunculuklarıyla a’dan z’ye harika bir film. Benim gibi “tiyatro”yu hayatının odağına koymuş ya da tiyatro ile bir şekilde bağ kurmuş herkesin mutlaka izlemesi gereken bir film. IMDB puanı 7,7, benim puanım 10. Duygusal bir puan farkındayım ama ne yapayım, mevzubahis tiyatro. (Çok küçük bir rolü olan Pedro Alonso yani La Casa de Papel’in “Berlin”i de filmin sürprizlerindendi. Ama çok küçük ve kısa bir rol gerçekten. Benimki gibi şahin gözleriniz yoksa tanıyamazsınız bile.)
İki iyi İspanyol filmi izleyince İspanyol filmlerinden devam edeyim o zaman dedim. Mehmet Turgut’un İspanyol filmleri listesi vardı, onu hatırladım ekran görüntüsünü almıştım. Geçen hafta Mehmet’in tavsiye ettiği iki klasik filmi izlemiş ve çok beğenmiştim. Mehmet’in zevkine güveniyordum. (iyi ki de güvenmişim.) Hemen açtım listeyi ilk sıradan izlemeye başladım. Lakin Mehmetçiğim Turgut’un İspanyol filmi diye tavsiye ettiği filmlerin ilki Kanada yapımı Fransızca bir film çıktı. Lan Mehmetçiğim ya! Aman ne önemi var. Film şahaneydi neticede. 2010 yapımı “İncendies” adlı filmimiz, Fransızca “Yangınlar” demekmiş. Türkçe’ye “İçimdeki Yangın” şeklinde çevrilmiş. Genelde yabancı filmlerin Türkçe karşılıkları bir facia olur ama bu sefer cuk oturmuş. Hem de öyle böyle bir yangın değil, sadece filmdeki kahramanlarımızın değil izleyici olarak bizim bile içimizi yakan bir hikâye var filmde. Ortadoğu denilen bataklıkta geçiyor filmimize konu olan trajediler, az bir kısmı da Kanada’da. Tipik Ortadoğu manzaraları… Din uğruna yapılan anlamsız ve bitmek bilmeyen savaşlar, bu savaşlar esnasında parçalanan, savrulan hayatlar vs. vs. Çok fazla üstüne yorum yapmayayım ki “tatkaçıran” vermeyeyim. IMDB puanı 8,3, benim puanım 9,5.
Sonra, Mehmet’in listesindeki 2. Filme geçtim. “El secreto de sus ojos”. Yani “Gözlerindeki Sır”. 2009 tarihli bu film bir Arjantin yapımı. Arjantin’de İspanyolca konuşulduğu için bu filmi teknik olarak İspanyol filmi kabul edebiliriz tabii ki Mehmetçiğim. Tabi ki bir M.Turgut tavsiyesi olarak bu film de şahaneydi. Film bir polisiye-gerilim. Ama sabun köpüğü bir polisiye-gerilim değil. Suç, ceza, adalet kavramları üzerine düşündüren sıkı bir film. Üstüne üstlük bir türlü dillendirilemeyen bir de aşk hikâyesi var ki o da tüm heyecanın üzerine şahane bir romantizm sosu sıkıyor. Üzerine çok konuşursanız mutlaka “tatkaçıran” vereceğiniz filmlerden biri bu da, o yüzden çok uzatmayayım lafı ve izleyin diyeyim. IMDB puanı 8,3, benim puanım 9.
Bir sonraki çorba gibi sinema yazısında görüşmek üzere.
16 Mayıs 2020 Cumartesi
İKİ ŞEHRİN HİKÂYESİ: İNSANLIĞIN HAZİN TARİHİ
Fransız İhtilali insanlık tarihinin en önemli olaylarından biridir. O denli önemli sayarız ki bu İhtilali, tarihte yeni bir çağın başlangıcı olarak kabul ederiz. Fransız İhtilali ile Yeni Çağ kapanmış, Yakın Çağ başlamıştır. Sanayi Devrimi ile birlikte modern dünyamıza şekil veren iki dönüm noktasından biridir kuşkusuz. İnsanlık tarihini derinden etkileyen fikir akımları Fransız İhtilali sayesinde ortaya çıkmıştır, bu fikir akımları halk hareketlerini ateşlemiş, ülkelerde rejimler ve iktidarlar değişmiştir. Yani o ilk devrilen domino taşı gibi bir şeydir Fransız İhtilali. Ve her ihtilal gibi bir hayli kanlı olmuştur. Hiçbir büyük dönüşümün kansız ve yumuşak bir şekilde gerçekleşmesi mümkün değildir zaten.
İki Şehrin Hikâyesi için de Fransız İhtilali’ni en iyi anlatan kitap derler. Bu yüzden yıllardır okumayı istediğim bir kitaptı. Zira tarihi, romanlardan okumak bence çok heyecanlı ve eğlencelidir. İşin nesnellik kısmı tartışılır tabii ki; sonuçta romanlar bilimsel değil, edebi eserlerdir. Neyse ki çok sorun değil bu öznellik, tarih bilimi de nesnelliği en tartışmalı sosyal bilimlerden biri değil mi sonuçta.
İki Şehrin Hikâyesi de haliyle direkt olarak Fransız İhtilali’ni anlatmıyor. İhtilal günlerini fon olarak kullanıyor. İhtilalin üç önemli sloganı var: eşitlik, özgürlük ve adalet. Adalet kavramı klasik romanlarda sıkça kullanılan bir temadır. Bu romanda da önce Doktor Manette’in daha sonra Charles Darnay’in uğradığı adaletsizliklere tanık oluruz. Halbuki ikisinin uğradığı adaletsizlikler iki ayrı dönemde yaşanmıştır: İhtilal’den önce ve İhtilal’den sonra. O halde, adaletsiz düzen değişmemiş midir İhtilal’e rağmen. Yoksa eskinin ezilenleri şimdinin ezenleri mi olmuştur? Onca eşitlik ve özgürlük naralarına rağmen üstelik. İşte kitapta başa güreşecek tartışma konularından birisidir bu.
Yazarımız Charles Dickens, değişimin yani devrimin kaçınılmazlığını kabul etmektedir. Lakin bu kadar kanlı bir şekilde gerçekleşmesinden ve gücün el değiştirmesine rağmen adaletin gelmemesinden hoşnut değildir. İşte burada bahsi geçen iki şehrin mukayesesi girer işin içine: Londra ve Paris. Çok belli belirsizdir bu mukayese romanda ama kitabın söylemini üstüne inşa ettiği payandalardan biridir. Romandaki olaylar Paris’te geçmektedir ama Paris’teki bu olayların niteliğini kavrayabilmek için bir kıyas noktası gerekmektedir. İşte o da Londra’dır. Dickens, devrimin kaçınılmazlığının farkındadır demiştim, evet farkındadır çünkü devrim öncesi Fransa’sının çürümüşlüğü, çökmüşlüğü gözle görülür vaziyettedir. Halk sefalet içinde kırılmaktadır, adalet zenginlerin hesabına işlemektedir. Biriken öfkenin patlamaması mümkün değildir. Halbuki yanı başlarındaki İngiltere bu işleri çok önceden çözmüştür bir nebze de olsa. Öyle ya, ta 1215’te, yani bu yaşanılanlardan 500 küsur yıl önce Magna Carta’yı imzalamış yani kralın yetkilerini sınırlandıran bir yasaya sahip bir halktan bahsediyoruz. İngiltere’de yok mudur fakirlik ve adaletsizlik? Elbette vardır ama Fransa’daki kadar yakıcı değildir boyutları. Bu yüzden Fransa’nın bu geri kalmışlığına-çok hissettirmemeye çalışsa da-küçümseyerek bakar bir İngiliz olan Dickens. Bazı kısımlarda gözlemci anlatıcılıktan çıkıp hiciv içeren cümleler kurmaktan da kendini alamaz bu yüzden.
Tarihsel arka planının dışında tam bir klasik roman, İki Şehrin Hikâyesi. İçinde aşktan, entrikaya; yok artık dedirtecek olaylardan, gizemlere; toplumsal çıkarımlardan, bireysel hezeyanlara kadar her şeyi barındıran romanlardan. Olayların uzun uzun ve yavaş yavaş anlatıldığı romanlardan. Bazı kısımlarda temposu çok düşen ama nihayetinde sizi acayip bir sonun beklediği romanlardan.
Okuduğum romanlardan en çok Sefiller’e benzettim ben İki Şehrin Hikâyesini. Zaten çok yakın dönemleri anlatıyorlar. Yanılmıyorsam Sefiller bir 15-20 yıl sonrasını falan anlatıyor yaklaşık olarak. Devrimin gerçekleştiği ama sancılarının hâlâ devam ettiği yıllar. Jan Valjan’ın hayret verici hayatının yanı sıra sefillerdeki o sokak çatışmalarının anlatıldığı bölümler, barikatlar vs. çok heyecanlandırmıştı beni okurken, hatırlıyorum. Yaklaşık 20 yıl önce 2000 sayfaya varan, kısaltılmamış, orijinal halinden okumuştum Sefiller’i. Hayranlık uyandırıcı idi. Yıllar sonra benzer bir tadı verdiği için İki Şehrin Hikâyesini de çok sevdim. Henüz okumamış olan klasikseverler, okuma listelerine almalı mutlaka.
Belki de edebiyat dünyasının gördüğü en fiyakalı roman girişlerinden biri olan ilk paragrafını alıntılayarak bitireyim: “Zamanların hem en iyisi hem de en kötüsüydü; bilgeliğin de çağıydı aptallığın da; hem inanç hem de kuşku devriydi; Işığın da asrıydı Karanlığın da; hem umut baharıydı hem de umutsuzluk kışıydı; hem her şeye sahiptik hem de hiçbir şeyimiz yoktu; hepimiz hem doğrudan Cennete gidecektik hem de doğrudan öteki tarafa; kısacası, en gürültücü otoritelerin, iyi ya da kötünün kıyasında yalnızca üstünlük dereceleri konusunda ısrar ettikleri o dönem, şimdiki dönemden pek de farklı sayılmazdı.”
15 Mayıs 2020 Cuma
BİR İNSAN ÖMRÜNÜ NEYE VERMELİ
Bir insan ömrünü neye vermeli? Böyle soruyor Zülfü Livaneli, aynı adlı şiirinde/şarkısında. Öyle ha deyince cevaplanabilecek bir soru değil. Cevabı da kişiden kişiye değişir elbet. Ömrümüzü neye vermeli/neye adamalıyız? İşimize mi, memleketimize mi, çocuklarımıza mı, ideolojilerimize mi, inançlarımıza mı, ailemize mi, dostlarımıza mı? Aslında belki de gerçekten ömrümüzü bir şeye vermeli miyiz? Adanmışlık acaba gerçekten de sağlıklı bir ruh hali midir? Al sana, uzunca tartışabileceğin bir konu. Ben insanın ömrünü “bir” şeye adamasının sıkıntılı olduğunu düşünüyorum. Çünkü bir süre sonra o adanan şeyin kişinin tüm hayatını ele geçirdiğini, kendi hayatını, benliğini silikleştirdiğini ve her şeyin önüne geçtiği kanaatindeyim. Her şeyden biraz biraz taşımalı insan bünyesinde, hiçbir şeye körü körüne bağlanmamalı ve hayatta ondan başka bir şey yokmuş gibi davranmamalı bence.
Tahsin Yücel’in “Peygamberin Son Beş Günü” romanındaki kahramanı Rahmi Sönmez de kendisini adamış bir insan. Kendini Marksist dünya görüşüne ve bu görüşün kaçınılmaz tarihi neticesi olacak olan devrime adamış bir insan. Enteresan bir karakter Rahmi Sönmez. Romanlara has, acayip tesadüflerle, mahvoluşlar ve yeniden var oluşlarla dolu eksantrik bir hayatı vardır Rahmi Sönmez’in. Can dostu Fehmi Gülmez ve hayatının aşkı Feride ile birlikte dünyayı değiştirme hayalleri kurarlar. Bir eski zaman adamıdır. Eski zaman solcusu, yani bir “eski tüfek”tir. Değişen zamana ayak uyduramayan, uydurmaya da çalışmayan bir 1940’lar kuşağı şairidir. 1920’lerden 1990’lara kadar süren hayatı, Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm çalkantılı dönemlerine tanıklık etmiş biridir. Devrimci ozanlık ederek halk devrimine katkı sunabileceğini düşünecek kadar romantik ve kendi ideolojisinin bile sadece seyircisi olacak kadar gerçeklikten uzak biridir aslında. 1920’lerin başında bindiğinde bir kara tren olan yeni dünya düzeni, yaşlılığına doğru bir elektrikli trene dönüşmüş ve hızlanmış durumdayken; o hıza yetişememekte ve olan bitene de anlam verememektedir Rahmi Sönmez, namıdiğer Peygamber. Etrafındaki her şeyi sadece tek bir süzgeçten geçirerek anlamaya çalışmaktadır. O süzgeç sahip olduğu dünya görüşüdür. Haliyle hayatı tek bir süzgeçten geçirerek anlayamaz olup biteni, daha doğrusu yanlış anlar ve bir süre sonra başını döndüren bu trenden kurtulmanın yolunu yanlış yerlerde aramaya başlar.
Tahsin Yücel; edebiyat dünyasına çok enteresan ve unutulmaz bir kahraman hediye ederken, okuyanı hop oturup hop kaldıran, zaman zaman kızdıran, zaman zaman da hüzünlendiren bir roman yazmış. Tahsin Yücel, tam bir milimetrik romancı* örneği. Yani romanındaki her şeyi ince eleyip sık dokuyarak oluşturan bir romancı. Romanını Rahmi Sönmez’in biyografisiymiş gibi kurgulamasından, bu kurguyu neden yaptığını açıklayan bölümlere kadar; sözcük seçiminden**, kitapta kullandığı anlatım tekniklerine kadar… Her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşündüğü, hiçbir kısmını gelişine yazmadığı çok belli. Mesela, romanın önemli karakterlerinden olan Feride’yi ele alalım. Feride, Marksist literatürü yemiş yutmuş, erkeklerin olduğu ortamlarda bile bu konuları en iyi anlatan ve irdeleyen, kadınların yaptığı hiçbir şeyle ilgilenmeyen(evlilik, çocuk yapma, ev işleri) bir kadın. Ve bu haliyle etrafındaki herkesi büyüleyen bir karakter. Feride o kadar dominant ve özgür bir karakter ki 1940’lar Türkiye’sinde onun gibi bir kadın karakterin var olması ihtimali çok düşük gibi görünüyor. Kitapta Rahmi Sönmez’in değişimi ve dönüşümü için gerekli olan bu karakteri bakın nasıl rasyonalize ediyor Tahsin Yücel: Feride karakterini yurtdışındaki bir elçinin kızı yapıyor, rahat şartlar altında Avrupa’da iyi bir eğitim alan Feride Türkiye’ye dönünce de ailesiyle tüm bağlarını kopartıyor. Yani hem bilgili oluşunun hem de özgür olabilmesinin alt yapısını yapıyor romancı. Zaten kitapta öyle bir “hesaplanmış” hava var ki rahmetli Tahsin Yücel’i karşınıza alıp “ya üstat kitabın şurası da neden böyle” deseniz tak diye cevabınızı alırsınız muhtemelen.
Peygamberin Son Beş Günü; Türkiye’nin çok acayip dönemlerine(cennet vatanımızın acayip olmayan dönemi mi var ki)mercek tutan, ilginç kurgusu, sürükleyici hikâyesi ve unutulmaz karakterleriyle edebiyatımızın kendine has üretimlerinden biri. Sever misiniz, sevmez misiniz bilemem ama kayıtsız kalamazsınız bu kitaba. Ben sanırım sevdim, sanırım.
*: Milimetrik Romancı. Orhan Pamuk'a nazire olsun diye bunu ben uydurdum. Nasıl ama! Burada bahsettiğim romancı için düşünceli romancı desek de kafamız ağrımazdı sanki.
**: Tahsin Yücel, dil konusunda takıntılı denecek derecede hassas biri. Yabancı sözcükler yerine Türkçelerini kullanmak ve olmayanların yerine Türkçe sözcük türetme çabasını kıymetli bulmama rağmen, bu durum bir saplantıya dönüşmemeli diye düşünüyorum. Yücel, eserinde “burjuvazi” yerine “kenter” sözcüğünü kullanmış mesela inatla. Belki de Yücel’in kitabının dışında başka bir yerde göremeyiz bu kelimeyi. Hoş, başta kulak tırmalayan bu kelimde sonradan sonraya takıntılı Rahmi Sönmez’le birlikte özdeşleşiyor ve alışıyoruz okuyucu olarak. Lan, yoksa, bir saniye! Acaba Tahsin Yücel, bu takıntılı tavrı sergileyerek kendi takıntılı kahramanına mı gönderme yapıyor. Yapar mı yapar, Tahsin Yücel bu. Onu bile planlamış olabilir.
Meraklısına Not: Tahsin Yücel’in daha önce “Kumru ile Kumru” romanını okumuştum. Seksenler sonrası dönüşen, başkalaşan-belki de yozlaşan demek daha doğru olur-Türkiye’nin ilginç bir panoramasını gözler önüne seren ilgi çekici bir romandı. Politik olmadan toplumsal taşlama yapan 70’ler 80’ler Yeşilçam filmlerinin tadını bulmuştum ben bu kitapta. Tavsiye ederim.
13 Mayıs 2020 Çarşamba
İZLEYEBİLDİM 2
Efendim n’olacaksa olsun deyip herhangi bir sınıflandırmaya gitmeden gördüğüm film tavsiyelerini düşünmeksizin izlemeye karar vermiştim geçen hafta. Lakin daha önce deklare ettiğim üzere sevgili Mehmet Turgut’un listesini özellikle izlemek istediğimi de söylemiştim. O yüzden bu hafta sonu film izlemeye başlarken Mehmet’in listesini hayata geçirmeye karar verdim.
İlk olarak “12 Angry Men” filmini izledim. Daha önce de ismini duyduğum ama izlemeye yeltenmediğim bu filmi çok beğenerek izledim. Gerçekten tam bir başyapıt. Tek mekânda geçmesine rağmen izleyiciyi sıkmayacak bir film çekmek başlı başına bir hüner zaten. Diyaloglar çok iyi, karakterler gerçekçi; 12 karakterin hiçbiri bir karikatür gibi kalmamış, hepsine öyle ya da böyle bir derinlik kazandırılmış. Suç ve ceza, kanıt ve şüphe kavramları üzerine sizi düşündüren şahane bir film bu. Amerika’daki jürili hukuk sistemi her zaman ilgimi çekmiştir zaten. Kimdir ki bunlar ve nasıl karar verirler diye hep düşünürdüm. Bu filmdeki jürilerden 3 tanesinin akepeli olduğuna yemin edebeilirim. İMDB puanı 8.9, benim puanım 9.8.
İkinci film “Rope”. Yine Mehmet’in tavsiyelerindendi. Yine Mehmet’ten öğrendiğimize göre efsane yönetmen Alfred Hitchcock’un ilk renkli filmiymiş bu film. Yapım yılı 1948.
Bir film düşünün ki filmdeki cinayet filmin ilk sahnesinde işleniyor. Cinayeti işleyeni de biliyorsunuz ama buna rağmen filmdeki gerilim ve heyecan bir saniye bile düşmüyor. Bu film de neredeyse tek mekânda geçiyor. Filmi sürükleyen iki tane de fetiş objemiz var. En az oyuncular kadar rolleri var filmde. Bizi yine çılgın sorularla, sorgulamalarla sarmalayan bir film bu. (Baran Doğan bu filmde kesin katili haklı bulmuştur mesela.) Netice itibariyle her anıyla sürükleyici ve izlenesi bir film “Rope”. İMDB puanı 8, benim puanım 9.
Geldik 3. Filme. Mehmet’in listesinden izle git işte değil mi? Niye kaşınıyorsun ki? Duramadım ve kaşındım. İnsanoğlu böyle bir yaratık, rahat bize batar. Duramadım ve ismi lazım değil sinefil bir arkadaşımın tavsiye ettiği “Happiness” adlı filmi izledim. Kaşındım diyorum çünkü geçen hafta bu arkadaşımın tavsiye ettiği rahatsız film “Dogtooth”u izlemiştim ve psikolojim bozulmuştu. Hem bu arkadaşım önerdiği için hem de ismi lazım değil başka bir sinefil arkadaşım bu film üzerine “Sevgilinizle İzlemeniz Gereken Son Film” diye bir yazı yazmış olmasına rağmen izledim bu filmi. Bu arada film kötü bir film değil tabii ki. Dogtooth da kötü bir film değildi. Tam tersi bu filmler kalburüstü filmler. Gelgelelim insanı dürten, huzursuz eden filmler bunlar. Kendinizle bir derdiniz yoksa izlemeyin böyle filmler. Psikolojinizi bozmayın. Şaka şaka izleyin. Ya da bana ne yaa! Neyse, filme dönelim. 98 yapımı olan bu filmin yönetmeni Todd Solondz diye bir manyak. Senaryoyu da o yazmış. Bir film düşünün adı Bu film için “kara mizah” diyebiliriz. Nedir yani kara mizah. Yani böyle güldürürken aynı zamanda düşündüren gibi. Ama böyle hayvan gibi güldürmeyen, böyle gülüyoruz ağlanacak halimize şekliyle güldüren, onu da böyle istihzayla yapan, izleyicisine nanik yapan, ya işte hayatta böyle şeyler de var farkında mısın lavuk diyerek güldüren, bak bu aslında çok komik ama günlük hayatta buna dikkat etmezsiniz çünkü öküzsünüz diyerek güldüren. Yani gülmeceyi de rahatsız ederek yapan bir şey bu “kara mizah”. Bir film düşünün adı “Mutluluk” olsun ama filmin içinde bir tane mutlu karakter olmasın, işte tam olarak bu “kara mizah”. Teşekkürler Todd Solondz, çok acımasız bir film yapmışsın ama yönetmenin de tillahıymışsın. Neyse işte sinirleriniz sağlam değilse, minnoş bir insansanız bu filmi izlemeyin. Yeni şeylere açıksanız izleyin. IMDB puanı 7,7, benim puanım 3; çünkü psikolojimi bozdu. Şaka şaka filmdeki Joy Jordan karakterinin ve ırahmetlik Philip Seymour Hoffman’ın hatırına 7.5 veririm.
Son film aslında bir tavsiye değildi. Happiness filmini tavsiye eden ismi lazım değil arkadaşım hafta içinde kapak fotosunu değiştirip “Papillon” adlı filmden bir kareyi kapak fotosu yapmıştı. Bu, bana yıllardır okumayı düşündüğüm ama bir türlü okumadığım “Kelebek” adlı romanı hatırlattı, bu saatten sonra okumayacağıma ikna olup bari filmini izleyeyim dedim. İşin kolayına kaçtım yani. Bizim sinefil, kapak fotosu yaptığına göre kesin filmi de iyidir(!) diye düşündüm ve oturdum başına. 1968’de kitabı çıkıyor, 1973’te de filme çekiliyor. Üzerine çok konuşulan bir kitap ve film olduğu için aslında çok da gizemi kalmamıştı, hikâyeyi aşağı yukarı biliyordum zaten. Neyse, yine de izledim. Film için kötü diyemem ama bazı sahneler arasında çok bariz kopukluklar var. İşte bu da bir romanı sinemaya uyarlamanın ne kadar zor olduğunun açık kanıtlarından biri maalesef. Kim bilir kitapta o kısımlar ne zengin bir şekilde anlatılmıştı, filmde ise işin sadece aksiyon kısımlarını yansıtabiliyorsunuz. E, boru değil 500 küsur sayfalık kitap, 3 saate yakın süren bir film de çekseniz her şeyi koyamıyorsunuz ve bazı kısımlar da ister istemez kopukluk kalıyor. Beni en çok etkileyen bunun gerçek bir hayat hikâyesi oluşuydu. Dünyada en “deli” insanlar var diye şaşırmaktan alamadım kendimi. Henri Charriere yani “Papillon”, tam bir cesaret ve irade abidesi. Şapka çıkartmamak elde değil. Filmin IMDB puanı 8, filmde çok kopukluklar olduğunu düşünmeme rağmen Steve McQueen’in ve Dustin Hoffman’ın göz dolduran performanslarını da göz önünde bulundurarak ben de 8 veriyorum.
Bir çorba gibi film yazısının daha sonuna geldik. Tavsiyelerimi dikkate almamanızı tavsiye ederek bir sonraki yazıda görüşmek dileğiyle diyorum.
İZLEYEBİLDİM (Çorba Misali Sinema Yazısı)
Geçenlerde herkes sürekli izlenecek bir şeyler tavsiye edip durduğu için ne izleyeceğime bir türlü karar veremediğimi ve bu yüzden de hiçbir şey izleyemediğimi söylemiştim. Baktım olmuyor, amaaaan “adam sen de!” dedim ve şöyle saçma bir karar aldım. Mademki seçmekte zorlanıyorum, öneriler çoğalmadan işe girişmeliydim. Mesela bir yerde bir tavsiye mi gördüm başka bir tavsiye görmeden onu izlemeliydim. Zaten aman aman bir sinema izleyicisi olmadığıma göre böylesine ilkesiz, saçma sapan bir yol izlesem ne değişirdi ki?
Bu kararı cumartesi günü verdim. Arkadaşlarla olan whatsapp grubumuzda bir önceki akşam Zeki Demirkubuz’un “Bekleme Odası” ile “Dogtooth” adında bir Yunan yapımı konuşulmuştu. Ben de bu ikisinden başlayayım bari dedim. Bir yerden başlamak gerekiyordu.
Bekleme Odası üzerine laga luga yaparak başlayayım işe. Herkese hitap edecek bir film değil, öncelikle onu söyleyeyim. Uzun susmalı, az konuşmalı, olayın değil de durumların önemli olduğu filmleri seviyorsanız izleyin, aksi takdirde uzak durun. Feministseniz izlemeyin, hayata ve insan ilişkilerine karşı romantik yaklaşan bir insansanız yine izlemeyin. İnsanlardan umudunuzu kestiyseniz, “lan ne kadar da boktan ve boş bir hayat” yaşıyoruz diyorsanız, izleyin. Tam size göre. Ben Zeki Demirkubuz’un Masumiyet, Kader ve Yazgı filmlerini çok severim bu arada. Bu üçü de “Bekleme Odası” gibi insanın karanlık dünyasına ve kötülüğüne odaklanır ve çok iyi iş çıkarırlar. Lakin “Bekleme Odası”na bayıldığımı söyleyemem. Neyse işte, sanat sineması sevenler için birebir. İMDB puanı 6.5. Benim puanım da 6.5. İMDB’den daha mı iyi bileceğim ya! Şaka şaka, 6.5 ne ya. Çok düşük. O kadar da değil. Helalinden bir “6.8” veririm.
Gelelim “Dogtooth”a. (Dogtooth köpek dişi demek. Orijinal ismi de Kynodontas) Sinemaya aşığım, film olsun çamurdan olsun demiyorsanız, sanat filmlerine, üstelik bu işi semboller üzerinden yapan sinema filmlerine ölüp bitmiyorsanız izlemeyin. Hatta yakınından bile geçmeyin, yolda görürseniz yolunuzu filan değiştirin. O derece yani. Sert ve aşırı doğal bir film. Buradaki aşırı doğal tabirini çıplaklık, cinsellik gibi kavramların çok net bir şekilde yansıtılması anlamında kullanıyorum. Hanekeci sinema diyorlar buna. Amaaan izlemeyin işte kardeşim. Ne gerek var. İMDB puanı 7.3. Bir sinema filmi olarak baktığımda oyunculuklar, yönetmenlik, senaryo falan ben 7.5’tan aşağı vermezdim ama psikolojimi bozduğu için insanlık namına “3” veriyorum bu rahatsız filme.
Sonra da oturdum Kefernahum(Capernaum) izledim. Bir arkadaşım “Kefernahum”u önermişti. Geçen haftalarda TRT2’de çıkmıştı izleyememiştim. İnternetten bulup izledim. Göçmen hakları, sokakta yaşayan insanlar, açlık-sefalet içinde suça karışmış insanlar gibi konuları işleyen Lübnan yapımı bu film şahane bir film. Yönetmenin sokakta yaşarken bulup filminde oynattığı çocuk oyuncu Zain al Rafeea muhteşem bir oyunculuk sergiliyor. Gerçi bir yerde kendini oynuyor çocuk ama tek kelimeyle muhteşem. Zaten film de bir belgesel gerçekçiliğinde ve sertliğinde. Sulugöz bir insansanız; insanlığın sefaletine dair gerçekçi, sert filmler sizi rahatsız ediyorsa yine uzak durun. Sinema dediğin böyle olmalı, insanlığa dair bir söylemi olmalı ve bunu-dogtooth gibi mesela-bokuna çıkarmadan yapmalı diyorsanız tam size göre. Bu bol ödüllü filmin İMDB puanı 8.4, benim puanım ise “9.5”.
Hafta sonu izlediğim son film Cinayet Süsü oldu. Büyük hayal kırıklığına uğradım. Hem bu ekibin bir önceki filmleri olan "Ölümlü Dünya"yı seviyor olmam hem de izleyenlerin övgü dolu yorumları beklentimi artırmıştı. Ayı gibi gülmek motivasyonuyla ekran başına oturmama rağmen birkaç yer hariç gülemedim. Neden gülemedim? Gülemedim çünkü komik olma iddiasındaki sahneler çok uzundu, halbuki gülmece pat pat güldürüp geçmeli; yok arkadaş biz kara mizah yapıyoruz o yüzden o sahneleri öyle çektik diyorlarsa da kusura bakmasınlar ama Recep İvedik çeker gibi küfürlere sırtını dayayan mizah, kara mizah falan değildir. Tipler komik değildi, hele o Feyyaz Yiğit. Artık hep aynı şeyi oynadığı için bırakın komik olmayı itici bile olduğunu söyleyebiliriz. Halbuki filmdeki cinayet kurgusu ve cinayetin söylemi 10 numara. Yani buradan çok güzel bir polisiye/cinayet filmi çıkarmış. Bu kadar ucuza kaçmasalar kara mizah da çıkarmış ama çıkmamış. İMDB puanı 7, benim puanım "5.5".
Çorba gibi film yorumlarım bu kadar. Bir sonraki sinema köşemizde görüşmek üzere.
İZLEYEMİYORUM
En son çektiğim videoda çok kitaba sahip olmanın kitap okumayı olumsuz yönde etkilediğinden bahsetmiştim. Zira hangisini okuyacağına bir türlü karar veremeyip okumamayı tercih edebiliyordu kararsız bünye.
Şu anda bu ortada kalmışlık hissini filmler ve dizilerle ilgili yaşıyorum. Evde geçirdiğimiz bu süreçte haliyle herkes bir şeylere sardı. Büyükçe bir kesim de en kolay tüketilebilir şey olan dizilere ve filmlere dadandı. Hatta izlenecek her şeyi bitirdiğini iddia edenler bile var. (Vay arkadaş!) Bu dadanma esnasında tabi ki herkes birbiriyle “izlenecekler”, “kaçırılmaması gerekenler” listeleri paylaşıp durdu. O kadar çok tavsiye ve listeyle doldu ki beynimiz, ben hiçbir şey izleyememekteyim. Çünkü ne izleyeceğime karar veremiyorum. Ulan yeni bir diziye mi başlasam diyorum. Diyorum bu şunu tavsiye etmişti, o bunu tavsiye etmişti, şu o dizi için izlemeden covid olma demişti falan derken karar veremiyor ve sonunda kendimi 78. kez Sherlock’u açmış olarak buluyorum. O filmi mi izlesem bunu mu diye karar veremeyince gidip 218. kez Geleceğe Dönüş’ü izliyorum falan. Hepsi sizin yüzünüzden iki dakika tavsiye etmeden durun arkadaş ya!
Şu aralar özgür irademle başlayabildiğim tek dizi Michael Jordan’lı efsane Chicago Bulls’un son sezonunu anlatan belgesel serisi olan “The Last Dance”. Onun da geleceğini duymuştum ve bekliyordum o sayede yani. Bu arada gördüğüm ve beni aslında tek heveslendiren liste de Mehmet Mehmet Turgut'un yaptığı siyah beyaz filmler listesi. Ama o kadar bu işlerden uzak bir bünyeyim ki muhtemelen 12 filmlik bu listeyi bitirmem 2025’i falan bulur. 😅
Netice itibariyle hiçbir tavsiyeye ya da listeye uymamaya karar verdim. Kafama göre takılacağım. En iyisi yine bu sanırım. Bu konuda tavsiyesi olan? 😝
12 Mayıs 2020 Salı
55 YIL SONRA GELEN SÜRPRİZ ROMAN
En çok hangi özelliğinizle övünür ve kendinizi üstün görürsünüz? Ben en çok mütevazılığımla övünürüm mesela.😜😎 Amma da mütevazıyım değil mi? Şaka bir yana kendisiyle övünmeyen, bir özelliğiyle kendini diğer insanlardan üstün görmeyen gerçekten mütevazı insan bulmak çok zordur. Benim bununla ilgili bir sorunum yok. Övünme işini abartmadığı sürece, insani bir zaaf olarak karşılıyorum bu durumu. Hele ki övündüğü özelliklerine erişebilmek için emek sarf etmiş, kafa patlatmış, bedeller ödemişse ve tüm bunları yaparken başkalarının üzerine basmamışsa… Çalışkan olmak, iyi bir dinleyici olmak, bir kitap kurdu olmak, sağlam bir gözlemci olmak, iyi bir eş ya da sevgili olmak, bir sürü dil bilmek, eline geçen her şeyi tamir edebilmek, çocuklarla iyi iletişim kurabilmek, tahminlerinde hep on ikiden vurmak, insanlarla çabuk kaynaşabilmek vs.vs. Bunlardan herhangi biriyle övünebilirsiniz. Lakin bazıları vardır ki sahip olmak için herhangi bir emek vermediği, doğuştan getirdiği özellikleriyle övünür. Bu özellikleriyle kendilerini üstün görür hatta ayrıcalıklı olduğunu düşünür. Mensup olduğun millet, ırkın, dilin, dinin, rengin vs. bu gruba girer. Bunlarla övünmek çok kolaydır, hiçbir konuda kendini geliştirmiş olmana gerek yoktur. Hatta bu özellikleriyle övünmekle kalmaz insanlar, bunları bir üstünlük addeder, dahası ayrıcalık sayarlar. Bu kimlikler için hiçbir özel çaba sarf etmemiş olmalarına rağmen kırmızı çizgileridir hatta bunlar. Bunları korumak için kötülüklere başvurabilir, olmayacak işler de yapabilirler. Eski çağlardan bugüne hayatta kalmak için yaptıklarını saymazsak, hep bunları korumak için kan dökmüştür insanoğlu. Ne garip bir çelişkidir. Çatışmalar da sıkıntılar da buradan çıkar hep.
İşte edebiyat da insanın yarattığı bu çatışmaları ve çelişkileri inceler, bunların ortaya çıkardığı toplumsal çıktılara odaklanır. Benim kült kitaplarımdan olan “Bülbülü Öldürmek” romanında da bu konulardan biri olan ırkçılık işlenir. Siyahlara karşı yapılan ırkçılık ve çifte standarttır konu. Bazılarına göre beyazlar siyahlardan üstündür(Niyeyse?). Olaylar özgürlükler ülkesi(!) Amerika’da geçmektedir. Zaman 1950’ler başıdır. Ne acıdır ki kocaman insanlık tarihinde daha geçtiğimiz yüzyıla kadar siyahlar ırkçılığa maruz kalmıştır. Ki dünya üzerinde renk, ırk, din temelli ırkçılığın ve ötekileştirmenin bittiğini hâlâ söyleyemeyiz maalesef.
Bülbülü Öldürmek neredeyse otobiyografik bir romandır. Harper Lee, bir kız çocuğu olan Jean-Louise (Scout) Finch’in gözünden anlatır olayları. Anlattığı bu olaylarda çocukluğundan izler vardır. Yaşadıkları küçük, dünyaya kapalı Maycomb kasabasında abisi Jem Finch ve en yakın arkadaşı Dill’le yaşadıkları maceralara tanık olurken 1950’ler Amerika’sının toplumsal yapısına dair de pek çok fikir ediniriz. Bir çocuğun yaşadıklarının geri planında siyahların maruz kaldığı ırkçılık işlenir romanda.
Kahramanımızın babası avukat Atticus Finch, suçu neredeyse sabit görülen bir siyahinin davasını üstlenir ve akabinde olaylar gelişir. Başlardaki yoğun anlatımının aksine kitabın ilerleyen bölümleri müthiş bir sürükleyicilikle ve sürpriz olaylarla gelişir. Sizi yaşasın edebiyat diye bağırtacak bir sonla biter.
Harper Lee’nin Bülbülü Öldürmek romanı, 1960 yılında yayınlanır yayınlanmaz büyük ses getirir, birkaç yıl sonra hemen sinemaya uyarlanır ve çok ünlenir. Ama Harper Lee, sanki çok ünlenen bu modern klasiği kendisi yazmamış gibi mütevazı hayatına devam eder. Çok az röportaj verir, neredeyse bir münzevi gibi yaşar. Tek romanıyla efsane olur ve adeta yazın işini zirvede bırakayım dercesine bir daha roman yazmaz. Ta ki 2015 yılına kadar…Yani aradan tam 55 yıl geçmiştir. Ve Harper Lee 88 yaşına gelmiştir. Bu yeni roman “Tespih Ağacının Gölgesinde”dir. Ve “Bülbülü Öldürmek” romanının devamı niteliğindedir. Şaka gibi… 55 yıl sonra gelen devam kitabı. Harper Lee, 2.romanının yayınlanmasından bir yıl sonra hayata gözlerini yumar. Sanki bunu beklemiş gibidir.
Bülbülü Öldürmek romanını çok seven pek çok hayranı gibi bu haber beni de çok heyecanlandırmıştı. Kitabı geçtiğimiz aylarda okudum. Tespih Ağacının Gölgesinde romanı Bülbülü Öldürmek’ten yaklaşık 20 yıl sonrasını anlatıyor. Kahramanımız Scout Finch büyümüştür ve büyük şehirde yaşayan genç bir kadındır artık. Ara sıra Maycomb’a ailesini ziyarete gitmektedir. Roman bu gidişlerden birinde yaşananları konu ediniyor. BÖ kadar sürükleyici değil, biraz daha psikolojik bir roman TAG. Ama Harper Lee’nin canlı dili, gözlem ve bunu aktarma becerisi hâlâ capcanlı bu kitapta da. İlk kitabın konusu olan küçük kasaba ırkçılığı bu romanda yerini küçük kasaba baskıcılığına(ilk kitapta da vardı gerçi) bırakmış yerini. Siyahlara karşı yapılan ırkçılık meselesi hâlâ kapanmış değil. TAG’da da işlenmeye devam ediyor bu konu. Ama asıl konu bizim tabirimizle “mahalle baskısı”. Artık yuvadan uçmuş, büyük şehirde yaşamaya başlamış, özgürleşmiş karakterimiz; kasabasına-memleketine-döndüğünde artık orada ona uygun bir hayat olmadığını fark ediyor, o küçük kasabadaki dünyası küçük insanların yavan meseleleri onu boğacak gibi oluyor. İnsanların yargılayıcı bakışları ve iğneleyici sözleri ona sürekli batıyor ve ailesinin yanına dönmekle bir daha buralara adım atmamak arasında bocalatan birkaç hafta geçirmesine sebep oluyor. Bülbülü Öldürmek gibi sürekli tırmanan, heyecanlı bir sonla olmasa da nispeten sürpriz bir sonla da bitiyor roman.
Bence önce “Bülbülü Öldürmek” romanını okuyup Harper Lee’nin dünyasına girin, sonra da işi bir adım daha ileri götürüp daha az sürükleyici olan-sıkıcı demeye dilim varmıyor-ama okudukça vay canına bazı şeyler bizim memlekettekiyle ne kadar da aynı-50 yıl farkla-dedirten “Tespih Ağacının Gölgesinde” romanını da aradan çıkarıverin.
22 Şubat 2020 Cumartesi
BEN BÖYLEYİM AMA BİR SOR NİYE
Bir insanın nasıl bir birey olacağını belirleyen çevresel faktörler midir yoksa doğuştan getirdiği genetik faktörler mi? Bence bu ikisinin karışımı olacaktır. Lakin bu karışımda baskın oran çevresel faktörlerde olacaktır. Çevresel faktörlerin yani nasıl bir ailede, nasıl bir toplumda yetiştiğinin daha fazla önemi vardır. Bir insan karnını doyurmak için hırsızlık yapıyorsa onu hırsızlığa iten toplumsal ve ekonomik düzeni sorgulamadan manzaranın bütününü göremeyiz. Ne yani hırsızın hiç mi suçu yok? Var elbet, var; ama dediğim gibi oranladığımız zaman onun kötülüğe yatkın genlerinin bu konudaki etkisi, onu hırsızlığa iten toplumunkinden daha azdır.
Ayfer Tunç’un “Yeşil Peri Gecesi” adlı sürpriz romanı da işte bu konuya dair kafa yorduruyor okuyucusuna. “Böyle” olmamızda toplumun payı ne, bizim payımız ne? Bilerek “böyle” dedim çünkü onun yerine bir sürü şey koyabiliriz.
Romanın kahramanı yaptığı her hareketle hayatını daha berbat kılmaya çalışan, dibi görmek için adeta gayret eden, güzelliğiyle dillere destan olan bir “kapak kızı”. Kendisinin bir adı yok kitapta. Diğer tüm kahramanların adı olmasına rağmen, onun adı yok. Yazar bunu bilerek yapmış olmalı. Toplumda onun gibi binlerce kader kurbanı olduğunun altını çizmek istemiştir belki de onu adsız bırakarak. Kader kurbanıdır çünkü kahramanımızın babası geçirdiği ağır kazanın sonrasında bedenen ve ruhen sakatlanmış, annesi babasını ve evi terk etmiş, bu küçük kız çocuğu da bir yatılı okulda kaderine terk edilmiştir. Hayata ve en çok da annesine karşı çok öfkelidir. Güzelliğini kendisinden aldığı annesinden intikamını ise kendi hayatını berbat ederek almaya çalışır hayatı boyunca. Sadece annesinden değil, öğretmenlerinden ve hayatına giren erkeklerden de pek çok darbe almıştır. Mağdurdur pek çok açıdan.
Ben kahramanımızın tam bir anti-kahraman olduğu görüşündeyim. Çünkü yaptığı onca saçmalığa, hayatını berbat etme çabalarına, tutarsızlıklarına ve zaman zaman kötülüğe varan davranışlarına rağmen büsbütün kızamıyoruz kendisine. Çünkü mağduriyetleri, incitilmişlikleri duruyor öylece karşımızda. Kaderini değiştirebilecek yol ayrımlarında direksiyonu neden inatla yanlış tarafa kırdığı konusunda kızamıyoruz kendisine. Çok çekti diyoruz. Ama onlar da hak ettiler diyoruz. Yani sevimsiz şeyler yapan, zaman zaman sizi kızdıran ama gözden de çıkaramadığınız bir kahramana yani bir anti-kahramana dönüşüyor başkişimiz.
Ayfer Tunç öyle bir karakter yaratmış ki onu sevsek mi ona kızsak mı bilemiyoruz. Kitabın en güçlü tarafı da bu zaten: Tüm yönleriyle çok iyi çizilmiş, gerçekçi karakterler. Bu kitap sırf kahramanın okuyucuda yarattığı ikilem için bile okunmalı bence. Ayfer Tunç’un dilinin çok güçlü olduğunu; betimlemeleriyle, kurgusuyla ilgiyi hak eden bir kitap yazdığını söyleyelim. İkinci paragrafın ilk cümlesinde “sürpriz” roman diye bir tabir kullanmıştım kendisi için. Çünkü bu romandan üzerimde bu kadar büyük bir etki yaratmasını beklemiyordum. Benim için sürpriz oldu. Günümüzde okuyucuyu sarsacak, düşündürecek modern bir klasik yazılabileceğine pek ihtimal vermiyordum doğrusu. Ama Yeşil Peri Gecesi-her ne kadar bu ismin çok kötü bir seçim olduğunu düşünsem de-beni gerçekten çok şaşırttı ve bu benim için büyük bir sürpriz oldu. Günümüz dünyasını, dönüşen toplumsal değer yargılarını çok sağlam işleyen ve eleştiren bu kitabın daha fazla tartışılmayı hak ettiğini düşünüyorum.
8 Ocak 2020 Çarşamba
BİR POLİSİYEDEN NE BEKLERİZ
Roman türleri arasında hak ettiği değer verilmeyen bir tür olarak görüyorum polisiyeleri. Sosyal, toplumsal meselelere diğerleri kadar değinmemeleri, her türlü okura hitap edebilmeleri sanki basit bir yere indiriyor polisiyeleri ciddi okurların gözünde. Sanki bütün kitaplar bize hayatın ve evrenin sırlarını vermeliymiş, okuduğumuz her kitabı altını çize çize okumalıymışız, kitap bize bir bakış açısı ya da bilgi kazandırmıyorsa okuduğumuz şeyi boşuna okumuşuz gibi bir hissiyat yaratılıyor zaman zaman. Halbuki kitaplar iyi zaman geçirme aracı da olabilir/olmalıdır. Zira kitap okuma alışkanlığı okumayı sevmekle başlar, bu da iyi vakit geçirmekle mümkündür. Bu yüzden sırf kolay okunuyorlar, ortalama okuyucuya hitap ediyorlar diye sabun köpüğü görmem ben polisiyeleri.
Zira müthiş bir emek ve zeka vardır her birinin ardında. Okunmasının kolay olması yazılmasının da kolay olduğu gibi bir algı yaratıyor belki de. Ama bunun çok yanlış bir düşünce olduğunu düşünüyorum. Hem ilginç gelecek bir konu bulmak hem de bunu daha da zor bir iş yaparak çarpıcı bir kurguyla okuyucuya sunmak öyle her babayiğidin harcı değildir. Eli kalem tutan herhangi bir kişinin de harcı değildir diye düşünüyorum. Bu iş gerçekten incelikli bir zeka ve ciddi bir kafa patlatma süreci gerektiriyor olmalı.
Bu alanda ürün verenlerin bir başka handikabı da okuyucu kitlelerini sürekli şaşırtmak zorunda olmalarıdır sanırım. Biri diğerinin kopyası bir polisiye roman yazamazsınız örneğin. Bu kimseyi tatmin etmez. Yani insanların polisiyelerden beklenti eşiği de bir hayli yüksektir. “Ah, biz bunu gördük.” “Haydi canım, bu konu işlendi.” “Bu da Sherlock olmaya özenmiş besbelli.” gibi birçok yoruma maruz kalınabilir. İnsanları gerçekten şaşırtmak zor bir iştir ve polisiye romancılardan da tam olarak beklenen budur.
İşte Alper Canıgüz’ün Cehennem Çiçeği adlı romanını elime aldığımda ben de benzer bir beklenti içindeydim içten içe. Bir öğrencimin elinde görmüştüm kitabı ve bu popüler polisiye yazarın kitaplarını çokça duymuş ve aslında epeyce de merak ediyor olmama rağmen, biraz da burun kıvırarak “Ah, bunu okuyorsun demek, nasıl güzel mi bari?” diye sormuştum çok fazla ilgi göstermemeye çalışarak. Öğrencim kitabı beğendiğini söyledi hatta bana tavsiye edip okumam konusunda ısrarcı olunca kırmamak için kabul ettim. Ve popüler kitaplara duyduğum alerjiden ötürü isteksiz bir şekilde “E, şaşırt bakalım haydi beni.” diyerek başladım kitaba.
Yazarın okuyucuyu şaşırtma yöntemi “Yok artık, bu kadarı da fazla!” dedirtti bana en başta. Zira romanda olayları çözen hafiyemiz 5 yaşında adı Alper Kamu olan bir veletti. 5 yaşında bir velet mi? Şüpheli bir cinayeti mi aydınlatacak? Bak sen! Bir çocuk pekala bir cinayetin/soruşturmanın/gizemin çözülmesine katkıda bulunabilir. Hatta bir hayvan bile bu katkıyı sunabilir. Ama bu genellikle bir tesadüf yoluyla ya da basitçe, çocukça bir şekilde olacaktır. Bizim mevzubahis roman kahramanımız Alper Kamu ise tam tabiriyle büyümüş de küçülmüş bir tip. 5 yaşında ama değme yetişkine taş çıkartacak bilgi birikimine, hayat tecrübesine ve kelime dağarcığına sahip. İcabında babasının rakısından tırtıklayan, delikanlılığın raconlarını bilen, kendinden yaşça büyük kadınlara aşık olan, ağzı bozuk bir tip şu Alper Kamu. Yani yeryüzünde böyle bir 5 yaşında çocuk bulamazsınız. Hal böyle olunca yazarın oluşturduğu bu karakter sizde gerçeklik hissini zedeliyor ve olan biteni ciddiye alamamaya başlıyorsunuz. Ama benim gibi her şeyi okuyabilen sabırlı bir okuyucu iseniz kitap bir süre sonra kendine has mizahı ve üslubuyla sizi sarmaya başlıyor.
Oluşturduğu mizahi evren ve kendisiyle de dalga geçme üslubu bakımından biraz Murat Menteş’in tarzına benzettim ben Alper Canıgüz’ün tarzını. “Aman be kardeşim, edebiyat yapıyoruz diye her şeyi de mi ciddiye alıcaz yani?” diyen bir tavır gibi geliyor bu bana. Nanik Edebiyat diyorum ben buna. Aslında böyle bir şey demiyorum. Bunu şu an uydurdum yazarken. Ve hoşuma gitti. Bundan sonra böyle diyeceğim ben buna. İşte Alper Canıgüz’ün bu acayip romanı ve muzır karakteri Alper Kamu tam olarak Nanik Edebiyatın temsilcileri.
Alper Kamu’nun adını meşhur Fransız yazar Albert Camus’dan aldığı çok aşikar zaten. Bir de kitabın tam olarak neresindeydi bilemiyorum ama şeytanla pazarlık etmekten bahseden belli belirsiz bir cümle vardı. Olay kurgusundan bağımsız, öyle herhangi bir diyalogun içinde geçiyordu. Hem bu isim benzeştirmesi hem de bu ruhunu şeytana satma mevzusundan hareketle son kertede benim kafamda oluşan şey Alper Kamu’nun ruhunu şeytana satan ya da bir şekilde Türkiye’de reenkarne olan Albert Camus’un bizzat kendisi olduğu yönünde. Ekşide okuduğum yorumlarda falan bundan bahseden pek kimseyi görmedim ama yazarın bu bilinçli benzeştirmesinin bir tesadüf olmadığı yönünde benim kanaatim. Yani neden 5 yaşında ama 35 yaşında gibi davranan bir hafiyemiz var sorusuna da belki bu şekilde cevap bulabiliriz.
Alper Kamu’nun afili konuşmaları, Canıgüz’ün sözcüklerle dans eden eğlenceli anlatımı ve başarılı kurgusuyla beraber tıkır tıkır işliyor kitap ve çabucak okutuyor kendini. Açıkçası ben bu hınzır Alper Kamu’ya ısındım ve belki de ileride başka maceralarını da okuyabilirim.
6 Ocak 2020 Pazartesi
Yaşasın Anılar Yaşasın Dinozorlar
Mîna Urgan’ın yaşamını anlattığı “Bir Dinozorun Anıları” kayıtsız kalınamayacak bir kitap. Kitabı okumadan önce hiç tanımadığınız Mîna Urgan’ı neredeyse her yönüyle tanır hale geliyorsunuz kitabı okuduktan sonra ve tanıştığınıza da memnun oluyorsunuz üstelik. Zira Mîna Urgan’ın ilgi çekici bir kişiliği ve çok ilginç bir hayatı var. İlgi çekici bir kişiliği var çünkü kadın olmanın başlı başına bir zorluk olduğu memleketimizde kadın kimliğinden hiç ödün vermeden dimdik bir hayat sürmüş. Çalışkan, üretken ve mücadeleci bir kişiliği var. Zıpır da bir insan kendisi, anılarından anladığımız üzere ele avuca sığmayan bir insanmış. Herkesle dost olup kendisini sevdirdiği için şeytan tüyü taşıdığını da söyleyebiliriz sanırım. Toplumsal konulara hep ilgi duymuş, tarafını hep belli etmiş; öncesinde TİP üyesi sonrasında ÖDP üyesi, inançlı bir sosyalist olarak sürdürmüş hayatını. Tanrıtanımazlığını hiç saklamamış, bunun da mücadelesini vermiş biri. Herkes gibi zaafları, bolca arızaları da olan biri ama dediğim gibi herkes gibi; hepimizde ne kadar varsa onda da o kadar var. Uzunca bir sürmüş ve bir gün ömrünün sonuna doğru, kendi tabiriyle bir dinozor* olduğunda oturup bu güzel anılarını yazmış. İyi ki de yazmış.
Kişiliği kadar ilginç hatta kişiliğinden daha ilginç de bir hayatı var. Kendisinin mücadeleciliğinden bahsettik övgüyle lakin “şanslı” biri olduğunu da es geçmemek gerekir. Tüm o güzel şeyleri başarabilmesini sağlayan bir avantajla gelmiş dünyaya. İstanbul’da, varlıklı ve köklü bir ailede doğmak başlı başına bir şans. Yani maça 1-0 önde başlarsanız, yani bir tuzu kuruysanız bir şeyleri başarmanız daha kolaydır. Köklü bir aileden geliyor dedik mesela. Hem öz babası Tahsin Nahit hem de üvey babası Falih Rıfkı Atay, döneminin önemli yazarları. Anne tarafı keza, varlıklı ve köklü bir aile. Mîna Urgan’ın annesi Şefika Hanım ise başlı başına bir fenomen. Yaptığı, söylediği her sözü adeta bir filozofun ağzından çıkma. Döneminin ilerisinde aydın bir babanın kızı olduğu için şanslı bir insan sayabileceğimiz ve babası sayesinde Avrupa gören, pek çok insan tanıyan, dil öğrenen Şefika Hanım; kızı Mîna Urgan gibi, üniversiteler okuyup profesör olmamış ama kitapta anlatılanlardan anladığımız kadarıyla hayat üniversitesinde ordinaryüs yapılacak bir insan. Zaten yazar da annesi için “diplomasız filozof” tabirini kullanıyor. Köklü bir aileden gelmesinin en büyük nimetlerinden biri de sanırım dönemin önemli pek çok yazarını, sanatçısını tanıma fırsatı bulmuş olması. Dönemin büyük edebiyatçılarıyla (Yahya Kemal, Necip Fazıl, Ahmet Haşim, Halide Edip vs.) ilgili de gerçekten bomba anıları var. Anlatmıyorum ki merak edip okuyun.
Cumhuriyet tarihimizin canlı bir tanığı olan Urgan’ın çağdaşı olup da tanımadığı, arkadaş olmadığı kimse yok gibi (Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Sait Faik vs.). Hepsiyle de bir dolu anısı var. Atatürk’le bile dans etmiş. Ötesi var mı?
Kitap altı çizilecek bir sürü şahane cümle ve anekdot da barındırmakta. Urgan’ın hayata ve insanlığa dair çok yerinde tespitleri var. Mizahi ve renkli dili, kıvrak kalemi kitabı çok kolay okunur hale getirmiş. Sıkılmadan okuyorsunuz, su gibi akıyor. Anı okumayı sevenlerin mutlaka okuması gerekir. Bu arada anı demişken, konuyu “anı” türüne dokunarak bitirelim.
Anı yazıları, bir edebi tür olmanın yanı sıra önemli birer tarihi belgedir de aynı zamanda. Mesela, Urgan’ın kitabını okuduğunuzda Türk siyasal tarihini bilmeyen biriyseniz eğer pek çok şey öğrenirsiniz. Bahsedilen olaylarla ilgili araştırma isteği uyandırır bu durum sizde. (6-7 Eylül Olayları, Varlık Vergisi, 27 Mayıs Darbesi, 147’liler, Kanlı 1 Mayıs, vb.) O yüzden yaptığı meslek ne olursa olsun, yazma pratiği olan her insan, oturup anılarını yazmalıdır. Yazmayı beceremeyen ama önemli dönemleri görmüş, önemli olayları yaşamış insanlar da anılarını usta kalemlere yazdırmalıdır. Kitabın girişinde Mîna Urgan da çok güzel bir şekilde değiniyor buna: “Anılarımı yazmaya başlarken seksen iki yaşına bastım. Bu işi tamamlamaya ömrüm vefa eder mi bilemem. Ama bunu deneyeceğim mutlaka. Çünkü belleksiz bir toplum olmamızı önlemek için, herkesin anılarını yazmasını yararlı buluyorum. Köşedeki bakkal gördüklerini kaydetse, sokağındaki evlerin nasıl apartmanlaştığını, orada oturanların ne gibi değişimlere uğradığını, kendi bakkaliyesinin nasıl markete dönüştüğünü anlatsa, bunlar bile ilginç olur bana kalırsa.”
*Dinozor: Çok yaşlı kimseler için kullanılır. Mecazen çağın gerisinde kalmış, kendini yenileyememiş manasındadır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)